İçeriğe geç

Sosyoloji-8.Edisyon Kitap Alıntıları – Anthony Giddens

Anthony Giddens kitaplarından Sosyoloji-8.Edisyon kitap alıntıları sizlerle…

Sosyoloji-8.Edisyon Kitap Alıntıları

Acıdan kaçınmak için aldığım önlemlerin ölçülemez de­recede acı verici hale geldiklerini fark ettim.
Aşk bize ölümden önce bir yaşam olduğunu söyler.
Bugün çocuk işçiliğinin bir çeşidi de, köleliğe yakın olan borcun işçilik ile ödenmesi uygulamasıdır. Bu sistemde sekiz ya da dokuz yaşa kadarki genç çocuklar ebeveyinlerince, aldıkları küçük borçlar karşılığı fabrikalara rehin verilmektedir. Bu çocuklara ödenen para çok az olduğu için borcun azaltılması olanaksız olmakta ve onları yaşam boyu bir esarete mahkum etmektedir. Böylesi bir uygulamanın uluslararası kamuoyunda dikkat çeken bir örneği, dört yaşında Pakistanlı bir çocuk olan İkbal Mesih’in babası tarafından ilk oğlunun düğünü için aldığı 600 Rupi borcun karşılığı köle olarak satılması olayıdır. İkbal zamanının büyük kısmını, halı dokuma tezgahında zincirlenmiş bir şekilde saatlerce küçük düğümler atarak geçirmişti. On yaşında fabrikadan kaçtıktan sonra işçi kuruluşlarına ve okullara yaşadıklarını anlatmaya başlamıştı. İkbal açıksözlülüğünün bedelini acı bir şekilde ödedi: on üç yaşına geldiğinde memleketinde bisikletine binerken, halı sektörü için çalıştığına inanılan kişiler tarafından vuruldu.
Ulus aşırı şirketler, düşük gelir ülkelerindeki şubeleri aracılığıyla büyük karlar elde etmeyi sürdürmüştür. Bağımlılık kuramına göre, küresel şirketler çoğu zaman zengin ülkelerdeki güçlü bankaların ve hükümetlerin desteği ile yoksul ülkelerde fabrikalar kurmuş, üretim maliyetlerini en düşük düzeyde tutmak için ucuz işgücü ve hammaddeleri kullanmış ve hükümet müdahalelerine maruz kalmamıştır.
Bunun karşılığında işçilik ücretleri ve hammaddeler için belirlenen düşük fiyatlar yoksul ülkeleri, sanayileşmek için gerekli olan karı biriktirmekten alıkoymuş ve yerel şirketlerin Batılı şirketlerle rekabet etmesi engellenmiştir.
Düşük gelir ülkeleri bu nedenle geri bırakılmış yerine yanlışgelişmiş ülkeler olarak görülmektedir. Köylüler açlık ile açlığa yakın ücretler alarak yabancıların kontrolündeki tarlalarda, madenlerde ve fabrikalarda çalışma arasında bir seçim yapmaya zorlanmıştır.
Yerel liderler ne zaman böylesi eşitsiz düzenlemeleri sorgulamaya kalksa, onların sesleri hemen bastırılmakta, sendikalaşma genellikle yasa dışı hale getirilmekte, sendikacılar hapse atılmakta ve bazen öldürülmektedir. İnsanlar kendi politikalarına muhalif bir hükümet seçtiğinde, o hükümet ülkenin ordusu tarafından devrilmekte , bu ordu da çoğu zaman sanayileşmiş ülkelerin silahlı kuvvetleri tarafından desteklenmektedir.
Sosyoloji bizim kendi kendimizi aydınlatabilmemizi kendi­mizi daha iyi anlayabilmemizi sağlar.
Neden böyle davrandığımız hakkında daha çok şey bildikçe, kendi geleceği­mizi etkileme olanağımız daha fazla olacaktır.
Starbucks gibi “şirketleşmiş” kahve zincirleri yerine “bağımsız” kahvehaneler tercih edebilirler.
Bugün içtiğimiz kahvenin neredeyse tamamı, Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmiş bölgelerden (Güney Amerika ve Afrika) gelmektedir; kahve hiçbir biçimde, Batı beslenme biçiminin bir parçası değildir. Sömürge mirası, küresel kahve ticareti üzerinde devasa bir etkide bulunmuştur.
Sosyoloji, Batının sanayileşiyor olan toplumsal düzeninin, daha önceki toplumların yaşam biçimlerinden uzaklaştıran dönüşümlerden doğmuştur.
Kendimizi içinde bulduğumuz
toplumsal bağlamlar hepimizi etkilese
de, davranışlarımız yalnızca bu
bağlamlar tarafından belirlenmemektedir. Bizler, kendi bireyliğimize sahibiz
ve onu yaratırız. Toplumun bizi nasıl
yönlendirdiği ile bizim kendimizi nasıl
gerçekleştirdiğimiz arasındaki bağlanüları incelemek sosyolojinin işidir. Bizim
etkinliklerimizi hem çevremizdeki toplumsal dünyayı yapılaştırır -biçimlendirir- hem de yanı zamanda bu toplumsal dünya tarafından yapılaştırılır.
Bizden önceki herhangi bir kuşaktan çok daha fazla belirsiz bir gelecekle karşı karşıyayız.
“totem” sözcüğünün kökeni, Kuzey Amerika Kızılderili
kabilelerine dayanmaktadır ama daha yaygın olarak bu
sözcük, doğaüstü güçlere sahip olduklarına inanılan bitki ve hayvanları anlatmakta kullanılmak­tadır.
bir toplumdaki her akraba grubunun ya da klanın kendisine özgü bir totemi vardır, buna ilişkin de çeşitli törensel etkinlikler söz konusudur.
totem inanışları, sanayi toplumlarında yaşayan insanlara yabancı gelebilir ama bu toplumlarda da kimi zaman
rastlana­bilir.
bir spor takımının kendisine amblem olarak bir hayvanı
ya da bir bitkiyi seçmesi buna bir örnektir.
maskotlar birer totemdir.
İnsan davranışı karmaşık ve çok yönlüdür ve tek bir kuramsal bakış açısının onun bütün yönlerini kapsayabilmesi de pek olası
değildir.
“her çocuğun başını döndür­mek için onu
yürümeden ve konuşmadan önce ünlü yapmak yeter. anımsayamayacağı bir şey için ünlü yapmak. hazır olduğunda bu ünü elde edebileceği zamana kadar bütün bunlardan uzakta büyümesinin onun için daha iyi olacağını göremiyor musun?”
S: Nasılsın?
E: Ne bakımdan? Sağlığım, para duru­mum, okulum, kafamın rahatlığı..?
S: (aniden kızararak denetimini yitirmiş bir biçimde) Bana bak! Yalnızca kibar olmaya çalışıyordum. Doğrusu senin nasıl olduğun benim hiç umurumda değil.

Görünürde önemsiz konuşma uzlaşımları izlenmediği zaman insanlar neden böyle kızmaktadırlar? Bunun yanıtı, günlük toplum yaşamımızın, ne söylendiğine ve neden söylendiğine ilişkin dile getirilmemiş varsayımların paylaşılmasına bağımlı olduğudur. Bu varsayımları elde bir diye göremeseydik, anlamlı bir iletişim olanaksız olurdu.

Bir kardeş, koca veya vatandaş olarak yükümlülüklerimi yerine getirdiğimde, taahhütlerimin gereğini yaptığımda, yasada ve adetlerde tanımlanmış olan ve kendimin ve eylemlerimin dışında olan yükümlülüklerimi yerine getirmiş olurum.
.
Benzer şekilde, mümin kendi dinsel yaşamının inanç ve uygulamalarını doğdu­ğunda hazır halde bulur; eğer bu inançlar ve uygulamalar birey var olmadan önce var idiyseler, o zaman demektir ki, onlar bireyin dışında vardırlar. Düşüncelerimi dile getirmek için kullandığım işaretler sistemi, borcumu ödemek için kullan­dığım para sistemi, ticari ilişkilerimde yararlandığım kredi araçları, mesleğimde izlediğim uygulamalar vs- benim onları kullanmamdan bağımsız olarak işlerler.
toplumsal olgular kesin olarak ‘şeyler’ değil, bizim yaptıklarımıza verdiğimiz sembolik anlamlara bağlıdır. bizler toplumun yaratıkları değil, onun yaratıcılarıyız.
—Lucy, sen bu oyunun tarihindeki en kötü oyuncusun.
—Bunu kanıtlayamazsın, kanıtlayamayacağın şeyleri asla söylememelisin.
—Her ihtimale göre, sen oyunun tarihindeki en kötü oyuncusun.
—Bunu kabul ederim.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
kendi irademizi toplumsal dünya üzerinde ortaya koymak bizim yeteneklerimizin ötesinde değildir. aslında, böyle bir ödev, yirmibirinci yüzyılın başında insan toplumlarının karşısında bulunan en büyük
zorunluluk ve en büyük zorluktur.
Davis’e göre Los Angeles en yoksul ve marjinalleştirilmiş sakinleri için olabildiğince “çekilmez” hale getirilmiştir. Otobüs duraklarındaki banklar, insanlar üzerinde uyuyamasın diye fıçı şeklinde yapılmış, halka açık tuvaletler herhangi bir Kuzey Amerika şehrindekinden çok düşük sayıda tutulmuş ve yoksulların parklarda yatmaması için birçok su fıskiyesi kurulmuştur. Polisler ve şehir planlamacıları her ne kadar evsizleri şehrin belli bir bölgesine hapsetmeye çalışmışlarsa da derme çatma gecekonduların düzenli aralıklarla belediye tarafından yıkılması, sürekli hareket halinde olan bir “kentli bedevi” nüfusu yaratmıştır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Okulda, derslerin resmi içerikleriyle hiçbir ilgisi olmayan birçok şey öğretilir. Okullar, disiplin yapıları ve düzene sokma anlayışlarıyla, Illich’in edilgen tüketim adını verdiği şeyi -yani, var olan toplumsal düzenin sorgulanmaksızın kabulünü- aşılamayı amaçlarlar. Bu konular bilinçli olarak öğretilmez; okulun örgütleniş şeklinde ve prosedüründe örtük olarak bulunur. Gizli müfredat çocuklara yaşamdaki rollerinin “yerini bilmek ve orada kalmaya devam etmek” olduğunu öğretir (Illich 1973).
Foucault siyasi erkin(iktidarın) devlet gibi tek bir kurumda yoğunlaşmadığını ya da herhangi bir grup insanın elinde olmadığını açıklamıştır

Foucault’a göre, bunun yerine siyasi erk, toplumsal etkileşimin her düzeyinde insanlar aracılığıyla bütün toplumsal kurumlarda kullanılmaktadır.

Max Weber, İktidarı bir toplumsal ilişki içindeki aktörlerden birinin, diğerlerin gösterebileceği direnişe rağmen kendi isteklerini ne olursa olsun yerine getirebilme olasılığı olarak tanımlamaktadır.
Toplumların tabakalaşması, insanlık tarihini baştan başa değiştirmiştir. Toplayıcılığa ve avcılığa dayanan, ilk dönemdeki insan topluluklarında -temel olarak pek az paylaşılmış kaynak ve zenginliğin olması nedeniyle- çok az tabakalaşma vardı. Tarımsal üretimin gelişmesi, dolayısıyla hatırı sayılır oranda zenginleşmenin artması, sonuç olarak tabakalaşmada büyük bir artış sağladı. Tarım toplumlarındaki toplumsal tabakalaşma, dipteki pek çok insan ile yukarı gittikçe birbirini izleyen az sayıda insanla, gittikçe bir piramidi andırmaktadır. Bugün sanayi ve sanayi sonrası toplumlar, aşırı derecede karmaşıktır; tabakalaşmaları daha yüksek bir olasılıkla, çok sayıda insanın ortada ve ortanın alt derecesinde (bizim orta sınıf dediğimiz), pek az insanın tabanda ve çok az insanınsa tavanda yer aldığı bir göz yaşı damlasına benzemektedir.
Aşk insanın kendisini aramasıdır, benimle ve seninle temasa geçme, bedenleri ve düşünceleri paylaşma, birbiriyle hiçbir şey saklamadan karşılaşma, itiraflarda bulunma, affedilme, anlama, neyin ne olduğunu destekleme, bir evi arzu etme, Kuşkulara ve modern yaşamın ürettiği kaygılara karşı güvenme özlemidir.

Eğer hiçbir şey kesin ve güvenli görülmüyorsa, eğer kirlenmiş bir dünyada soluk almak bile riskli ise o zaman insanlar birden karabasanlara dönünceye kadar yanlış yöne götüren aşk hayallerinin peşinden koşacaktır.

Goffman toplum yaşamını, oyuncular tarafından sanki bir sahnede ya da pek çok sahnede -çünkü bizim nasıl davranacağımız, belirli bir zamanda oynadığımız rollere bağlıdır- oynanıyormuş gibi görmektedir. İnsanlar, başkaları tarafından nasıl göründükleri konusunda duyarlıdırlar ve başkalarını kendi istedikleri gibi tepki vermeye zorlayacak pek çok izlenim yönetimi biçimi kullanırlar. Bu, kimi zaman hesaplı bir biçimde yapabilirsek de, genellikle bilinçli bir dikkatle yapmadığımız şeyler arasındadır. Philip bir iş toplantısına katıldığında, takım elbise giyip kravat takar ve en iyi davranışını gösterir; aynı akşam, rahatlamak için arkadaşlarıyla bir futbol maçı izlerken, kot pantolon ve tişört giyer ve pek çok fıkra anlatır. Bu, izlenim yönetimidir.
Modern toplumlarda, kasaba ve kentlerde yaşayan insanların büyük çoğunluğu, kişisel olarak tanımadıkları başka insanlara sürekli olarak etkileşim içine girerler. Uygar kayıtsızlık, bütün gürültülü kalabalıkları, geçici nitelikteki kişisel olmayan ilişkileriyle birlikte kent yaşamına sahip olduğu niteliği veren mekanizmalar arasındadır.
Suç ve sapkınlığı inceleyen etkile- şimci gelenek içerisindeki sosyologlar, toplumsal olarak kurulmuş bir olgu olarak sapkınlık üzerinde odaklanmak­ tadırlar. Bu sosyologlar özünde “sap­ kın” olan davranış türleri olduğu düşüncesini yadsımaktadırlar. Bunun yerine, etkileşimciler, davranışların ilk kez nasıl sapkın diye tanımlanır oldukları ve neden belirli gruplar sapkın diye yaftalanırken ötekilerin böyle yaftalanmadığı sorularını sormaktadır.
Yaftalama kuramı Suçluluğun anlaşılmasına yönelik en önemli yaklaşımlardan birisi, yaftalama kuramı olarak adlandırıl­ maktadır. Yaftalama kuramcıları sapkınlığı, bir birey ya da grupların özellikleri kümesi olarak değil, sapkın­ lar ile sapkın olmayanlar arasındaki bir etkileşim süreci olarak yorumlamakta­ dırlar. Onlara göre, sapkınlığın gerçek yapısını anlayabilmek için, neden kimi insanlara bir “sapkın” yaftası yapıştırıl- dığını ortaya çıkarmak zorundayız.
Yaftalamanın büyük bölümünü, yasa ile düzen güçlerini temsil eden ya da başkalarının geleneksel ahlakı üzerine tanımlamalar getirebilen insan­ lar gerçekleştirir. Sapkınlık kategori­ lerini tanımlayan yaftalar böylece, toplumdaki güç yapısını dile getirmek­ tedir. Az çok, sapkınlığın kendilerine dayanılarak tanımlandığı kurallar, varlıklılar tarafından yoksullar, erkekler tarafından kadınlar, yaşlılar tarafından gençler, etnik çoğunluklar tarafından azınlıklar için düzenlenmişlerdir. Örneğin, pek çok çocuk, başkalarının bahçelerine girer, meyva çalar ya da okuldan kaçar. Varlıklı bir semtte bunlar, ana babalar, öğretmenler ve polis tarafından aynı biçimde, masum çocuk oyunları diye görülebilir. Yoksul bölgelerde ise bunlar, çocuk yaştaki hırsızlık eğilimleri diye görülebilir. Bir kez çocuğun boynuna suça eğilimli yaftası asıldı mı, ona suçlu damgası vurulur; bu çocuğun, öğretmenleri ile ilerideki işverenleri tarafından da güvenilmez diye görülme olasılığı yüksektir. Her iki durumda da yapılıp edilen aslında aynıdır, ancak bu edimlere farklı anlamlar yüklenir.
Howard Becker, yaftalama kuramı­ na en yakın duran sosyologlardan birisidir. Becker, sapkın kimliklerin, sapkın güdülenme ya da davranıştan çok, yaftalama yoluyla nasıl üretildik­ lerini göstermeye çalışmıştı. Becker’agöre, “sapkın davranış, insanların böyle yaftaladıkları davranıştır”. Becker, “olağan” ve “sapkın” arasında açık bir çizgi çekmeye çalışan kriminolojik yaklaşımları çok eleştiriyordu. Becker’a göre, sapkın davranış, ‘sapkın’ haline gelmenin belirleyici etkeni değildir. Ter­ sine, bir kişinin sapkın diye yaftalanıp yaftalanmayacağı üzerinde büyük bir etkide bulunan, davranışın kendisiyle ilgisiz süreçler bulunmaktadır. Bir kişinin giyimi, konuşma biçimi ya da geldiği ülke, sapkın yaftasının konup konmayacağım belirleyen temel etken­ ler olabilir.
Yaftalama kuramı, Becker’in mari­ huana içicileri üzerinde yaptığı çalışma­ larla (Becker 1963) eşleştirilir olmuştur. 1960’ların başında, marihuana içmek, bugün olduğu gibi bir yaşam biçimi tercihi olmaktan çok altkültürler içerisindeki önemsiz bir etkinlik idi. Becker, bir marihuana içicisi olmanın, kişinin altkültüre kabul edilmesine, deneyimli içicilerle olan yakınlığına ve kişinin marihuana kullanmayanlara karşı tutumuna bağlı olduğunu buldu.
Yaftalama yalnızca başkalarının bireyi nasıl gördüğünü değil, aynı zamanda bireyin kendilik duygusunu datkilemektedir. Edwin Lemert (1972), sapkınlığın bireyin kimliğiyle nasıl birarada varolduğunu ya da bu kimlikte merkezi rol tutar hale nasıl geldiğini anlamak için gelişmiş bir model ortaya koydu. Lemert, düşündüğümüzün tersine, sapkınlığın oldukça yaygın olduğunu ve insanların genellikle bundan sıyrılabileceğini ileri sürüyordu. Örneğin, trafik ihlalleri gibi kimi sapkın edimler, nadiren gün ışığına çıkmaktayken, diğerleri işyerinde yapılan küçük ölçekli hırsızlık gibi, genellikle “gözardı” edilmektedir. Lemert başlangıçtaki sınırları aşma davranışına, birincil sapkınlık demektedir. Çoğu durumda, bu edimler kişinin kendi kimliğine ‘marjinal’ durumdadır -sapkın davranışın olaganlapmldığt bir süreç. Ancak kimi durumlarda, olağanlaştırma ger­ çekleşmez ve kişi suçlu ya da kabahatli diye yaftalanır. Lemert, bireyin yaftayı kabullendiği ve kendisini sapkın olarak görmeye başladığı durumları betim­ lemek için ikincil sapkınlık terimini kullanmıştır. Bu tür durumlarda, yafta kişinin kimliği için merkezi bir konuma gelir ve sapkın davranışın sürdürülmesi ya da yoğunlaştırılmasına yol açar.
Örneğin, bir Cumartesi gecesi kentte arkadaşlarıyla eğlenirken bir dükkanın camını kıran Luke’u düşüne­ lim. Böyle bir edim, belki de, delikanlı­ ların bağışlanabilir bir özelliği olan aşırı taşkın davranışın kaza ile ortaya çıkmış bir sonucu diye görülebilir. Luke, bir uyarı ve küçük bir para cezası ile paçayı kurtarabilir. Eğer Luke “saygıdeğer” bir kökenden geliyorsa, bu olması olası bir sonuçtur. Pencerenin kırılması, eğer delikanlı yalnızca zaman zaman fazlaca bıçkın olan iyi huylu bir kişi diye görü­ lüyorsa, birincil sapkınlık düzeyinde kalacaktır. Eğer, öte yandan, polis ve mahkeme, Luke’u uzun bir cezaya çarptırır ve bir toplumsal hizmeti yerine getirmeye zorlarsa, sözü edilen olay, ikincil sapkınlığa giden yolun ilk adımına dönüşür. “Sapkın olmayı öğrenme” süreci, sapkın davranışı düzelteceği varsayılan o aynı kurumlar tarafından -hapishaneler ve akıl hastaneleri- daha da güçlendirilir.
Bir toplum, sapkın davranış kont­ rolden çıkarsa ne yapar? Amerikalı aka­ demisyen ve siyasetçi Daniel Patrick Moynihan, ölümünden on yıl önce, 1993’te yazdığı “Defıning Deviance Down” (Sapkınlığı Aşağıya Çekerek Tanımlamak) başlıklı tartışmalı makale­ sinde, Amerikan toplumundaki sapkın­ lık düzeylerinin kaldırabileceği nokta­ nın ötesine geçtiğini ileri sürmüştür. Bir sonuç olarak, “sapkınlığı, daha önce damgalanan çoğu davranışı gözardı etme yoluyla yeniden tanımlıyor” ve ayrıca, önceki ölçülere göre olağan olmayan davranış diye görülen davra­ nışı artık böyle görmeyerek “olağan” düzeyi sessizce yukarı çekiyoruz.
Amerikan toplumu bu noktaya nasıl vardı? Moynihan’ın verdiği bir örnek, 1950’lerde zihin sağlığı mesleği­ nin başlattığı hastaneden çıkarma hareketi idi. Zihinsel hastalığı olanlar, hastanelere yatırılmak yerine sakinleş­ tiricilerle tedavi edilip salıveriliyordu. Bir sonuç olarak, New York’daki psikiyatri hastalarının sayısı 1955’te 93.000 iken 1992’de 11.000’e düşmüştü.
Bu psikiyatri hastalarının hepsine ne oldu? Pek çoğu, New York’ta sokak­ larda yatarken gördüğümüz evsiz insanlara dönüştüler. “Sapkınlığı aşağı çekerek tanımlama” yoluyla, sokakta yatan insanlar deli diye değil, ev alacak durumda olmayan kişiler diye tanımlanır olmuşlardı. Aynı zamanda, suçun “olağan” kabul edilebilir düzeyi artmıştı. Moynihan, 1929’daki, yedi haydudun öldürüldüğü Sevgililer Günü Katliamından sonra, Amerika’nın ayağa kalktığına işaret ediyordu. Bugün, şiddet içeren çete cinayetleri öylesine yaygın ki, bir tepki bile yok. Moynihan aynı zamanda suçun eksik kaydedilme­ si, bir başka “olağanlaştırma” biçimi diye görüyordu. Sonuç olarak Moy­ nihan, “bizim için iyi olmayan çok sayıda davranışa alışıyoruz” diyordu.
Otuz yıl önce, A.B.D.’de, Bos­ ton’da mavi yakalı işçilere yönelik olarak yapılan bir çalışmada, sosyolog Richard Sennett, çalışma yıllarını kent merkezindeki bir büroda hizmetli olarak geçiren bir İtalyan göçmeni olan Enrico’nun profilini çıkarmıştı. Enrico, işinin kötü koşullarından ve düşük ücretinden hoşlanmıyor olsa da, işi ona bir kendine güven ile karısı ile çocuklarına “dürüst” bir yaşam sağlıyordu. Enrico, kentin banliyö­ sünde bir ev alacak duruma gelene kadar on beş yıl, her gün tuvaleüeri temizleyip yerleri paspaslamıştı. Çok parlak olmasa da, işi güven altındaydı; işi, bir sendika tarafından korunuyordu; Enrico ile karısı güvenle kendilerinin ve çocuklarının geleceklerini planlayabili­ yorlardı. Enrico tam olarak ne zaman emekli olabileceğini ve emekli olduğun­ da ne kadar para alacağını biliyordu. Sennett’in dikkat çektiği gibi, Enri­ co’nun çalışmasının “bir tek kalıcı amacı vardı; ailesine hizmet”. Enrico kendi dürüst çalışmasından gurur duysa da, aynı şeyi çocukları için istemiyordu. Enrico için, çocuklarının yukarıya doğru hareket edebileceği koşulları yaratabilmek önemliydi.
Sennett’in on beş yıl sonra raslantı- sal olarak Enrico’nun oğlu ile karşılaş­ tığında öğrendiği gibi, çocuklar daha hareketli olmuşlardı. Rico, New York’ta işletme okuluna gitmeden önce, mühendislik derecesi almıştı. Mezu­ niyetinden sonraki on dört yıl içinde, Rico gözalıcı bir kariyere sahip olmuş ve ücret merdiveninde en üstteki % 5’e erişmişti. Rico ve karısı Jeanette evlilikleri boyunca kendi kariyerlerini ilerletmek için en az beş defa taşınmış­ lardı. Risk alarak ve değişime açık olarak, Rico ve Jeanette, çalkantılı döneme ayak uydurmuş ve sonuçta varlıklı hale gelmişlerdi. Yine de, başarılarına karşın, öykü tümüyle mutlu bir öykü değildi. Rico ile eşi “kendi yaşamlarının kontrolünü yitiriyor olma” duygusu yaşıyordu. Bir danışman olarak, Rico zaman ve işi üzerindeki kontrolünü yidriyor duygusu yuşayor- du: Sözleşmeler belirsiz ve sürekli değişen nitelikteydi; sabit bir rolü yoktu ve kaderi büyük ölçüde ağların getirece­ ği fırsatlar ve zorluklara bağlıydı. Jeanette de benzer biçimde işini elinde tutma belirsizliği yaşıyordu. Jeanette, coğrafi olarak dağılmış bir muhasebe­ ciler takımını yönetiyordu. Bunlardan bir bölümü evde, bir bölümü büroda, bir bölümü de şirketin binlerce mil ötedeki farklı bir şubesinde çalışıyordu. Bu “esnek” takımı yönetirken, Jeanette, yüzyüze etkileşime ve bir bireyin çalışmasına ilişkin kişisel bilgiye sahip değildi. Bunun yerine uzaktan, e-posta ve telefon görüşmeleri yoluyla işini yapıyordu.
Ülke içinde taşınırlarken, Rico ile Jeanette’in anlamlı arkadaşlıkları bir kenara bırakılmıştı; yeni komşular ve topluluklar onların geçmişi, nereden geldikleri ve kim oldukları hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Sennett’in yazdığı gibi “Arkadaşlık ve yerel topluluğun kaçak niteliği, Rico’nun en önemli kaygısı olan ailesinin artalanını oluşturuyordu”. Evde Rico ile Jeanette işlerinin anne-baba olarak hedeflerine ulaşma yeteneklerine karıştığını görü­ yorlardı. Saatler uzundu; çocuklarını ihmal ettiklerini düşünüyorlardı. Ne ki geçen zaman ve planlara ayak uydur­ maktan daha zor olan şey, kendilerinin çocukları için kötü birer örnek oluşturdukları idi. Çocuklarına çok çalışmanın, bağlanmanın ve uzun dönem hedeflerinin değerini öğretme­ ye çalışırken kendi yaşamları farklı bir öykü anlatıyordu. Rico ve Jeanette, çağdaş toplumda giderek tercih edilen,
çalışmaya kısa dönemli, esnek yaklaşım­ ların örnekleriydi. Onların çalışma geçmişleri, sürekli taşınma, geçici bağlanmalar ve yaptıkları şeye kısa dönemli yatırımlarla nitelenmekteydi. Çift, bizim şu andaki yoldan çıkmış toplumuzda “iyi işin niteliklerinin, iyi kişiliğin nitelikleri olmadığının” farkındaydılar.
Sennett’e göre, Rico ve eşi Jeanette’in yaşantıları, çalışmaya yönelik esnek yaklaşımın, çalışanların kişisel yaşamları üzerindeki kimi sonuçlarını göstermektedir. Sennett, Kişiliğin Aşınması (The Corosion of Character 1998) adlı kitabında, esnek davranış ile çalışma tarzlarının başarılı sonuçlar yaratabileceğini, ancak kaçınılmaz olarak aynı zamanda kafa karışıklığı ve zararla sonuçlanacağını ileri sürmekte­ dir. Bunun nedeni, bugün işçilerden beklenenlerin esnek olma, ayak uydurma, hareketli olma ve risk almakta istekli olma doğrudan, güçlü bir kişilik için gerekli olan bağlılık, uzun dönemli hedeflere yönelme, kendini adama, güven ve amaç sahibi olma gibi pek çok özellikle çatışmasıdır.
Adam Smith in Ulusların Zenginliği (The Wealth of Nations-1776), bir topluiğne fabrika­ sındaki işbölümünün betimlemesi ile başlar. Tek başına çalışan bir kişi bir günde belki 20 iğne yapabilir. Ne ki, bu işçinin ödevi bir dizi yalın işleme bölünürse, uzmanlaşmış işleri yapan on işçi işgbirliği içinde birlikte günde 48.000 iğne üretebilir. Başka deyişle işçi başına üretim oranı, 20’den 48.000’e çıkmıştır; her bir uzman işlemci tek başına çalıştığında yapabileceğinden 240 kat daha fazla iğne üretmektedir.
Bir yüzyıldan fazla bir zaman sonra bu düşünceler, en gelişmiş ifadesine, Amerikalı bir yönetici danışmanı olan Frederick Winslow Taylor’ın (1865- 1915) yazılarında ulaşmıştır. Taylor’un “bilimsel yönetim” dediği yaklaşım, sanayi süreçlerinin, onları zamanlaması ve düzenlemesi tam olarak yapılabi­ lecek biçimde yalın işlemlere bölebil­ mek için ayrıntılı bir incelemesine dayanıyordu. Bilimsel yönetimin daha sonra aldığı adla Taylorizm, yalnızca akademik bir çalışma değildi. Taylo­ rizm, sanayi üretimini ençoklaştırmak için tasarlanmış bir üretim sistemi idi; yalnızca sanayi üretim ve teknolojisi üzerinde değil, çalışma yeri siyaseti üzerinde de yaygın etkileri olmuştu. Özellikle, Taylor’un zaman ve hareket çalışmaları, üretim süreçleri hakkındaki bilginin işçiden alıp sağlam bir biçimde yöneticilerin eline teslim etmeyi, böylelikle de zenaatçıların korudukları özerkliğin temelini ortadan kaldırmayı sağlamıştır (Braverman 1974). Böyle­ likle, Taylorizm, işgücünün nitelikten yoksun bırakılması ve aşağılanmasıyla eşleşir olmuştur.
Jockey ilk bronz mantarını, Ocak 1885’te bir Pazartesi sabahı saat altıyı beş geçe yaptı. Ustabaşı ona nasıl yapılacağını anlatırken, “Şimdi göbeğini tornanın yatağına sıkıca daya” dedi, “yere sağlam bas; bacaklarını da ayır”. Jockey bacaklarını ayırdı. Makine kıvılcım ve tiz bir ses çıkardı; buhar itişli bir makine; bronzdan mantar biçimin­ deki valf kutuya düştü. “Bundan kaç tane yapmam gerekiyor?” diye sordu Jockey masumca. “Gökte kaç tane yıldız varsa” dedi ustabaşı ve yürüyüp gitti.
Jockey o zaman on beş yaşındaydı. Bu iş bir terfıydi. Bundan önceki işi, M anchester yakınlarındaki Sal- ford’daki fabrikada çay yapmak ve getir götür işlerini yerine getirmekti. Jockey altmış bir yıl boyunca başka bir iş yapmadı. İlk birkaç yıldan sonra sendikaya katıldı. Yirmi beş yaşında, ayakları altında çöken döşemenin içine geçti. Döşemeyi tamir için gelen ustaya kendini şöyle savundu: “Görüyorsun yere sıkı basmalıyım. Döşeme dağılı­ yor”. “Özür dileme” dedi usta, “Bu be­ nim döşemem değil”. Tahtalar 1907’de ve sonra 1916’da yeniden kırıldılar. 19î8’de Jockey üç gün işe gelmedi “İs­ panyol gribi” diye özür diledi; “kafamı kaldıramadım” ve 1935’te iki gün daha elmedi; karısı öldüğünde. Şirkette geçirdiği altmış bir yıl boyunca, işten yalnızca beş gün uzak kaldı.
İkinci Dünya Savaşının hemen ardından, yetmiş bir yaşına geldiğinde, milyonuncu valfini yaptıktan kısa bir süre sonra, altındaki çürümüş zemin bir kez daha çöktü. “Bunu bekliyordum” dedi. Tornayı itti, torunu olacak yaştaki ustabaşına gitti. “Bu hafta sonu artık bitiriyorum George”, diye bağırdı makinenin sesini başarmak için. Ayrı­ lırken, oradaki insanlar bir sallanan koltuk aldılar. “Bunu da eskitip dağıttı­ ğın zaman sana usta göndeririz!” Cuma öğleden sonra, ustabaşı ona yeni çırağı tanıttı. “Ona işin nasıl yapılacağını gös­ ter, tamam mı?” dedi. Jockey gülüm­ sedi: “otur şuraya” dedi çocuğa; “çok fazla bir şey yok. Göbeğini torna yatağı­ na sıkıca daya, yere sağlam bas; bacak­larını da ayır!”
1980’lerde Çin yönetimi ulusal televizyon siteminin yaygınlaşmasını sağlamış ve televizyonun vatandaşlar tarafından satın alınmasını teşvik etmiştir. Ülke yönetimi televizyon yayımcılığını, ülkeyi birleştirmenin ve parti otoritesini desteklemenin bir aracı olarak görmüştür. Ancak televizyon değişken bir araç olabilmektedir. Yalnız uydu temelli kanalların olduğu bir çağda televizyon yayımcılığının sıkı bir biçimde denetlenmesi mümkün olamamış, üstelik Çinli izleyiciler televizyon içeriklerini yönetimin niyetlerinin aksi yönde yorumlamaya istekli olduklarını göstermişlerdir (Lull 1997).
Lull, yüz Çinli aile ile yaptığı araştırmada, tıpkı komünist rejim alandaki diğer topluluklarda olduğu gibi Çinli izleyicilerin satır aralarındaki daha az açık mesajları okuyup yorumlamada usta olduklarını ortaya koymuştur. Lull, görüşmelerde sorulara yanıt verenlerin yalnızca seyrettikleri şeyi değil, onu izleyiş biçimlerini de betimlediklerine dikkat çekmiştir, izleyiciler yönetimin sıklıkla haberleri değiştirdiğini ve abarttığını bildikleri için asıl durumu zihinde canlandırmanın ustası haline gelmişlerdir. Neyin sunulup neyin sunulmadığı, neye önem verilip verilmediği, söylenenlerin nasıl söylendiği gibi bütün üsluplara dikkat edilmektedir -hepsi hassas bir biçimde yorumlanmaktadır.
Glasgow Medya Gru­bu üyeleri bir dizi ek araştırma daha gerçekleştirdi. Kötü Haberler serisinin son basımı İsrail’den Kötü Haberler (Bad News from Israel-Philo ve Berry2004), İsrail-Filistin çatışmasının tele­vizyon haberlerinde nasıl bildirildiğini incelemişlerdir. Çalışma iki yıllık bir dönemde gerçekleştirilmiştir ve 800 kişilik örneklem izleyici grubundan üyelerin katıldığı panellere dahil olan üst düzey haber yayımcıları ve gazeteciler tarafından desteklenmiştir. Çatışmanın televizyonlardaki kapsadığı yer ve zamanın yanı sıra yazarlar bu kapsamın izleyicilerin inanç ve tutum­larıyla nasıl bağlantılandırıldığıyla da ilgilenmişlerdir.
Çalışma, çatışmayla ilgili televizyon haberlerinin kapsamının izleyicilerin aklını karıştırdığı ve büyük ölçüde İsrail yönetiminin görüşlerine ağırlık verdiği sonucuna varmıştır. Çalışma, özellikle Filistinlilere oranla İsraillilerle iki kat daha fazla röportaj yapan ve onları haber konusu eden BBC 1’de resmi İsrail bakış açısına yönelik bir eğilim bulmuştur. Buna ek olarak, İsrail’i des­tekleyen Amerikalı politikacıların gö­ rüşlerine de çokluk ağırlık verilmiştir. Keza çalışma, haberlerin Filistinlilere oranla İsrail’in kayıplarını (İsraillilerden iki ya da üç kat daha fazla Filistinlinin ölmesine karşın) daha güçlü bir biçimde vurguladığını bulmuştur. Gazetecilerin kullandığı İsrail ve Filistin saldırılarını betimleyen dilde de farklılıklar bulun­ muştur. Örneğin gazeteciler sıklıkla Filistinlilerin eylemlerini ‘terörizm’ olarak tanımlarken, İsrailli grupların eylemleri Filistin okuluna bomba atma girişimi şeklinde bildirilmiş, gruplardan da aşırı uç ya da yasal yetkisi olmaksızın zorla düzen sağlamaya uğraşan örgüt olarak bahsedilmiştir (Philo ve Berry 2004).
İsrail’den Kötü Haberler, çatışmanın kaynağının tarihi konusuna televiz­ yonda ayrılan yer ve zamanın çok az olduğunu iddia etmektedir. İzleyicilerin büyük bir çoğunluğu ana öğreni kaynağı olarak bu haberlere güvenmiştir. Ayrıca, izleyicilerin bilgilerindeki ‘boşluk’lar, haberlerdeki ‘boşluk’larla yakın bir koşutluk göstermektedir. Araştırma, sorunun Filistin eylemi ile başladığı izlenimi verilerek, yine bunun Filistinlilerin aleyhine işlediğini iddia etmektedir (Philo ve Berry 2004).
1991’de Körfez Savaşı’ndaki husumetler patlak vermeden önce, Baudril­lard bir gazeteye Körfez Savaşı Çıka­maz adlı bir makale yazmıştır. Savaşın ilân edilmesi ve kanlı çalışmaların ortaya çıkması bir bakıma Baudrillard’ın yanıldığını göstermişti. Ancak durum hiç de öyle değildi. Savaşın sona ermesinin ardından Baudrillard ikinci bir makale daha yazdı: Körfez Savaşı Olmadı . Bununla ne demek istiyordu? Söylemek istediği şey, bu savaşın tarih boyunca ortaya çıkmış diğer savaşlara benzemediğiydi. Bu savaş bütün dün­yadaki diğer izleyicilerle birlikte Büyük George Bush ve eski Irak Başkanı Saddam Hüseyin’in de neler olup bittiğini görmek için CNN’in yayını izledikleri bir medya çağı savaşı, bir televizyon gösterisiydi.
Hıristiyan mezheplerin hemen hemen hepsi Ondokuzuncu yüzyılın sonuna kadar Birleşik Devletler’de ve dünyanın diğer yerle­rinde hüküm süren köleliğe hoşgörüyle bakmış ya da onaylamıştır. Köleliğin Tanrı hukukunda yeri olduğu ileri sürülmüş, boyun eğmeyen kölelerin hem efendilerine hem de Tanrı ya karşı suçlu duruma düşeceklerine ilişkin öğretiler geliştirilmiştir.
Durkheim, modern toplumların gelişmesiyle beraber dinin etkisinin giderek azalacağı inancındadır. Bilimsel düşünce, dini açıklamaların yerini almış, adetler ve törensel faaliyetler bireylerin hayatında çok az bir yer kaplamaya başlamıştır. Durkheim, Marx ile ilahi güçleri ya da tanrıları içeren geleneksel dinlerin kaybolmanın eşiğinde olduğu konusunda hemfikirdir. Durkheim’a göre eski tanrılar ölmüştür. Fakat Durkheim, biçim değiştirmiş dinlerin muhtemelen hayatlarının devam ede­ceklerini belirtmiştir. Modern toplum­lar kendi değerlerini taşıyan adetlere bağlı olsalar dahi yeni törensel etkin­liklerin eskilerinin yerine geçmesi olasıdır. Durkheim, bu yeni etkinlik­lerin neler olabileceğini belirgin kılmış değildir ama öyle görünüyor ki, zihninde özgürlük, eşitlik ve toplumsal işbirliği gibi hümanist ve siyasal değerlerin kutsanması vardı.
Durkheim, küçük geleneksel kültürlerde dinin, hayatın hemen hemen tüm yönüne nüfuz ettiğini ileri sürmüştür. Dinsel törenler hem yeni fikirler ve düşünce kategorileri yaratmakta hem de varolan değerleri yeniden doğrulamaktadır. Din sadece bir takım duygu, fikir ve etkinlikler kümesi değildir ama din, geleneksel kültürlerde bireylerin düşünme tarzını belirlemek­tedir. En ilkel düşünce biçimleri bile dini çerçeve içerisinde ifade edilmiş­lerdir. Örneğin, ‘zaman’ kavramına aslında, dinsel törenler arasındaki zaman aralıklarının sayılmasıyla ulaşıl­mıştı.
Yeni ırkçılık, biyolojik açıdan aşağı olmaktan çok, kültürel farklılık kavramıyla dile getirilen ırkçı tutumları tarif eder.
Irkçılık, kendine özgü fiziksel görünümü olan bireylere yanlış yere kalıtımla geçen özellikler ve kişilik atfetmek anlamına gelmektedir. Irkçı, fiziksel özellikler bütününe sahip bir topluluğun diğerlerinden daha aşağı özelliklere sahip olduğuna biyolojik bir açıklama getirilebileceğine inanan kişidir.
Azınlık grubu, üyeleri toplum tarafından sıklıkla ayrımcılığa uğrayan gruptur. Azınlık grubun üyeleri, bir ölçüde kolektif bir soyutlanmışlık deneyiminden kaynaklanan güçlü bir dayanışma duygusuna sahiptir.
Bir bölgede yaşayan insan topluluğunun bölümleri, topluluğu diğer gruplardan ayıran ortak kültürel özellikleri paylaşan etnik grupları meydana getirir. Etniklik bir grubu diğerinden ayıran kültürel farklılıklara işaret eder. Bir etnik grubun en temel ayırt edici özellikleri dil, tarih, atalar, din, giyim ve süslenme tarzlarıdır. Etnik farklılıklar zaman zaman doğal kabul edilmelerine rağmen bütünüyle öğrenilirler.
Irk, bir topluluğun ya da toplumun üyeleri tarafından etnik açıdan ayırt edici kültürel özelliklere işaret ettiği için önemli kabul edilen, deri rengi gibi fiziksel özelliklere atıfta bulunur. Irkla ilgili çoğu yaygın inanış mitseldir. İnsanların farklı ırklara bölünebileceği kesin nitelikler yoktur.
Cinsel yönelim, kişinin cinsel ve duygusal anlamda hissettiği çekimin yönüyle ilgilidir. Kimileyin hatalı biçim­de cinsel yönelim yerine kullanılan “cinsel tercih” terimi ise aslında kişinin cinsel ya da duygusal çekiminin tamamen kişisel seçimlerine bağlı olduğunu ima ettiği için yanıltıcıdır ve kullanı­mından kaçınılması gerekir. Aşağıda göreceğimiz gibi, cinsel yönelim her kültürde, henüz tam olarak anlaşılama­mış toplumsal ve biyolojik etkenler arasındaki karmaşık bir etkileşiminin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Fuhuş neden var? Hiç kuşkusuz, fuhuş kendisini ortadan kaldırmaya çalışan hükümetlere bile karşı koyan dirençli bir fenomendir. Neredeyse her zaman kadınlar erkelere cinsel hizmet satmakta, tersi ise nadiren yaşanmaktadır. Almanya’nın Hamburg şehrindeki “haz evleri” gibi erkeklerin kadınlara cinsel hizmetler sundukları yerler de yok değildir. Elbette , oğlanlar ya da yetişkin erkekler kimileyin başka erkeklerle de para karşılığı cinsel ilişkiye girebilmektedir.
Fuhuşu açıklayabilecek tek bir etken yoktur. Erkeklerin cinsel dürtülerinin kadınlarınkinden daha güçlü ya da sürekli olduğu ve fuhuşun bu yüzden ortaya çıktığı düşünülebilir. Ne var ki, bu açıklama akla yatkın değildir. Kadınların çoğu akranları olan erkeklere kıyasla cinselliklerini daha yoğun bir şekilde yaşamaya muktedir görünmektirler. Ayrıca, fuhuş sadece cinsel ihtiyaçların tatmin edilmesine yönelik olarak ortaya çıkmış olsaydı, kesinlikle kadınlara hizmet eden birçok erkek fahişe de ortalıkta olurdu.
Varılabilecek en inandırıcı genel sonuç, fuhuşun erkeklerin kadınları cinsel amaçlar için “kullanılabilecek” birer nesne olarak görmelerinin dışavurumu olduğu ve bu durumu kalıcı hale getirmeye yardımcı olduğudur. Fuhuş belli bir bağlamda kadın ve erkek arasındaki iktidar eşitsizliklerinin dışavurumudur. Elbette başka birçok öğe de işe karışmaktadır. Fuhuş, fiziksel yetersizlikleri yüzünden ya da kısıtlayıcı ahlaki kodların olduğu hallerde, başka türlü cinsel tatmine ulaşamayan insanların cinsel tatmin sağlamalarının bir yoludur da. Fahişeler evlerinden uzak olan ve cinsel açlık çeken yada arada bağlılık olmadan cinsel birliktelik yaşamak isteyen yada başka kadınların kabul etmeyecekleri cinsel beğenileri olan erkeklere hizmet veririler. Gelgelelim bu etkenler fuhuşun genel doğasından ziyade, fuhuşun yaşanma koşullarıyla ilgilidir.
Bu yüzden, düşük gelirli ülkeler az gelişmiş ülkeler olarak değil, daha ziyade hatalı gelişmiş ülkeler olarak görülmektedirler (Frank 1996; Emmanuel 1972). Yabancı şirketlerin çıkarları­na hizmet eden birkaç siyasetçi ve işadamı dışında bu ülkelerde halkın geneli yoksul kalmıştır. Köylüler açlık­ tan ölmek ya da yabancıların deneti­mindeki tarlalarda, madenlerde ve fabrikalarda karın tokluğuna çalışmak arasında bir seçim yapmaya zorlanmış­lardır. Bağımlılık kuramcıları böylesi bir sömürüyü ülkelerinin ekonomik büyü­mesinin önündeki engel olarak gördük­leri için, genelde, yabancı şirketleri ülkelerinden hepten çıkarabilecek dev­rimsel değişimlerin gerekli olduğunu ileri sürmektedirler (Frank 1969).
Siyasi ve askeri güç, pazar odaklı gelişme kuramcıları tarafından genelde ihmal edilmekteyken, bağımlılık kuram­cıları güç kullanımını eşitsizliğe dayalı ekonomik ilişkilerin dayatılabilmesi açı­sından merkezi bir konumda görürler. Bu kurama göre yerel önderler ne zaman haksız düzenlemeleri sorgu­lamaya kalksalar çabucak susturulmak­ tadırlar. Sendikalaşma genelde yasadışı ilan edilmekte, işçileri örgütleyenler hapse atılmakta, hatta bazen öldürül­mektedir. Halk böyle bir siyasete karşı çıkan bir hükümeti seçtiğindeyse, bu hükümeder çoğu kez arkasında sanayi­leşmiş ülkelerin silahlı kuvvetlerinin bulunduğu, ülkenin kendi silahlı kuvvetleri tarafından devrilmektedir. Bağımlılık kuramcıları bu konuda pek çok örnek verirler: CIA’nin 1954 yılında Guatemala’da, 1973 yılında ise Şili’de iktidara gelen Marxçı hükümederin devrilmesinde ve 1980’lerde Nikara­ gua’da iktidardaki sol hükümetin yıpratılmasında parmağı olduğuna işaret ederler. Bağımlılık kuramına göre, küresel eşitsizlik güç kullanma yoluyla bu şekilde muhafaza edilmektedir: Zen­gin ülkelerdeki muadillerinden destek alan yoksul ülkelerdeki ekonomik seçkinler, ülkenin polisini ve silahlı kuvvetlerini yerel halkı zapt etmek amacıyla kullanmaktadırlar.
Kimi sosyologlar Japonya ve Doğu Asya’nın YSÜ’ lerinin ekonomik başarılarının kısmen bu ülkelerin kültürel geleneklerine, özellikle de ortak kültürel mirasları olan Konfüç-yüsçü felsefeye dayandığını ileri sürmektedirler. Yaklaşık bir yüzyıl önce Max Weber (1977), Protestanlığın tutumluluğa, sadeliğe ve sıkı çalışmaya olan inancının, kapitaliz­min Batı Avrupa’daki yükselişini açıkladığını ileri sürmüştü. Weber’in bu savı Asya’nın ekonomik tarihine de uygulanmıştır. Konfüçyüsçülüğün kişiye, büyüklerine ve amirlerine saygı gösterme duygusunu, eğitimi, sıkı çalışmayı, başarının terfi edebilmenin anahtarı olduğu ve yarının getireceği daha büyük bir ödül için bugünü feda edebilme düşüncesini aşıladığı ileri sürülmektedir. Tüm bunların bir sonucu olarak, der Weberci sav, Asyalı işçiler ve yöneticiler şirketlerine son derece sadık, yetkeye saygılı, çalışkan ve başarı odaklı olmaktadırlar. Hem işçilerin hem de kapitalistlerin tutumlu oldukları söylenir. Savurgan biçimde yaşamak yerine, bir sonraki ekonomik büyümeyle birlikte servetlerine servet katmaları muhtemeldir (Berger 1986; Wong 1986).
Çocuk çalıştırmanın köleliğe benzeyen bir şekli “çocukları esaret altında çalıştırma”dır. Bu düzende sekiz ya da dokuz yaşındaki çocuklar, fabrika sahibi tarafından ailelerine ödenen küçük bir kredi karşılığı alınır. Bu çocuklara öyle az yevmiye verilir ki, borcu ödemeyi asla başaramaz ve yaşam boyu esaret altında çalışmaya mahkum olurlar. Uluslararası dünyanın dikkatini çekmiş olan bir esaret alanda çalışma örneği, Pakistan’lı bir çocuk olan ve dört yaşındayken babası tarafından ilk doğan oğlunun düğün masraflarını karşılayabilmek amacıyla, 600 rupee borç karşılığında (kabaca 16 dolar), çalıştırılması için satılan İkbal Masih’in hikayesidir. İkbal, altı yılını bir halı dokuma tezgahına zincirlenmiş halde, saatler boyunca halı dokuyarak geçirmiştir. On yaşına geldiğinde fabrikadan kaçmayı başarmış, yaşadıklannı çalışma örgütlerinde ve okullarda anlatmıştır. Ne var ki konuşması Ikbal’e pahalıya mal olmuştur: Henüz on üç yaşındayken, yaşadığı mahallede bisikletle gezdiği bir sırada, halı sanayisinin adamları olduğu sanılan kişilerce öldürülmüştür, (www.freethechildren.org; Bobak 1996).
Bir Birleşmiş Milleder raporunda bu duruma birkaç örnek verilmiştir:
Malezya’da çocuklar kauçuk ekimi gibi işlerde ve yılan ve böcek ısırmalarına karşı savunmasız şekilde günde 17 saat çalışabilmektedirler. Birleşik Tanzanya Cumhuriyeti’nde kahve toplayan çocuklar, bir yandan böcek ilaçlarını da solumaktadırlar. Portekiz’de inşaat sektöründe çalışan ve yaşları on ikiye kadar inen çocuklar, her gün ağır iş yükü ve ölümcül tehlikelere maruz kalmaktadırlar. Fas’ta ise ihraç malı lüks halılar dokumak için halı dokuma tezgahlarında çok düşük ücrederle ve uzun saatler boyu, kamburlan çıkana dek çalıştırılmaktadırlar A.B.D’de çocuklar tekstil sanayisinin dokuma fabrikalarında çalıştırılarak sömürülmektedirler. Filipinler’de derin deniz balıkçılığı sektöründe çalışan genç erkek çocukları, ağlan yerleştirmek amacıyla tehlikeli koşullarda denize dalabilmektedirler.
Pek çok fabrikadaki çalışma koşulları korkunçtur:
”Depo ve kazan dairesinin her ikisindeki tozun da kimyasal madde ve buharlardan kaynaklandığı apaçıktı Çubuklar yardımıyla birbirinden aynlmış bölmelerin bulunduğu geniş bir antrede çoğu on yaşının alünda olan toplam 250 çocukla karşılaştık. Bazıları ancak beş yaşında olan bu çocuklar, sıra sıra dizilmiş çalışıyorlardı. ”
Doğu Afrika ülkesi olan Gabon’da on yaşındaki bir çocuk Dünya Bankası araştırmacılarına şunları söylemiştir: “Sabah kahvaltı yapamadan okula gidiyorum. Öğle yemeği zaten yok. Akşamları ise yiyecek çok az yemek oluyor ve bu da bana yetmiyor. Başka bir çocuğu yemek yerken gördüğümde, onu izliyorum ve yemeğini benimle paylaşmazsa, sanki açlıktan ölecekmişim gibi geliyor” (Narayan 1999). Dünyanın düşük ya da orta gelirli ülkelerinde yaşamakta olup da yetersiz beslenen beş yaşının altındaki çocukların dörtte üçü, aslında gıda fazlası olan ülkelerde yaşamaktadır.(Lappe 1998). ABD’deki nüfusun her yıl kedi ve köpek mamalarına harcadığı parayla (13 milyar dolar) dünyadaki insanların açlık sorunun büyük ölçüde çözülebileceği tahmin edilmektedir (Breadforthe WorldInstitute 2005).
Zenginliğin paylaşımıyla ilgili bilgi elde etmek güçtür. Bazı ülkeler bu tür konularda diğerlerine göre daha güvenilir istatistiklere sahiptir, ancak bunlar her zaman önemli miktarda kestirim içerirler. Zengin, mal varlığının tümünü genellikle herkese reklam konusu etmez; aslında biz sadece bize gösterildiği kadarını biliriz ve sıklıkla da yoksullar ile yoksulluk hakkında daha fazla bilgimiz vardır. Zenginlik hakkında kesin olarak bilinen, aslında onun çok küçük bir grubun elinde olduğudur.
Bir sokakta iki insan karşılaştığında, belirli bir uzaklıktan birbirlerini süzerler; yakınlaşıp birbirlerinin yanından geçerlerken gözlerini kaçırıp başka yönlere bakarlar. Bunu yaparlarken, Erving Goffman’ın(1967, 1971) birçok durumda birbirimize karşı benimsemek zorunda olduğumuz uygar kayıtsızlık dediği şeyi sergilerler. Uygar kayıtsızlık, başkalarını dikkate almamakla aynı şey değildir. Her birey, öteki insanın farkında olduğunu gösterir ancak çok teklifsiz görünebilecek herhangi bir jestten kaçınır. Uygar kayıtsızlık, bizim az çok otomatik olarak gerçekleştirdiğimiz bir şeydir; ancak etkin bir biçimde ve kimi zaman yabancılar arasında korkmadan yürütülmesi gereken toplum yaşamının varolmasında temel bir öneme sahiptir.
Bunun önemini anlayabilmenin en iyi yolu, geçerli olmadığı örnekleri düşünmektir. Bir kişi bir başkasına, gözünü dikerek ve yüzünde belirli bir duyguyu açıkça göstererek bakıyorsa, bu normal olarak bir aşık, aile bireyi ya da yakın bir arkadaştır. Yabancılar ya da caddede, işte ya da bir partide tesadüfen karşılaştığımız kişiler hemen hemen hiçbir zaman bir başkasına böyle bakmaz. Böyle yapmak, düşmanca bir niyetin göstergesi olarak alınabilir; örneğin ırkçılar, yanlarından geçen öteki etnik gruplardan kişilere nefret bakışı atmalarıyla bilinirler.
İnsanlar yaklaşık yarım milyon yıldan beri dünya üzerinde varlar. Sabit yerleşimlerin gerekli temeli olan tarım, yalnızca oniki bin yaşında. Uygarlıklar yaklaşık altı bin yıl öncesinden daha fazlasına gitmez. Eğer insan varoluşunun bütününe 24 saatlik bir gün diye baksaydık, tarımın ortaya çıktığı zaman öğleden sonra 11:56, uygarlıkların
ortaya çıktığı zaman da 11:57 olurdu. Modern toplumların gelişimi ancak 11’i 59 dakika 30 saniye geçerken başlayacaktı! Yine de bu insan gününün son 30 saniyesinde, belki de o ana kadar geçen bütün zaman içerisinde gerçekleşen kadar değişme gerçekleşmiştir.

Modern dönemde de değişmenin hızı, eğer teknolojik gelişim oranlarına bakarsak ortaya çıkar. İktisat tarihçisi David Landers’in gözlediği gibi,

‘Modern teknoloji yalnızca daha çok ve daha çabuk üretmez; dünün zenaat yöntemleriyle hiçbir şekilde üretilemeyecek olan nesneleri de ortaya çıkarır. Yerlilerin kullandığı en iyi el çıkrığı hiçbir zaman, eğirme katırının ürettiği iplik kadar güzel ve pürüzsüz olamaz; onsekizinci yüzyıl Hıristiyanlığının bütün dökümhaneleri, modern bir çelik fabrikasının ürettiği gibi büyük, düzgün ve
birörnek çelik levhalar üretemez. En önemlisi, modern teknoloji, sanayi öncesi dönemde düşünülmesi çok zor olan şeyleri yaratmıştı: kamera, motorlu araba, uçak, radyodan yüksek hızlı bilgisayara kadar bütün bir elektronik aletler dizisi, nükleer enerji santrali ve neredeyse sonsuza kadar giden başkaları sonuç, üretim düzeyinde devasa bir artıştır; tek başına bu bile insanın yaşam biçimini, ateşin keşfinden bu yana, her şeyden çok değiştirmiştir. 1750’de İngiltere’de yaşayan birisi, maddi nesneler bakımından Sezar’ın lejyonerlerine, kendi torunlarından daha yakındı. (Landers 1969)

Zengin, mal varlığının tümünü genellikle herkese reklam etmez; aslında biz sadece bize gösterildiği kadarını biliriz ve sıklıkla da yoksullar ile yoksulluk hakkında daha fazla bilgimiz vardır. Zenginlik hakkında kesin olarak bilinen, aslında onun çok küçük bir grubun elinde olduğudur.
Bazı erkek gay davranışları erillikle iktidar arasındaki ilişkiyi değiştirmeye yönelik girişimler olarak görülebilir heteroseksüel toplumun eşcinselleri bir tehdit olarak algılamasının nedenlerinden biri belki de budur.
Kuzeyin yüksek teknoloji sahibi ülkeleriyle, güneyin gelişmekte olan yoksul ülkeleri arasında gezegenimizin genetik hazinelerini sahiplenme konusunda tarihsel ölçekte bir savaş başlamıştır.
-Meksika’nın güneyindeki dağlarda, bir ormanda büyüyen ve yaz kış yaşayan bir mısır türü..
-Madagaskar’ın tropik yağmur ormanlarında yetişen pembe Cezayir menekşesinin belli kanser türünü tedavi etmede kullanılması..
*Yoldaki röğar kapağını asfalta daha düz oturtamayanlar.. Kimsiniz anladınız mı?
Sorumluluk taşıyan bir söylem kendi konusu üzerine yapılmış öteki açıklamalarla da ilişkili olmalıdır. Bu söylem, daha önce ifade edilmiş öteki görüşleri, ne denli olumsuz ve bu nedenle de uygunsuz olursa olsun göz ardı edemez. Sorumluluk taşıyan bir söylemin kuralları dürüstlükle ve titizlikle gözetildiğinde bunun izlenmesiyle ortaya çıkan önermelerin inandırıcılığının, güvenilirliğinin ve sonuçta da uygulamadaki faydalarının oldukça artacağı umulur
İnsanların çoğu neden bu kadar kötü?
Çünkü, paylaşmayı bilmiyorlar. der Memduh Bayraktaroğlu.
Ben de diyorum ki; zamanında sosyoloji okumamışlar.
Sosyoloji bizim neden olduğumuz gibi olduğumuzu ve neden davranıyor olduğumuz gibi davrandığımız hakkında çok geniş bir bakış açısını benimsememiz gerektiğini ortaya koymaktadır
Eskiden dinin sağladığı geleneksel ahlaki denedeme ve ölçüler, çağcıl toplumsal gelişme tarafından büyük ölçüde parçalanmaktadır; bu da modern toplumlarda yaşayan birçok bireyi, kendi gündelik yaşamlarının anlamdan yoksun olduğu duygusuna itmektedir.
Organik dayanışma ile nitelenen toplumlar, hem insanların ekonomik bakımdan birbirine bağımlı olmalarıyla hem de öteki insanların katkılarının önemli olduğunun farkında olunmasıyla birarada tutulur.
Bilimsel bir tutum, duyuların ortaya koyduğu kanıtlara açık olup dışarıdan gelen, önceden edinilmiş düşüncelerden bağımsız olan bir zihni gerektirir.
Toplumlar neden ve nasıl değişirler?
modern bilimin ortaya çıkışından önce, pek çok insan, depremler gibi doğa olaylarının nedenini tanrılar ya da ruhlar olduğuna inanmaktaydılar.
Bizler, kendi bireyliğimize sahibiz ve onu yaratırız.
Geldiğimiz toplumsal kökenler, hangi tür kararların uygun kararlar olduğunu düşünmemizle büyük ölçüde bağlantılıdırlar.
Sizin kişisel kararınız toplumun geneli içerisindeki konumunuzu yansıtacaktır.
In Weber’s view, the Industrial Revolution and the rise of capitalism were evidence of the larger trend towards rationalization. Capitalism is not dominated by class conflict, as Marx argued, but by the rise of science and bureaucracy: large-scale organizations. Weber saw the scientific character of the West as one of its most distinctive features. Bureaucracy, the only way of organizing large numbers of people effectively, expands with economic and political growth. Weber used the term disenchantment to describe the way in which scientific thinking in the modern world had swept away the forces of sentimentality from the past.
Unlike other early sociological thinkers, Weber argued that sociology should focus on social action, not social structures. He argued that human motivation and ideas were the forces behind change -ideas, values and beliefs had the power to bring about transformations. According to Weber, individuals have the ability to act freely and to shape the future. He did not see, as did Durkheim and Marx, that structures existed external to or independent of individuals. Rather, structures in society were formed by a complex interplay of actions. It was the job of sociology to understand the meanings behind those actions.
Durkheim argued that people who were strongly integrated into social groups, and whose desires and aspirations were regulated by social norms, were less likely to commit suicide.
Even though people see themselves as individuals exercisinng free will and choice, their behaviours are often socially patterned and shaped and Durkheim’s study showed that even a highly personal act like suicide is influenced by what happens in the social world.
Processes of change in the modern world are so rapid and intense that they give rise to major social difficulties. They can have disruptive effects on traditional lifestyles, morals, religious beliefs and everyday patterns without providing clear new values. Durkheim linked these unsettling conditions to anomie: feelings of aimlessness, dread and despair provoked by modern social life. Traditional moral controls and standards, which used to be supplied by religion, are largely broken down by modern social development, and this leaves many individuals in modern societies feeling that their daily lives lack meaning.
The constraining nature of social facts is often not recognized by people as coercive. This because people generally comply with social facts freely, believing they are acting out of choice. In fact, Durkheim argues, people often simply follow patterns that are general to their society.
We need theories to help us make sense of the many facts that we find. Contrary to popular assertion, facts do not speak for themselves. Many sociologists do work primarily on factual research, but unless they are guided by some knowledge of theory, their work is unlikely to be able to explain the complexity of societies. This is true even of research carried out with strictly practical objectives in mind.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir