İçeriğe geç

Fahim Bey ve Biz Kitap Alıntıları – Abdülhak Şinasi Hisar

Abdülhak Şinasi Hisar kitaplarından Fahim Bey ve Biz kitap alıntıları sizlerle…

Fahim Bey ve Biz Kitap Alıntıları

Hayatın başlangıcı gibi sonu da bir ninni,masal ve uyku ihtiyacını duyuyor.
Hakikatle alâkaları kalmayanlar, yollarında ancak kendileri gibi hayaletlere rastgelirler.
Kim bilir, belki de insanların çoğu böylece artık aldanmadıkları, artık ummadıkları, artık ümit edemedikleri, artık hayal kuramadıkları için ölürler ve gözler belki açıldığı içindir ki ilelebet kapanmaya mahkum olur.
Ben, çoktan beridir, onun hayattaki günahının kendi gönlünde yaşayan hülyaları ellerinin tutabileceği hakikatlerden ziyade sevmesi olduğuna inanmıştım. Bunun için bence onun talihinde hayalden ve ölümden başka hakikat olamazdı.
İnsanların çoğu daima konuşurlar. Söz fırsatını hiç bir gün kaybetmezler. Fakat asıl sözleri söylemek fırsatını hiç bir gün bulamazlar. Bütün bir ömür içinde, mühim sözleri ya bir iki kere söylemiş olur, yahut hiç bir defa söylememiş olurlar.
Gençler ihtiyarlara rast geldikçe onları evveldenberi ihtiyar sanırlar. Fakat yaşlılar nazarında; her ihtiyar, eski gençliğinin viranesi ve her kadın, eski güzelliğinin harabesidir.
Yeni yetişen gençler, ihtiyarların sözlerini bugünkü hayat ile alakası olmayan bir tarih kitabını okur gibi, mazi hakkında malumat edinmek bakımından dinlerler. Yeni nesiller artık başka modalarla giyinirler (ötekiler unutulmuştur), başka gazeteler okurlar (ötekiler kapanmıştır), başka üstâdlar duyarlar (ötekiler ölmüştür), başka kitaplara inanırlar (ötekiler anlaşılmaz olmuştur), başka ışıklarla aydınlanırlar (ötekiler sönmüştür), ve bütün bunlarla, en tabii bir tarzda, başka türlü hisseder, düşünür ve söylerler. Her yeni nesil maziyi vaki olmamış, hayatı kendisiyle başlamış telakki eder ve kendisinden evvelki nesilleri ikiye, üçe ayırmış olan kanlı mücadelelerden onun kitaplarında yanlış veya güzel, ancak bir iki cümle kalır.
Zaman her şeyi unutturarak her malumattan yeni cehaletler doğurur. Hemen herkesçe malum olan bir şey, hemen herkesçe meçhul bir şey olur. Nice adamların gözleri önünde geçen vak’alar; şahitleri kalmayınca bir roman mevzuu olur, Deli miydi, değil miydi? derler ve Öldürüldü mü, intihar mı etti? diye sorarlar. Bilen söyler, bilmeyen söyler. Kimin sesi kuvvetliyse onunki duyulur.
Eskiden hep nazla geçen mevsimler artık birer kasırga hızıyla savruluyor! Artık, seneler aylar gibi, haftalar günler gibi, saatler dakikalar gibi geçiyor! Zaman bir acele hastalığına tutulmuş da bizi iterek kovalar gibi koşuyor! En kısa bir lezzet için fırsat ve imkan kalmıyor. Ömrümüz mahrekinden kopup ve gözlerimiz karşısında gönlümüzü kıran bir sür’atle boşluğa düşüp sönen bir yıldız gibi geçiyor! En eski, en sevgili ölülerimiz dirilseler ve yanımıza gelseler belki onlarla buluşmaya ve uğraşmaya bile vaktimiz olmıyacak!
insan iyi kitaplara kavuştuktan sonra, alelâde kimselerin sözlerine karşı müşkilpesend [müşkülpesent] davranır oluyor.
İnsanların hazin ve tahammül edilmez bir huyları ve adetleri vardır, bilirsiniz: Ne kadar akıllı, ne kadar duygulu olurlarsa olsunlar ve ne kadar mühim mevkilerde bulunurlarsa bulunsunlar, birbirlerine rastgeldiler mi, güya beşeri görünmemeğe hepsi de ahdetmişler gibi, ve güya bir türlü aynı lisanı konuşamıyacaklarını hepsi de biliyorlarmış gibi, her şeyin hiçbir ehemmiyeti olmıyan en dış tabakasında kalmakla ve birbirlerine muntazaman yalnız en iptidaî, en sathî, hatta en manasız sözleri söylemekle iktifa ederler.
bütün vuslatlar halecansız bir sabır ve itinanın değil, ancak galeyanlı bir iştiyakın mükâfatıdır. Bizim olacak şeyleri ancak kalbimizin aşkı cezb edebilir. Tadacağımız lezzetler kalbimizin yorgunlukları sayesinde elimize geçer. Her vuslat buhranlı bir aşkın mahsulüdür.
Aşkın humması olmayınca da vuslatın manası nedir?
hayatımızın ve tabiatımızın vak’alarına ve hususiyetlerine hariçten bakanlara bunlar çok kere zoraki ve gülünç gözükebildikleri halde, insanların derin hassasiyet tabakalarına nüfuz edilince bu hareketlerin ve bu hislerin ihtirama layık bir şeye delalet edebilecekleri görülür.
En büyük teselli, dinlenilmek ve anlaşılmış gibi cevap almaktır.
Çok kere, mazide, aklımızın bize yâr olmamış olduğunu, fırsat ve zaman geçtikten sonra farkederiz. Çok kere de kendimize etmiş olduğumuzu bize hiç bir düşmanın yapamayacağını görürüz. Ömrümüzün yarısı böyle, diğer kısmında işlemiş olduğumuz hataları tamir ve tashih ile geçer, fakat yazık ki bütün bu tecrübelerimizden istifade etmek içinse önümüzde ikinci bir ömrümüz yoktur.
Kader bize, aynı kayıtsız ellerle, yemekle zehri beraber verir. Bazan hayatımızda en büyük zarara girmemizle hayatımızı kurtarmamız aynı saate isabet eder.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Herkes gökte yıldız arayan müneccimler gibi yaşar. Halbuki herkes yolunda açılan bir çukura düşecektir.
hep mânalı bir sükût içinde kalsak da mânasız sözlere hiç düşmesek
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tadacağımız lezzetler kalbimizin yorgunlukları sayesinde elimize geçer.
En büyük teselli dinlenilmek ve anlaşılmış gibi cevap almaktır.
İnsan iyi kitaplara kavuştuktan sonra, alelade kimselerin sözleri­ne karşı müşkülpesent davranır oluyor.
Acaba kader ve talih nedir? Bizimle biten bir şey mi, bizden evvel başlamış, bizimle süren ve bizden sonra devam edecek bir şey midir? Ömrümüzü saran manevi iklimler arasında hangisi bizim için hakikîsidir? Asıl hangisi ruhumuzun iklimidir? Hangisine hakikat demeliyiz? Bir zahiri hakikat vardır ki sathi ve aldatıcıdır. Bir de geçici hakikatler vardır ki hep birer hususiyetten ibaret değil midir?
Eyvah! Zamanlar ne kadar çabuk geçiyor! Süratleri gittikçe artıyor, insanın yaşı ilerledikçe zamanı darlaşıyor. İşi ve zamanı çoğaldıkça zamanı azalıyor.
Falanca nezle olmuş! der gibi Falanca ölmüş! derler.
Ölümün muzafferiyeti karşısında ölenin en yakınlarının da isyana bile takatleri kalmamış olduğunu mutlak bir aciz hissiyle düşünür.
Evet, evladım, doğrusu size hiçbir şey yapamadım. Fakat hiç olmazsa düşündüm ya!
Zira, daima böyle, başkalarına acıdığımızı sanırken bile, içimizden mutlak biraz kendimize ağlarız
Bir fâninin öldüğüne kimse şaşmaz ve kimse düşünmez ki o da kendisini ölümden bizim sandığımız kadar uzak sanırdı. İnsanlar, birbirlerinden uzun mesafelerle ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır.
İyi bir terzinin bize giydirdiği esvaplar yalnız vücudumuza geçmiş ve onun şeklini tadil etmiş sayılmaz. Onlar elbette maneviyatımıza da geçer ve tabiatımıza, ahlakımıza da tesirleri olması tabidir.
Ben, çoktan beridir, onun hayattaki günahının kendi gönlünde yaşayan hülyaları ellerinin tutabileceği hakikatlerden ziyade sevmesi olduğuna inanmıştım. Bunun için bence onun talihinde hayalden ve ölümden başka hakikat olamazdı.
Zira -her ne kadar garip olsa da- mahrum olmak muhtaç olmak değil ve mahzun olmak mes’ud olmamak değildir.
Hepimizin talih ve talihsizlik dediğimiz şeyler biribiriyle o kadar karışıktır ki bunları kendimiz bile birbirinden ayırd edemeyiz.
Aleyhimize verilen hükümlerin sebepleri çok kere bizim kusurlarımız değil, bize bakanların görüşlerini bulandıran kendi hisleri, acizleri ve öfkeleridir. Zalim size zulüm etmekteki sebebi kendi fena kanında bulur. Sizi ısıran köpek siz ısırılmaya müstehak olduğunuz için değil, kendisi kuduz olduğu için ısırır. Onun için ehemmiyetli olan şey sizin ısırılmanız değil, kendisinin ısırmasıdır.
Hakikatin mahbesinde kalmaya sanki kim razı olur?
Peki, vefa yerine ihanet görmeye, hakikatı bulmak yerine iftiraya uğramaya, haksızlığın kurbanı olmaya razıyız. Fakat derdimizi dökecek bir dert ortağı, başımıza gelenlerden şikayetimizi dinleyecek bir can kulağı bulunsun.
Zaman her şeyi unutturarak her malûmattan yeni cehaletler doğurur. Hemen herkesçe malûm olan bir şey, hemen herkesçe meçhul bir şey olur. Nice adamların gözleri önünde geçen vak’alar; şahitleri kalmayınca bir roman mevzusu olur, Deli miydi, değil miydi? derler ve Öldürüldü mü, intihar mı etti? diye sorarlar. Bilen söyler, bilmeyen söyler. Kimin sesi kuvvetliyse onunki duyulur.
Kitapların iyileri ruhumuzda takdis ettiğimiz faziletler, insanları daha zor beğenmeğe bizi mecbur ediyor. İnsan artık vaktini yabancılara karşı müdafaa etmek sevdasına düşüyor.
“Bir faninin öldüğüne kimse şaşmaz ve kimse düşünmez ki o da kendisini ölümden bizim kendimizi sandığımız kadar uzak sanırdı.”
Kendimizi bazan kendimizden bile ne kadar uzak buluruz!
aleyhimizde verilen hükümlerin sebepleri çok kere bizim kusurlarımız değil, bize bakanların görüşlerini bulandıran kendi hisleri, acizleri ve öfkeleridir.
başkalarına acıdığımızı sanarken bile, içimizden mutlak biraz kendimize ağlarız.
İnsanlar, birbirlerinden uzun mesafelere ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususî boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır.
Hayatımızın ve tabiatımızın vakalarına ve hususiyetlerine hariçten bakanlara bunlar çok kere zoraki ve gülünç bir gözükebildikleri halde insanların derin hassasiyet tabakalarına nüfuz edilince bu hareketlerin ve bu hislerin ihtirama layık bir şeye delalet edebilecekleri görülür.
Biliriz ki insanların çoğu karanlıktan gelecek haberleri dinler ve ömürlerini kurtaracak mucizeyi beklerler.
Esasen nice insanların ömürleri güya ezelde gördükleri bir rüyanın tesiri altında kalarak, o rüyayı yerine getirmek için gibi geçer ve zaten belki yeryüzünde her tahakkuk eden şey de ancak evvelce görmüş olduğumuz yahut başkalarının görmüş oldukları rüyaların tahakkukundan ibarettir.
İnsanda biraz da yüksekten muhakeme etmek kudreti, bir parça da atisiyle iştigal eden hayal kuvveti olmalı.
İnsanlar, birbirle­rinden uzun mesafelere ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boş­lukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır.
Kimse göründüğü gibi değildir. Fakat kimse görünmediği ve kendi olduğunu sandığı gibi de değildir. Kimse bizi kendimizin olduğumuzu sandığımız gibi göremez. Kimsenin nasıl olduğunu hiç kimse bilmez. Başkalarının gözleri en tabii manamızı başka manalara çekerler. Biz sevgiyle gülümseriz ve onlar
yüzümüzü kin ile buruşmuş görürler. Yabancı gözler ve izanlar bizi olduğumuzdan büsbütün başka, ya şişman ve kısa, ya zayıf ve uzun gösteren bozucu ve güldürücü aynalardır. Bunların içinde biz kendi kendimizi görebilsek şüphesiz bildiğimiz kendimize benzetemezdik. Fakat bizi gören bu yabancı gözlerin
koydukları şekillere girmeye mahkumuz. Zira kendimizin olduğumuzu sandığımız şekilde görünmemizin ise hiç imkanı yoktur. Biz bile kendimizi en sadık bir aynada görmek istesek nefesimizin buğusu aynamızı bulandırır ve gözlerimizi şaşırtır”
Her mahluk için dünya bir cennet, her can için hayat bir vuslattır. O kadar ki din ve iman dediğimiz şeyin esası bile ahrette gene hayata kavuşmak hülyası, yine yaşamak rüyasıdır.
Bilen söyler, bilmeyen söyler. Kimin sesi kuvvetliyse onunki duyulur.
Geçen zamanın geçtiğini duymaya bile vaktimiz olmuyor.
.. Ayastefonos’ta oturduğumuz sene Halkalı, Küçükçekmece civarlarında bıldırcın avına gideyim derken ..
(Roman yazım tarihi:1941)
Sanki kim biraz deli değildir?
Esasen, çok kere, nice dostlarımızın zengin kü­tüphanelerindeki, sırayla dizilmiş yaldızlı ciltli kitaplarını görünce: Sahi, bunların hepsini okudunuz mu? diyeceğimiz gelir. Ve onlar: Evet deseler bile, bizim, yine: Ne yazık! Zira ne kadar az istifade etmişsiniz! diyeceğimiz gelir.
“Babam, ekseri odaları boş kalan bu konakta ekseriya dalgın
dalgın keman çalan bu dostunu görmeye gittikçe onun bir bekleyişten ibaret hayatına şaşakalırmış. Hay Allah, sana akıllar versin! diye gülmekten katılırmış, ama içinden yine onu takdir etmekten de geri kalmazmış. Zira alaycı arkadaşları onunla eğlenirler: İlahi Fahim Bey: İlahilerle güvey giresin! derlermiş. Bu
koca konağın boş odalarını yalnız keman sesleriyle mi dolduracaksın? Ve daha ciddi arkadaşları, ona: A birader! derlermiş. Yapyalnızsın! Bir küçük ev sanki senin neyine yetmez? Bu kocaman konaktan ne hayır beklersin? Fakat o, bütün bu sözlere karşı vakarlı bir ciddiyetle: Aman, olmaz, birader! Bursa’dan gelen, giden bulunur! Siz bilmezsiniz’ memlekette bizim mevkiimi-
ze pek ehemmiyet verirler. Benim burada nasıl yaşadığımı görenler gidip babama da söylerler. Ihtiyarlık vaktinde gönlü hoş olsun! Biraz borçlanırım ama, zarar yok, bir gün olur bütün bu borçları öderim! dermiş. Fahim Beye, bu bomboş odalar, gelecek günlere olan ümidini sığdırabilmek için, bu geniş sofalar, büyük emellerini ve hülyalarını korumak için, bu kocaman konak da, babasının, kendisine olan itimadını barındırabilmek için lüzumlu görünüyorlarmış.”
“Yaşadığımız zamanlar, tam manasıyla, bulanık ve karışıktır.
Geçmiş zamanlarda insanları saran tehlikeler, başka cinsten olmakla beraber, elbette daha az değildi. Ancak insanların rahatını
koruyan bir hal vardı ki, o da malumat almak zorluğuydu. Biz
hergün gazeteler yüzünden hem doğruluğu, hem cinsi meşkuk
birçok şeyler duyup öğreniyoruz. Herkes bildiğini sandığı ve düşündüğünü iddia ettiği şeyleri yazmak serbestisine sahiptir. Dünya şuursuzluğu ve kabalığı hergün duyulmak arzusunda ısrar ediyor. Dünya haberleri kanlı bir sel gibi durmadan akıyor. Hergün, sabah akşam birer saatimizi alan gazeteler, dikkat edilse, bir
izdivaç veya doğum hadisesi gibi, o da yarın gene felaket havadisleri sütununa geçecek vak’alar hazırlaması tabii olan, bir iki iyi habere mukabil hergün nice kaza ve bela haberleri verir.”
Esasen, çok kere, nice dostlarımızın zengin kü­
tüphanelerindeki, sırayla dizilmiş yaldızlı ciltli kitaplarını görünce: Sahi, bunların hepsini okudunuz mu? diyeceğimiz gelir.
Ve
onlar: Evet deseler bile, bizim, yine: Ne yazık! Zira ne kadar
az istifade etmişsiniz! diyeceğimiz gelir.
Victor Hugo, yalnız Paris’teki Milli Kütüphane’de bulunan ve yalnız tarihe dair olan
eserleri, günde on dört saatini okumaya ayırabilen bir adamın
okuyabilmesi için dahi sekiz yüz sene lazım geleceğinin hesap
edilmiş olduğunu yazıyor. Victor Hugo’nun bunu yazdığı zamandan bugüne kadarki farkı da hesap ederseniz, en aşağıdan,
bin seneden fazla lazım gelecek demektir.
“Halbuki aleyhimizde verilen hükümlerin sebepleri çok kere bizim kusurlarımız değil, bize bakanların görüşlerini bulandıran kendi hisleri, acizleri ve öfkeleridir.”
Mevleviler, ayinlerinde, döne döne uçmasınlar diye dervişlerine yeryüzünden bir ses duyurmak için musiki çalarlar.
bende ona hitaben böyle bir söz söylemek hevesini duyuyor ve bu İspanyol darbimeselini zikir ile ilahi fahim bey demek istiyordum, birazdan geçidi ve yarın caddesi insanı hiçbir şey şatosuna götürür !
Zira, daima böyle, başkalarına acıdığımızı sanırken bile, içimizden mutlak biraz kendimize ağlarız.
İnsanlar, birbirilerinden uzun mesafelere ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır.
İşte, böylece, evvel zaman içinde, yani söz söylemeye imkanımız ve söz dinlemeye vaktimiz olan günler ve gecelerde ..
Bilen söyler,bilmeyen söyler. Kimin sesi kuvvetliyse onunki duyulur.
..mahzun olmak mes’ud olmamak değildir.
Beni hayalperestlikle itham edenler gelsinler de ihtiyatımın derecesini görsünler !
Fakat bir adamın kendi kendine akıllı demesinden âlâ delilik nişanesi olur mu ?
Zira herkes gizlice hiyanet ettiği bir ahlaka hürmetini başkalarına ithamla ispat etmek ister.
Zira, daima böyle, başkalarına acıdığımızı sanırken bile, içimizden mutlak biraz kendimize ağlarız.
‘birazdan’ geçidi ve ‘yarın’ caddesi insanı ‘hiçbir şey’ şatosuna götürür.
İnsanlar, birbirlerinden uzun mesafelerle ayrılmış yıldızlar gibi, kendi hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünyadır..
Zira herkes gizlice hiyanet ettiği bir ahlaka hürmetini başkalarına ithamla ispat etmek ister.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir