Eugene Ionesco kitaplarından Günlük kitap alıntıları sizlerle…
Günlük Kitap Alıntıları
Her ben toplumdan ayır kalamayan bir toplum dışı dır. O halde, o vardır ve her haliyle de kendini ortaya koymaktadır.
Bağlanmak? Her şeye karşı olmak da, temelsizliğin, mesnetsizliğin yani kendini aldatmanın ta kendisi olur. Peki, varoluşu olduğu gibi kabul edelim; ama o zaman yine bir hükme varmak olur bu; eee ben de kendimi kandırmak gücüne sahip değilim, çünkü insanın kavrayışı sınırlı.
Sevgi ve aşk, aşımız ekmeğimizdir, göğsümüzde nefes, testimizde sudur. Ah, ne yazık! Havamız kirletilmiş, testimiz kırılmış, aşımıza ağu katılmıştır.
Freud’a göre özgürlüğümüzü engelleyen üç şey; fizik ötesi tedirginlik, acıma ve bıkkınlıktır.
gün ışığındaki uyanıklığın bilinci tutkularla örtülüdür. Bu bilinç, insan davranış ve düşüncelerinin derin kaynaklarını anlamamızı önlüyor.
Kendinde korkunç olayları, şiddetli anlaşmazlıkları barındıran ben’le, olup bitenleri gözleyen Ben den hangisi benim gerçek benliğim.
Benliğimde görülmedik olayların geliştiği, bir şeylerin, bazı tutkuların dört dönüp birbirleriyle çatıştıkları duygusu var içimde.
Her yaşayış bir bütündür. Her hayat, her dünya, her insan. Şayet evrensel bir bütünlüğü yansıtmıyorsa, aynı anda hem kendi, hem de bir başkası değilse bir hiçtir o hayat, o yaşayış.
Sadece, yaşayan düşüncenin hakikati vardır.
Bazıları için yaşamak su içmek kadar kolay. El alemin gidişine burakıveriyorlar kendilerini tamam. Akışkandırlar efendim. Akıcıdırlar. Bense, hep değişik yeni yeni dağlara tırmanmak zorunda kalıyorum.
Öleceğimizi bildiğimizden birbirimizi öldürüyoruz. Ölümün getirdiği garezle insanları öldürüyoruz.
Ölüm için hayattayız. Ölüm hayatın gayesidir.
Sonlu bir kainat düşünülemez, kavranamaz bu. Sonsuz bir kainat da anlaşılıp hayal edilemez. Kuşkusuz, kainat ne sonlu ne de sonsuz. Sonluluk ve sonsuzluk, düşüncenin sadece insana özgü bir biçimidir.
Ama ben hayatın ardından öylesine koştum ki, sonunda kaybettim onu.
İyilik ve bağışlama olmadan nasıl yaşanır? Yine de yaşanıyor işte
Bir altın çağ var: Çocukluk, gözü kapalılık, masumluk çağı bu. Ne zaman ki tepende ölüm kılıcının asılı olduğunu görüyorsun, işte o zaman bütün büyü bozulup çocukluk darmadağın oluveriyor.
Sonra galiba, insanların çoğu şeyi çabucak unutuverip, çocuklukları bütün bir ömür boyu sürerken, bazılarının çocukluklarıysa bir kişniş şekeri gibi mini minnacık kalmıştır. Böylesi, bir çocukluktan çok Bir varmış, bir yokmuş misali unutulmuş bir sayfa olarak kaybolup gidiyor. Ve işte, yine ortada temel gerçeğin anlaşılmasını engelleyen istekler, üzüntüler
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hayat ıstıraptır. Bunun böyle olması hayatı ölüme tercih etmemi önleyemiyor ölmemek için yaşamak zira, artık bir kez daha varolacağımdan emin değilim.
Artık kendimle de barışık olmadığımdan olacak, başkalarıyla ya hiç anlaşamıyor ya da çok az, o da zar zor anlaşabiliyordum.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bütün bunlar yavaş yavaş sönüp, silinip gidiyor. Hepsi bir yaprak gibi incelip zayıflıyor; bir yaprağın ince ve nazenin camı gibi saydamlaşıyor, daha sonra da kendiliklerinden sessizce kırılıp kayboluyorlar.
Ölüm ben oluyor işte, ölümün ta kendisiyim, soyut bir anlayış değil bu dediğim; öz benliğim, asıl benliğim değil tabii. Benlik’in ölüm oluşu. İşte bunu duymayı, anlamayı başarmalıydı insan.
Çoktandır ölü yaşadığımı ve bunun hiç de fena bir şey olmadığını söylemeliyim kendime.
Öleceğimizi bildiğimizden birbirimizi öldürüyoruz. Ölümün getirdiği garezle insanları öldürüyoruz. Sokrat’ın üzüntüsüz, soğukkanlı ölümü hiç bir şekilde inanılır gibi gelmiyor bana Yine de olabilir bu. Fakat nasıl?
“Her haliyle iğrenç. Sadece tıkınmayı bilen, tıkınmaktan başka hiçbir şeye inanmayan, hayatı yiyip içmekten ibaret biri. Bir lokmasıyla iki saatlik bir ömrü midesine yerleştiriyor… Şunu iyice anladım ki bu ihtiyarın şahsında gördüğüm iğrenç herifin ta kendisiyim ben. Niçin mi ? Tıpkı onun gibi doymak bilmeyen bir hırsla hayata yapışmıştım ve birkaç yıl içinde de onu şimdi nasıl hoş göremiyorsam, kendimde işte böyle bağışlanamaz bir herif olup çıkacağım. Ne diye geldim buraya ben, böyle bir hergele olmak için mi ? s.61
Hem varolmayı hem de ölmeyi istiyorum. Herkes gibi “yaşayan bir ölü” olmayı.
Freud’a göre özgürlüğümüzü engelleyen üç şey; fizik ötesi tedirginlik, acıma ve bıkkınlıktır. Demek ki üç katlı zincirimiz bu. Psikanaliz sadece aydınlatır, hüküm vermez. Hükmün gerçeklerini sunar da karar noktasında durur.
Yavrularım birbirinizden sakının, insanoğlu çiy süt emmiş.
Ne acının, ne acı vermenin, ne de siyasi saplantıların esiri oldum.
İnsan açlıktan ölüyor. İnsan susuzluktan ölüyor. Sıkıntıdan ölüyor. İnsan kıskançlıktan ölüyor. İnsan korkudan ölüyor. Elbette savaşlarla ölüyor insan. İnsan hastalıktan ölüyor. Her gün ölüyor insan. İnsan her yerde ölüyor.
İnsan elbette kıskanç olmak zorunda; fakat kıskançlık da bizi kıskıvrak yakalamamalı.
Herşey bir ölçü meselesi.
Herşey bir ölçü meselesi.
İnsan sevilmezse heder oluyor.
Sevgi ve aşk, aşımız ekmeğimizdir, göğsümüzde nefes, testimizde sudur.
Bir kere tatmaya gör aşkı, hayat da, ölüm de silinir gider ortalıktan.
Hayatta başarısızlığa uğrayacağız diye hepimizin ödü kopuyor.
Hiç bilmemekle bilmek birbirine denk bana kalırsa. Bilgi dünyalık birşey de ondan.
Dünyalık şeyler beni ilgilendirmiyorlar; yapmışlar, yapmamışlar, şöyle olmuş, böyle olmuş falan, ne fark eder.
Dünyalık şeyler beni ilgilendirmiyorlar; yapmışlar, yapmamışlar, şöyle olmuş, böyle olmuş falan, ne fark eder.
Felsefelerin, bilimlerin sülalesi meçhullerin anahtarını veremediler.
Herşeyden geçiyorum da kendimden geçemiyorum bir türlü. Sen tut, tam da gerekenin zıddını yap. Olacak iş mi şu.
Bazıları için yaşamak su içmek kadar kolay. El alemin gidişine bırakıveriyorlar kendilerini tamam. Akışkandırlar efendim. Akıcıdırlar.
Bütünüyle bu alemin adamı değilim ben.
Ölmek için hayattayız. Ölüm hayatın gayesidir.
Öylesine koştum ki hayatın ardından, fakat her defasında zaman benden kaçıp kurtulmanın bir yolunu buldu; yine koştum, ne geride kaldım ne geçebildim, bununla beraber yine de onu yakalayamadım; hep atbaşı, yan yana gibiydik.
Hiçbir zaman unutkan olmadım ya, çocukluğumu da artık bir daha bulamadım. Çocukluğun yanında, unutma’dan başka, sizi teselli edebilen ya da size tamlık, eksiksizlik huzurunu bağışlayabilen, kalbinizde ve başınızın üstündeki gökyüzünün lütufları var sadece.
Ölümün ve hiçliğin verdiği dehşetli korkuyla; ateşli, sabırsız, insanı sıkboğaz eden yaşama tutkusu arasında çarpılıp kalmış, kavrulmuş biriyim ben.
Niyesini bilmem arkadaş, niyesini bilmem ben!
Zamanın bozulup eskitilmediği, kirletilmemiş bir dünyayı yeniden bulmak için koşuşturup duruyorum.
Hayat ıstıraptır.
Istırap ve başarısızlıklar bana, başarının sevinçlerinden daha gerçek gibi geliyorlar. Yaşamayı durmadan denedimse de her seferinde hep kıyısından köşesinden geçtim. Galiba insanların çoğu da böyle.
Şimdiki zaman varoluşuyla vardı, zaman vardı; artık ne şimdiki zaman, ne de zaman var. Düşüşün çılgın hızı bir hiçin dipsiz boşluğuna savurdu bizi.
Yeni bir yerde geçirilen iki gün, hep aynı yerde geçen birbirinin benzeri günlerle tüketilmiş, yorgunluklarla pelteleşmiş otuz yıla bedeldir.
Çoktandır sağlam bir şeye tutunmaya uğraşıyorum. Ümitsizce şimdiki zamanı yeniden bulmayı, onu yerli yerine oturtup daha da genişletmeyi deniyorum. Zamanın bozulup eskitilmediği, kirletilmemiş bir dünyayı yeniden bulmak için koşuşturup duruyorum.
Fakat bu gelecek yıl bir laftan ibaretti, gelecek yılın gelişini düşünsem de, bu bana öylesine uzak görünüyor ki, Düşünmeye değmez diyordum kendi kendime. Gelmesi ümit edilen sonsuz kadar uzaklardaydı ve sanki artık gelmeyecek gibiydi.
Ya tartışmasız bir gerçek var ortada ya da herşey saçma.
Ara sıra elde edilen başarılar; bir hayatı, bir boşluğu doldursun, bir sıla özlemini gidersin diye aradığım sevinçler yok değildi ; ama bunlar öylesine yetersizdi ki duyduğum varoluş kaygısını birazcık olsun dindiremiyorlardı bile.
Gururluyum : Başka bir çağın adamıyım ben.
Her ‘ben’ toplumun varlığını kabul eder; fakat hemen ardından ona karşı direnişe geçer, onu reddeder. Her ‘ben’ toplumdan ayrı kalamayan bir ‘toplumdışı’ dır. O halde, o vardır ve her haliyle de kendini ortaya koymaktadır.
Eğer bütün yaptıklarımın asli gerekçelerini bilseydim, çalışmayı, hareketi durdurur, donar kalırdım. Sebeplerin sebebi yok. Hiç’in sebebi yok. Eğer elimden gelseydi, görebilseydim, anlayabilseydim sessizliği ve geceyi alt edebilecektim. Eğer beni yaşamaya zorlayan şeyin ne olduğu açıklanabilseydi, öyle sanıyorum ki, yaşamaktan vazgeçerdim.
An’ın tam ortasına yerleşiyor, kendimi onun duvarlarıyla kuşatıyorum, an’ın kanatları altına sığınıyorum. Sonuç olarak an’ın içinde insan yerini pekiştirmişse; önünde otuz yıl, yirmi yıl, on yıl ya da iki gün kalmış olmasının ne önemi vardır, hepsi bir.
Demek ki bunca ideolojilerin ardında şahsi hırslar, kötü niyetler; bizi aldatmaması gerektiği halde, sahte yüceliklerin doğurduğu, çürütücü kalıp bir tavrın değerleri var
Sürekli bunları sorup durdum kendime; ayaklarım hep o duvarın önünde çakılıp kaldı.
Hep kapalı çıktı çaldığım kapılar. Bir anahtar da bulamadım gitti. Kendim için yeşertip hazırlamam gereken cevabı bekleyip duruyorum. Bir türlü gelmeyen mucizenin yolunu gözleyip duruyorum. Öyle görünüyor ki, ellerim yine bomboş kalacak. Fakat bir gerekçe büyütmeli, bir sebep bulmalı, yoksa aklım darmadağın olacak.
Hep kapalı çıktı çaldığım kapılar. Bir anahtar da bulamadım gitti. Kendim için yeşertip hazırlamam gereken cevabı bekleyip duruyorum. Bir türlü gelmeyen mucizenin yolunu gözleyip duruyorum. Öyle görünüyor ki, ellerim yine bomboş kalacak. Fakat bir gerekçe büyütmeli, bir sebep bulmalı, yoksa aklım darmadağın olacak.
Belki de şu ruh türlü şeylerin, çeşitli güçlerin işgal ettiği basit bir yerden ibaretti. Bir ihtimalle, yalnız ve yalnız görülmedik olayların, kavga ve karanlıkların mekanıydı orası. Basit bir ruhsallık değil ama değişik kuvvetlerin çarpışarak harman oldukları savaş alanına benzer iç dünya. Kişilik. Demek ki Ben esas itibariyle birbirine denk kuvvetlerin hasımlıklarından doğan bir kördüğümdü.
Bir an için hiçbir gelişme sağlayamadığım, bir şeycikler kurup kararlılık iklimine giremediğim duygusuna kapılmıştım.
Çoktandır, biliyorum sandıklarımı bile tanıyamadığım duygusu vardı içimde.
Çoktandır, biliyorum sandıklarımı bile tanıyamadığım duygusu vardı içimde.
Bu devir bir sonbahar olup çıkmış. An’ların akışını, süreyi yok eden bir zaman. Zamanın ortaya çıkışı, hissedilişi öylesine belli belirsiz ki. En güzel günlerimin çarşı pazarları ceplerimin köşeciklerinde unutulup kalmış. En onulmaz zorlukların yanında dopdolu kumbaraların sahibi ben miydim? Şöyle ya da böyle, şartlar bana bu imkanları veriyordu.
Fakat yalnızlık, inziva, beni öteki insanlardan koparan bir engel değildir. Tam ortasına daldığım korkunç öfkelerin, iğrenmelerin, beklenmedik korkuların ve buz kesilmiş kafamın korku alevlerine rağmen, özgürlüğümün korunmasına yarayan bir kalkan, bir zırh benim yalnızlığım.
Ne kadar yazık! Bunca zulmü kusanlar bütün öteki zorbalardan nasıl olup da korkmayabileceklerdi ki? Her insan, bizzat kendisi olan bir başka insanoğluna kin güdüyor.
İnsan öleceğini bilip dururken şundan bundan nasıl söz edebilir? Azrail öyle başımızda dikilmiş dururken insanca davranabilmenin, ölümün verdiği öfke ve korkunun utancından olmalı bu. İnsanın eziyet etme ve eziyetten tat alması, kendini ve başkalarını yok etmesi, savaşlar, ihtilalller, devrimler, birbirine diş bilemeler; biz farkında olsak da, olmasak da ölümle burun buruna olma duygusunun kışkırtmalarıdır sadece.
Onu benim bulunmadığım kendi hayatında yalnız bırakıp kendim de hayatımla başbaşa kalsam derim. Şifa bulmaz zayıflıklarımızla birer yaralı olarak.
Kendi kendimdeki çıkmazlarımdan kurtulma hakkını istiyorum.
Vicdan azabı ve üzüntüler arasında kaldım. Birinden birini seçmeli, birinde karar kılmalı. İnsan ikisini birden taşıyamaz.
Pişmanlıklarda, vicdan azaplarında başkalarına haksızlık yapmış olma duygusu var. Üzüntülerimse kendime haksızlık yapmış olma endişelerinden doğuyor. Vicdan azapları üzüntülerimi, üzüntüler vicdan azaplarımı bastırıp unutturuyor. Dört duvar arasında kalıp hapsolma dediğin şey budur işte.
Pişmanlıklarda, vicdan azaplarında başkalarına haksızlık yapmış olma duygusu var. Üzüntülerimse kendime haksızlık yapmış olma endişelerinden doğuyor. Vicdan azapları üzüntülerimi, üzüntüler vicdan azaplarımı bastırıp unutturuyor. Dört duvar arasında kalıp hapsolma dediğin şey budur işte.
İnsanın başkalarına acımasının aslında kendine acımaktan ibaret olduğu söylenir. Kendi benliğini korumaya yönelik olmasından ötürü bu acıma iğrenç midir? Her şey insan nefsinin bir uzantısıdır elbette. Bununla birlikte, kendi nefsi için de olsa insanın başkalarına acıması iyidir. Yaşamak için sevgiye muhtaç olduğumuzu görüyorum. Başkalarının da aynı şeye ihtiyacı var. İnsanın kendi kendine acıması bıkkınlıkla, tiksinmeyle sonuçlanabilir. Kendine acıma eğer dizginlenmezse sonunda çekilmez bir hale gelir. Başkalarını sevmek, onlardan tiksinsek bile yine de sevgi gereklidir tabii. İnsan elinden geldiğince başkalarını sevdikten sonra sevmeli kendini: İnsan sevilmezse heder oluyor. İnsanca varoluşum cömertliğim ölçüsünde haklılık kazanıyor.
Üstelik bir insan, konuşma, elini tutma, yanyana yürüme gibi şeylerle tanınmaz ki. Baştan sona bir metinde, bir iç dökmede; bütün bir aleme, bir başka uçuruma dalmada tamamlanabilir bir tanışma, bir inanç bütünleşmesi.
Dünya benim değil, hiç kimse ve hiçbir şey bizim değil; bunu seve seve kabul etme bilgeliği kimde var; hiçbir şeye sahip olmamaya kim yanaşır?
Dünya bir cennet olmadığına göre, ona cehennem olmak kalıyor, en azından istek denen şey oldukça bu böyle. İsteğin olduğu yerde, başarısızlık da, sıkıntı ve cehennem de hazırdır.
İçimizi bu cehennemden nasıl kurtarıp temizleyebileceğiz? Bizzat kendi kendimden korkuyorum ve her yeni çehre içime korku salıyor acaba bu yüz hangi cehennemi, ne tür bir felaketi perdeliyor diye.
Her ahlak bozukluğunun kaynağında, her tür şehvetin temelinde, her caninin kalbinde; bize çekememezlik, nankörlük, kalleşlik olarak görünen şeylerin ardında; bazen her tür erdemliliğin, her tür bağlılıkların bile temelinde mutlak’ın soluğunu arama, adı konulmamış bir özlem vardır.