Virginia Woolf kitaplarından Orlando kitap alıntıları sizlerle…
Orlando Kitap Alıntıları
Hava dünya için neyse hayaller de insan ruhu için odur. O yumuşak havayı dürüp kaldırın, bitkiler ölür, renkler solar. Üzerinde yürüdüğümüz zemin kavrulmuş kora döner. Kireçli toprağa basarız, sımsıcak parke taşları ayaklarımızı yakar. Gerçek, bizi öldürür.
Hayat ona olağanüstü uzun görünüyordu. Yine de şimşek hızıyla geçip gidiyordu.
Bir sandığa ayağı takılıp tökezleyen Orlando doğal olarak kimsenin olmadığı yerleri, geniş manzaraları, kendini sonsuza, sonsuza, sonsuza kadar yalnız hissetmeyi seviyordu.
Ikisi de karşısındakinin kendisine bunca hızlı sempati göstermesinden öyle şaşkındı ki ve bir kadının da bir erkek kadar hoşgörülü ve açıksözlü, bir erkeğin de bir kadın kadar garip ve tatlı olması ikisi için de öyle yeni bir şeydi ki, bu meseleyi bir kez daha kanıtlamak isterlerdi.
Yürek hala çarpıyor, diye düşündü, ne kadar yavaş ne kadar uzaktan uzağa olsa da muazzam yapının nazlı ve yılmaz yüreği.
Bir deniz kabuğu kadar kırılgan, sedef pırıltılı, ve onun kadar da boştu.
Neredeyse dört yüz yıldır tanışıyorlardı.
Çünkü ırmak yatağında karanlık akar hem de her zamanki nasibimizden daha bulanık ve beter; düş kurmadan ama canlı, kendinden hoşnut, akıcı, her zamanki gibi zeytin yeşili gözleriyle kıyıdan kıyıya apansız ok gibi fırlayıp gözden yiten kuşun kanadının mavisini bastıran ağaçların altından.
( ) zeka kutsal ve tapılacak bir şey olsa da genellikle en köhne enkazların içinde yaşar ve ne yazık ki genellikle öbür yetilerin yamyamıdır
Geçmişin bağrına oyulmuş bir tünel gibiydi.
Allah’tan, içinde çağın ruhundan eser yoktu. Gerçek, doğa ve insan yüreğinin ilkeleri gözetilerek yazılmıştı ve bu ilkesiz garipliklerin devrinde gerçekten bulunmaz bir şeydi.
Bunca yıldır edebiyatı hep rüzgâr kadar özgür, ateş gibi sıcak ve şimşek kadar hızlı bir şey olarak canlandırmıştı kafasında; maceraperest, hesaba gelmez, tutarsız bir şey ve ne görsün, edebiyat düşeslerden söz eden gri takım elbiseli yaşlı bir beydi.
“Ah! sevgili bayan, edebiyatın altın çağı geçmişte kaldı.
“Ölmüş olsaydım, yine bir şey fark etmeyecekti!” diye haykırdı.
Hayat, hayat, sen nesin? Aydınlık mısın, karanlık mısın, uşak yamağının çuha önlüğü müsün, yoksa çimenlerin üstünde sığırcık gölgesi misin?
Köpeklere şevkat gösterirdi; arkadaşlarına bağlıydı; açlıktan nefesleri kokan bir düzine şair içinse cömertliğin ta kendisiydi ve şiire tutkundu. Ama aşkın şefkat, bağlılık, cömertlik ve şiirle hiçbir ilgisi yoktur. Aşk, eteğini sıyırıp ama aşkın ne olduğunu hepimiz biliyoruz.
Ve bir kadının hayatını anlatırken, herkesin kabul ettiği gibi eylem istememizi bir yana bırakıp bunun yerine aşkı koyabiliriz. Aşk, demiş şair, kadının tüm varlığıdır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
( ) şimdi son derece mutlu bir konumdaydı; ne çağıyla savaşması ne de ona boyun eğmesi gerekiyordu; onun bir parçasıydı, ama yine de kendisi olarak kalmıştı.
( ) parmaklarımızla değil, bütün kişiliğimizle yazarız. Kalemi yöneten sinir varlığımızın her bir teline dolanır, kalbi delip geçer, ciğerimize işler.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Çoğu oğlan çocuğu gibi içine kapanık, ölüme sevdalı bir çocuktu; derken çapkın ve gösteriş meraklısı olmuştu; derken neşeli ve alaycı; kah düzyazıyı denemişti, kah dramı. Yine de bütün bu değişimleri yaşarken temelde hep aynı kalmıştı.
Gözlerinden yaşlar yuvarlanıyordu, ama ağlarken gülümsüyordu.
Ömrü boyunca aynı anda hem bu kadar yakışıksız, hem de böylesine iğrenç ve anıtsal bir şey görmemişti.
Koyu mor ve flamingo rengi bulutlar, keyifli bir kederle Yunan Denizi’nde ölen yunusları anımsamasına neden oldular;
İnsanlar ayazı yüreklerinde hissettiler; nemiyse zihinlerinde.
Her yerde karanlık vardı; her yerde kuşku ve karmaşa. On sekizinci yüzyıl sona ermişti; on dokuzuncu yüzyıl başlamıştı.
Yaşamın en kalın cildinden koparılmış müthiş bir sayfa!
“İnsanın en büyük tutkusu, başkalarını kendi inandığı şeye inandırmaktır.”
İnsan seni iyi görünce, ne kadar alçak ve aşağılıksın! Eciş bücüş ve çelimsiz, saygı duyulacak tek bir yanın yok, acınacak ve aşağılanacak yanlarınsa çok!
Gelecek nesiller bizi merak ve hasetle anacaklar.
Ne kadar az görürsek o kadar çok inanırız.
Üzerinde yürüdüğümüz dünya kavrulmuş kor halini alır. Bastığımız sönmemiş kireçtir ve alev alev parke taşları ayaklarımızı yakar. Gerçektir bizi mahveden. Hayat bir düştür. Uyanmak bizi öldürür. Düşlerimizi çalan hayatımızı da çalmış demektir.
Bir şair okyanusla aslanın bileşimidir. Biri sizi boğarken öbürü kemirir. Dişlerden kurtarsak canımızı, dalgalara boyune eğeriz.
Belki insan ancak göremediği şeylere tüm yüreğiyle inanır.
“Eğer Aşk buysa,” dedi Orlando kendi kendine, şöminenin öte yanındaki Arşidük’e bu kez kadın gözüyle bakarak, “aşkta ipe sapa gelmez bir şeyler var.”
Değişim sonsuzdu ve değişim belki hiç durmayacaktı.
“Büyüyorum” diye düşündü şamdanı eline alarak, “yanılsamalarımdan kurtuluyorum ve belki de başkalarını ediniyorum”
Onun sözcükleri başkalarının erişemeyeceği yerlere erişir. Shakespeare’in saçma sapan bir şarkısının yoksullarla kötülere dünyanın bütün vaizlerinden ve hayırseverlerinden daha çok yararlı dokunmuştur.
( ) ve şiir şehvetten de baruttan da daha etkili bir biçimde kirletip mahvedebilirdi insanı.
( ) herkesin bildiği gibi hayvanlar gerek kişilikten gerek kimlikten bizden çok daha fazla anlarlar.
“Dört yüz yetmiş altı yatak odası onlar için hiçbir şey ifade etmiyor” diye göğüs geçirdi Orlando.
”O, gün batımını bir keçi sütüne yeğliyor” dedi çingeneler.
”O, gün batımını bir keçi sütüne yeğliyor” dedi çingeneler.
İnsanoğlunun bağrında hiçbir tutku başkalarını kendi inandıklarına inandırma arzusundan daha güçlü değildir. Hiçbir şey kendisinin yüce saydığı bir şeyi başkasının küçümsediğini sezmek kadar insanın mutluluğunu kökünden sarsıp içini öfkeyle dolduramaz.
Cinsiyet değişimi geleceğini değiştirse de kimliğini hiç değiştirmemişti.
Bedeninde bir erkeğin gücüyle bir kadının zerafeti bütünleşmişti.
“Gerçek, iğrenç ininden çıkma sakın. Daha derinlere saklan, korkunç Gerçek. Çünkü sen bilinmemesi ve yapılmaması gereken şeyleri acımasız gün ışığında göğsünü gere gere sergilersin; utanç verici olanı gözler önüne serersin; karanlıkta olanı apaçık edersin. Saklan! Saklan! Saklan!”
Keşke kalemi elimize alıp Son yazabilseydik eserimize!
Ve yüz ifadesinde ilginç bir şey, insanda her nedense, acı çektiği izlenimi uyandıran o şey! Nedeni bir hanımmış diyorlar. Kalpsiz canavar!!!
(..) kendisi bir tekini bile yakmak zahmetine katlanmadığı halde, içinde “milyonlarca mum” yanardı.
Ama n’apalım, kader acımasızdı; Orlando denize açılmadan önce kadın, ancak omzunun üstünden bir öpücük gönderebildi ona.
Dediğimiz gibi öykü çok sıkıcı, çünkü bir dolap ötekine benzer ve bir köstebek yuvasıyla bin köstebek yuvası arasında pek fark yoktur.
Zihninde yerinden oynatmaya çalıştığı her şeyin, denizin dibinde bir yıl kalmış bir cam parçasına nasıl kemikler ve yusufçuklar; metal paralar ve boğulmuş kadınların bukleleri yapışırsa, işte öyle başka şeyler yüklenmiş olduğunu görüyordu.
En bilge insanların bile içinden çıkamadıkları Aşk nedir? Dostluk nedir? Gerçek nedir? Ve benzeri sorularla yüz yüze kaldığı yetmezmiş gibi bunları üstüne düşünmeye başlar başlamaz kendisine son derece uzun ve renkli gelen geçmişi, olduğu gibi damlayan saniyenin içine doluşuyor, onu normal boyutlarının on katı şişiriyor, binbir renge boyuyor ve evrende ne kadar ıvır zıvır varsa onunla dolduruyordu.
Artık güvendiği iki şey kalmıştı: Köpekler ve doğa; bir tazı ve bir gül ağacı.
Bedenleri ne kadar hareketli ve yiğitti; beyinleri ise ne kadar miskin ve ürkek.
Hayat, ocaktaki bir çaydanlık gibi, diye şarkı söylüyor ya da daha ziyade mırıldanıyor. Hayat, hayat, nesin sen? Işık mısın, karanlık mı, uşak yamağının çuha önlüğü müsün ya da sığırcığın çimenlere vurmuş gölgesi mi?
sanki büyük bir balık tarafından burnundan yakalanıp elinde olmadan, ama kendi rızasıyla denizde sürüklendiği duygusuna kapıldı.
“büyük bir dalga geliyor ve tepesinde sen varsın”
Demek tanrıları bunlardı! Yarısı sarhoştu, tümü de çapkın. Çoğu karılarıyla kavga ediyordu; bir teki bile en adisinden yalan ve dolanlardan kaçınmıyordu. Şiirlerini sokak kapısında matbaacı yamaklarının kafalarına dayadıkları çamaşır faturalarının arkalarına karalıyorlardı.
Okuma mikrobu bir bez dünyaya yerleşti mi onu öyle zayıf düşürür ki mürekkep hokkasında barınıp tüy kalemde irinleşen şu öteki afetin pençesine kolayca düşürüverir insan. Zavallı, yazmaya sarar.
Ama bunca kıyımdan ve seferden, içmeden ve sevişmeden, harcamadan ve avlanmadan, at binmeden ve yemeden ne kalmıştı geriye? Bir kurukafa, bir parmak.
Odasının yalnızlığında ayakta dimdik durup, soyunun ilk ozanı olacağına ve adına ölümsüz şöhret katacağına ant içti.
Dikici kadın Bellek’tir ve pek kaprislidir. Bellek iğnesini aşağı yukarı, o yana bu yana batırıp çıkartır.
( ) ve en sıradan gündelik hareketlerimiz bilinmedik bir denizde seyreden bir gemininkilere benzer ve direğin tepesinde gemiciler dürbünlerini ufka çevirip sorarlar: Kara var mı yoksa yok mu?
–çünkü şair bir kasabın çehresine sahiptir, kasap da bir şairinkine–
Onda kitap sevgisi çok erken başlamıştı. Meşalesini elinden aldılar ve ateşböceği besleyip onları kullandı.
Yalnızlık kendi seçimiydi.
Göğe baktığında orada da yalnızca karanlık vardı. Felaket ve ölüm, diye düşündü, her yeri kaplar. İnsan hayatı mezarda sona erer. Kurtçuklar bizi yerler.
( ) sanki büyük bir balık tarafından burnundan yakalanıp elinde olmadan, ama kendi rızasıyla denizde sürüklendiği duygusuna kapıldı.
Bir tilkiye ya da bir zeytin ağacına benziyordu; tepeden bakılan bir denizin dalgalarına; bir zümrüte; henüz bulutların ardında bulunan yeşil bir tepeye vuran güneşe – İngiltere’de görüp bildiği hiçbir şeye benzemiyordu. Dili ne kadar kurcalarsa kurcalasın, sözcükler yetersizdiler. Bir başka görünümü, bir başka dili gereksiniyordu.
(..) Orlando kendini yüzüstü buza atar ve donuk suyun içine bakıp ölümü düşünürdü. ne de olsa mutlulukla kederi ancak bıçak sırtı kalınlığında bir şey ayırır diyen düşünür haklıydı; dahası, düşünürümüz der ki biri ötekinin ikiz kardeşidir ve bundan hareketle duygularımızdaki tüm aşırılıkların delilikle akraba oldukları sonucuna varır
Şu kesindi ki, aşağı tabakadan insanlarla, özellikle çoğu kez sivri dilleri yüzünden yükselememiş okumuş kişilerle aralarında kan bağı varmışçasına birlikte olmaktan hep hoşlanmıştı.
Bizim daha sakınımlı ve kararsız çağımızın pörsümüş giriftliklerini ve belirsizliklerini bilmezlerdi. Şiddet her şeydi. Çiçek açar ve solardı. Güneş doğar ve batardı. Aşık sever ve giderdi.
Farkında olmadan bir Kraliçe tarafından öpülmüştü.
( ) çünkü süzülüp giden yüreğini tutturacak bir şeye gereksinim duyuyordu; bağrından çekiştiren yüreğini; her akşam bu vakitler yürüyüşe çıktığında sanki bahar kokulu, işveli fırtınalarla dolan yüreğini.