İçeriğe geç

Boynu Bükük Öldüler Kitap Alıntıları – Yılmaz Güney

Yılmaz Güney kitaplarından Boynu Bükük Öldüler kitap alıntıları sizlerle…

Boynu Bükük Öldüler Kitap Alıntıları

Kapılardan yığın yığın bir insan kalabalığı boşaldı. Genç, yaşlı, çocuk, güzel, çirkin. Yorgun yüzleri, pamuklu saçları, yağlı kasetleri, ayrı ayrı yönlere dağıldılar, aktılar aktılar. Gittiler.
Ya bu yalın ayak, kuru, çelimsiz çocuklar niye gülüyorlar
Vallahi duydum bizim ağa da lastikli motor alacakmış.. Bu lastikli motor bizim ekmeğimizi aldı arkadaş ve biz de hapı yuttuk. Hapı yuttuk ne demek? Türkçesi biz boku yedik..
Dünya da ağalardan yana döndü arkadaş. Bize gitmek düşüyor, başka yol yok; çünkü bizi düşünen kimse kalmadı bu dünyada
Ah bu sinek milleti ah! Bizim çektiğimiz bir bu sinek milletinden, bir de ağa milletinden
Sonra düşündü ve kendini tutamadı ağladı. Toprağı dövdü ağladı, duvarları yumrukladı, ağladı ağladı. Ve bu yeni bir insana varıştı
Sevda başkadır Halil. Adamın içini yakar, başını döndürür. Kan kusturur Halil, kan.
Okula giden önlüklü, beyaz yakalı çocuklar görüyor. Hepsinin yüzünde bir güzellik var. Köpekleri dost bakışlı, saldırmıyorlar hiç. Bügün herkes güzeldir. Bügün günlerden pazartesidir ve sabahtır..
Evin yok, paran yok, su içecek bir tasın yok. Sen kim kız sevmek kim? Sen bu sevdadan namusunla cay
Bu yoksulluk ve çaresizlik içinde sevda, adamı bir uyuşukluğa, bir umutsuzluğa götürüyordu
Bir gün gitmek düşerse aklına, kimseler tutmaz seni. Bu iş zorlamaynan, git demeynen olmaz. Bir gün bıçak kemiğe dayanır, kafana dank eder her şey, bir damla suyu taşırır, başını alır gidersin
Yaşanmış anlar, yaşanılana buruk bir tat katar. Yaşamak, geçmişin sevinciyle beslenip bir derinlik, bir ayrıcalık kazanır.
Durmuş Ağa’nın kapısında, kazma ırgatlarının çocukları birikmişti. Çapaklı ve trohumlı gözlerine sinekler konuyordu. Ellerinde çingiller, taslar akşam çorbasını bekliyorlardı. Kimisinin sırtında bebekler vardı. Bebeklerin ince ayakları kirli bezlerden dışarıya sarkmıştı. Kirli ayaklı, kirli yüzlü çocuklardı hepsi. Yırtık giysilerden, kiminin omzu, kiminin kıçı görünüyordu. Duvar diplerinde sıralanmışlardı. Kimi çömelik, kimi ayakta bekliyordu.
Nergis ne güzel kokar. Genç kızların saçlarında ne güzel duruşu vardır
Serçeler yoksul kuşlardı. Öbür kuşlar gibi gösterişli tüyleri yokru ve iklime göre ülke değiştirmiyorlardı. Kirli bozuk kahverengi, dumanlı boz tüyleri yaz olsun, kış olsun buralarda sürter dururlardı Her şeyi kendilerine düşman olduğu bir dünyada yaşıyorlardı
+Ah ah! Bu vakitler tajiyi alırdı da tavşan avına çıkardı.
-Şuna tazı desene be dayı.
+Taji işte be kurban taji.
-Tazı Tazı
-Bizim dilimiz o kadarına dönmez. Taji işte.
+Peki peki taji olsun, kızma
-Ağzımıza öykünme kurban
Olsa yaşamasını biz de biliriz
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bir gün gitmek düşerse aklına, kimseler tutmaz seni. Bu iş zorlamaynan, git demeynen olmaz. Bir gün bıçak kemiğe dayanır, kafana dank eder her şey, bir damla suyu taşırır, başını alır gidersin
Ara sıra aklıma düşüyor baba ocağı, yüreğim sızlıyor kardaş
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Aynada yüzüne baktı. Saçlarını taradı. Güldü, kendine uygun bir bakış, bir gülüş, bir duruş aradı. Türlü türlü biçimleri denedi. Hiçbirinde de güzel bulamadı kendini..
Bu devirde her işin başında para gelir. Var mı pulun? Herkes kulun Yok mu pulun? Cehennemdir yolun
Yırtık pırtık giysilerin içinde gelişigüzel doldurulmuş bir kemik yığınıydı anası
Kürtler’in kaderleriyle ilgili söz söyleme hakkı yanlızca kürt ulusuna aittir.
Unutma! aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak
Boynu bükük öldüler
Canımızı sıkmayan şeyimi kaldı be derviş? Burnumuzu sıksan canımız çıkacak. Ağzımızın tadı kaçmış bir kere, diriliğimizi bozulmuş. Ne yapsan boş, ne yapsan hava
Bu bizim ayrılık şarabımız olsun yeğenim.
Ayıptır be dayı. İnsan ağası için böyle konuşur mu?
Sende benim yaşıma gelirsen konuşursun..
Yırtık pırtık giysilerin içinde gelişigüzel doldurulmuş bir kemik yığınıydı anası
Az konuşan, içine kapanık, kederli ve biraz yenilmez adam. Hep öndedir
Boynu bükük çocuklar, boynu bükük kadınlar, boynu bükük erkekler, boynu bükük ihtiyarlar Dahası var, boynu bükük taşlar. Yalnız boynu bükük değil, bir direnmeyi de, bir daha aydınlık gelecek için savaşı da gösteren bir bakış açısı
Yılmaz güney boynu bükük deyimini çok seviyordu
Bu yanlış anlayışı ilk altüst eden romancımız, bence, Yaşar Kemal’ dir.
Ama günümüzde, bütün namussuzlukların, ahlaksızlıkların, haksızlıkların kaynağı olan emperyalist sömürü ve sisteme bağımlı çarpık, kapitalist sistemin ülkemizde de yıkılacağını, modern revizyonistlerin, reformistlerin yenileceğini, anti- emperyalist demokratik halk iktidarının kurulacağını ve sosyalizmin inşaasının ilk adımlardan birini oluşturacağını biliyorum
Gelgelerim, koskoca dünyada küçücük bir Hıdır’a yer yoktu. Oda bunu bilerek, bunun ezikliğini yüreğinde duyarak gitti
“Yaşamanın tüm özlemlerini kanatlarına doldurmuş bir kelebek gelir, mutluymuş sanısını veren bir çiçeğe konar.”
Bazıları çok fakir… Düşünsenize sadece paraları var.
Gücünüz avratlara mı yetiyor yalnız?
Ali Osman’ın hayatı bir bütün olarak düşünebilseydi, bunun uzun bir boşluk çizgisi ol­duğu görülürdü. Kararsız, ötesiz bir hayat.Bu su gibi akıp giden, aktıkça da boşalan bir hayat..
Şimdi, onların boşluğunda yokluğun acısı var. Çok uzak bir ölüm bile, insana kendi acısını getirir.
Halil’in içinde uyanan uzak bir yer özlemi, duy­gulu bir karamsarlıkla örtülüyor, olanaksız bir hal alıyordu
Yaşamanın tüm acıları, hayalleri, umutları, hepsi birden akı­yordu. Damla damla akıyordu yüzüne
Evren, kendi içinde bir boşluk olmuş­tur. Duygusuz, düzensiz ve değerlerinden kopmuş bir boşluk.
Halil’in boşluğudur bu. Yalnızlığın, umutlardan kopmanın, kı­rıklığın boşluğudur. Bu boşlukta bir Emine ve ondan kaçmaya çalışan bir Halil yaşar. Bu kaçış, bu kendi başına gecenin içine uzanan ince yol kim bilir nerelere gider!
Ölüm bile korkunçluğunu yitirmiş, kurtarıcı bir dost olmuştu. Hemen yanıbaşında, yatağıyla, yorganıyla ve se­rin yastığıyla hazır bir ölüm. O ölümün çocuk yanaklarından öperdi. Yumuşaklığına sığınırdı, ötürdü
O uzun kış, birbiri ardından geçen yağmurlu, fırtınalı günler­le kendisini tüketti. Bu, hep mavi görünmeye, mavi düşünmeye alışmış gökyüzü, parça parça beyaz bulutların, ayın, güneşin ve bir avuç kırmızının eşliğinde yeryüzüne açıldı. Bahar yeniden geldi. Umutlar uyandı, böcekler uyandı ve toprak. Doğa gene o eski boyasına büründü. Öğleler, akşamlar, geceler ve sabahlar kendilerine özgü biçimlere sokuyordu çevreyi. Sabahları kimi vakit kapıları, pencereleri taşlayan hırçın bir çocuk, kimi de uy­sal, cana yakın sessiz bir çiçekti.
Kendi kendini yenileyip duran bu sonsuz yokluk, bu yokluğun erittiği sevda duygusu, umutları, düşünce yapısı içinde kararıyordu. Yalnızlık en çok bu gece bu karanlı­ğın altında kokuyordu. Sokağa bırakılmış, gözleri kapalı bir ke­di yavrusu gibiydi. Ayaklarını nereye gideceğini bilmeden atı­yor, çamura beleniyor, yol bulamıyordu. Nereye gitse bu bit­mez tükenmez karanlığın içindeydi. Kurtulamıyordu
Hiç farkına varmadan usul usul kapıldığı bu sisli yalnızlık, umutsuzluk sıcakkanına karışıyor, hayatını baskısı altına alıyor­du.
Dört duvarlı, basık tavanlı bu yeryüzü bö­lüntüsünde kişiler kendi paylarına düşen eskimeyi hiç farkında olmadan zamana bırakıyorlardı.Durdukları yerde eskiyorlar, azar azar tükeniyorlar, azar azar ölüyorlardı. Ve günün birinde de, hayatlarını büsbütün, birkaç kişinin anısına dağıtıp bu dün­yadan çekilip gideceklerdi.
bulutların, o havanın, renkli kalemlere sığmayan anlamları, o gökyüzünün beyaz üs­tündeki tatsızlığı içine dert oluyordu. Her yerde bir gökyüzü, al­tında yaşayan bir insan topluluğu vardı. Ve çok şey, bir başka yerdekine benzemiyordu.
Sıkıntı çekmeyen genişliğin kıymetini bilmez. İyi bunlar, iyi. Adamın başına her bir iş gel­meli ki hayatı anlasın.
N’olacak be Hasan, dünyada iyilikten başka ne var oğlum?
Yarın bir gün hepimiz ölüp gitmeyecek miyiz? Elimizden gelen bir işi niye yapmayalım? Şunun şorasında hepimiz insan değil miyiz? İyilik, iyilik! Başka bir şey kalmaz geride. Ne para, ne pul, ne mal, ne mülk. Hepsi boş bunların, hepsi. Adamın yanın­ da yalnız iyiliği kalır, ardından da iyiliği söylenir.
Babasından çok anasına benziyordu. Onun gölgesi, onun varlığı, onun ışığı altında kuruyordu düşlerini. Düşündük­çe, yüzüne baktıkça benliğini saran bir içlilik duyuyordu. Ağla­maya yakın bir yeri vardı şimdi anasının. Sevgilisiydi, dosttu, her şeydi. Sarılmak , öpmek, yüzünü yüzüne sürmek isteği güç­leniyordu içinde. Damarlar, ellerinin üstündeki solgun deri, tatlı bir renge bürünmüştü. Renklerin en güzel anılarını toplamıştı el­lerinde. Belki de bu sevimli görüntü aslında yoktu. Ama Remzi öyle görüyordu onu.
Yeni günler doğuyordu. Her geçen gün biraz daha yaşanılmış hayattan, üzüntülerden kopuyorlardı..’
Uykularına doyan çocuklar uyanmışlar, uykularını bir an uyanmışlıklarında da sürdürdükten sonra, değişik bir çevreyi düşsel bir mutluluk içinde görmüşler­di. Renkleri birbirine katışmış bu çevrede, güneşin, tozun, top­rağın tadı bile başkalaşmıştı.
Emine, Halil’in hayal düzenine düşmüş bir çiçekti.
Neden ilk yazda baharın bütün güzellikleri usul usul silinir de onun yerini bir solukluk, bir yılgınlık alır?
Neden ortalık kurulaşır ve gökyüzü hep mavidir? Ağaçların, ev­lerin, yolların, kendilerine uyguladıkları yeni görüntülerinde, toprağın yanışında, hep geçen yazlardan kalma bir yalnızlık­ sanısı vardır. Dut ağaçları dutlada doludur; dallarını çırparlar; bir kısmı sağa sola dökülür. Sonunda unutuldukları yerde kururlar.
Onları kuşlar yer, karıncalar yer. Çünkü ilk yaz gelmiştir ve her şeyi kendi kişiliğinde birleştirmektedir. Bu gökyüzü, yıllardan beri kendisinde denediği renklerin en güzelini bulmuştur;
mavidir Onu sürdürür. Her varlık gibi, o da kendini yeniler, kendi biçimine kendisi varır.
Tarlaların üzerinde, insa­na, genişlik ve özgürlük duyguları aşılayan bir boşluk büyüyor, gökyüzü oluyordu.
Sevdanın buruk yalnızlığını, uzaklığını umutların ve özlemlerin en sıcağını yaşıyordu. Bu, kendi dışında başka bir varlık olmak gibi bir şey­di ‘
Sanki bütün bu insanlar, yaşamanın, şu yeryüzünün kalıcı olması için verilen kurbanlardan birini daha uğurluyorlar­dı.
Hepsinin yüzünde de ölümü anmanın, ölüme en yakın olma­nın perişanlığı gizliydi..
‘Alacakaranlık, dost bildiği her şeyi içine almıştı. Çocuklar, sevgili göllerini bırakıp gidiyorlardı. Göl, orada, o puslu gökyü­zünün altında, çocuk yüreklerine su serpeleyen bir yaşama deni­zi olara kalıyordu. Herkes evine dönüyordu çünkü.’
gerilerde bir yalnızlık ağacı buluyordu. Sonra sisler çoğalı­yor; perde perde bir laciverdin ardında yitiyordu düşündükleri
Bizi yalnız dağlar temizler, yalnız dağlar.
‘Artık gitme zamanıdır. Baba toprağını, evi, evin önündeki ağacı bırakıp uzaklara gitme zamanıdır. Evlerin, ağaçların çizgi­ leri karanlıkta silinir, sessizlik çöker, toprak uyur; gitme zama­ nıdır. Dağ başlarına beyaz bulutla r dolanır, dorukları bulutlara gömülür, dağlar morlaşır, lacivertleşir. Sisler evreni içine alır , yel saçları uçurur; yel saçları alır uzaklara götürür; çünkü gitme zamanıdır.
Yaşamaya tat veren bütün duygular ölü ve uyuşuk.
“ Burası bizim mezarımız çünkü yeğenim. “

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir