John Fowles kitaplarından Ağaçlar kitap alıntıları sizlerle…
Ağaçlar Kitap Alıntıları
Ağaçlar, beyaz köpekbalıklarının aksine, saldırıldığında kendini korumaktan bile acizdir; bazen sahip oldukları diken gibi silahlar hareketsizdir; ve büyüklükleri ve hareketsizlikleri yüzünden saklanamazlar. Onlar insanın karşısında en savunmasız, insan tarafından evrensel olarak can duygusunun altına itilmiş ve dolayısıyla, yok edilmeye en elverişli yaratıklardır.
Çoğumuz hâlâ katı bir şekilde ortaçağlıyız ve sahip olamayacağımız, tam denetim altına alamayacağımız ve göremeyeceğimiz yahut anlayamayacağımız şeylerden uzak duruyoruz.
fakat ormanlar her halükârda son derece duygusal şeylerdir.
Ağaçların arasına kaçmak cennete kaçmaktı daima.
Bir şeyleri adlandırmak daima, dolaylı olarak onları kategorize etmek ve dolayısıyla da toplamak, sahiplenmeye kalkışmaktır; ve insan, modern toplumların çoğu tarafından beyni yıkanarak, sahiplenmenin sahiplenilmekten daha zevkli olduğuna, ele geçirmenin ele geçirilmeye bin bastığına inandırılmış çok açgözlü bir yaratık olduğundan, sırf isimler ve bunlarla bağlanan nesneler çabucak bayatlar. Sürekli bir yeni nesneler ve isimler -doğa bağlamında da yeni türler ve deneyimler- arama gereksinimi ya da dürtüsü vardır. Yakından tanımaya karşı her gün daha da kayıtsızlaşılır ve her şey bilindikçe bilinmez hâle gelir.
Ağaçların arasına
sıvışıvermek her zaman cennete sıvışıvermeye benzerdi.
sıvışıvermek her zaman cennete sıvışıvermeye benzerdi.
Göğe bakıyorum ama görünemeyecek kadar uzak.
Biz insanların sahiplenme manyaklığının, sahip olunanın kendi ruhu olamaz hezeyanın bize bundan daha çok zarar verdiği başka bir şey yoktur belki de.
Kişisel varoluşumuzun neredeyse tüm zenginliği hem içsel hem dışsal gerçekliğin bu sentetik ve ezelden beri var olan karmaşık bilincinden gelir ve bunun nedeni de özellikle,bunun bilimin analitik ya da yok edici gücünün ötesinde olduğunu bilmemizdir.
Sanatsal yaratının onda dokuzu temel enerjisini engelleme ve arıtma mekanizmasından alır ve bu koşullarla ilgili katı Freudcu tanımlamaların çok ötesindedir.
°•Doğanın mekanizmasını çözmenin ,onu böylesine başarılı bir şekilde maddelere ve bölümlere ayırmanin en önemli bedeli her şeyden önce, sıradan insanın doğayla ilgili algısında ,doğayla birlikte yaşayabilirliğinde ve onu kollayabilirliğinde ortaya çıkar; ve doğayı bir tehlike,bir tehdit,bir düşman olarak görmesiyle.°•
°•Sürekli bir yeni nesneler ve isimler doğa bağlamında da yeni türler ve deneyimler arama gereksinimi ya da dürtüsü vardır. Yakindan tanimaya karşı her gün daha da kayıtsızlaşır ve her şey bilindikçe bilinmez hale gelir .Ve bu sadece insandışı doğa için geçerli değildir; çevremizdeki insanlara karşı tavrimizin ayrı bir şey olduğunu düşünmek için aptal olmak gerekir.•°
°• benim sevgimin daha çok, ağaçlara ,
daha doğrusu onların kendi hallerine
bırakıldıkları zaman oluşturduğu karmaşık
doğa manzarasına yönelik olduğunu
itiraf etmen gerek.°•
daha doğrusu onların kendi hallerine
bırakıldıkları zaman oluşturduğu karmaşık
doğa manzarasına yönelik olduğunu
itiraf etmen gerek.°•
•°Çağdaş eğitim teorileri ne derse desin – duygudaşça ve °yaraticı• bir çocukluk ortamından ziyade,
tam tersi, doğal güdülerin budanması ve kısıtlanmasıyla beslendiğidir.°•
tam tersi, doğal güdülerin budanması ve kısıtlanmasıyla beslendiğidir.°•
°•O ağaçlar aslında onun en gerçek felsefesi,
hakiki felsefeye,soyut fikirleŕ dünyasına sevgisiydi ve aslında doğadaki düzensizliğe karşı nefretinin tezahüründen başka bir şey değildi.Iyi filozoflar gerçekligin kaosunu budar, evcillestirip sabit biçimlere sokar ve böylece de değerli ve nefis meyveler vermeye zorlar, en azından teoride.°•
hakiki felsefeye,soyut fikirleŕ dünyasına sevgisiydi ve aslında doğadaki düzensizliğe karşı nefretinin tezahüründen başka bir şey değildi.Iyi filozoflar gerçekligin kaosunu budar, evcillestirip sabit biçimlere sokar ve böylece de değerli ve nefis meyveler vermeye zorlar, en azından teoride.°•
Bir şeyleri adlandırmak daima, dolaylı olarak onları kategorize etmek ve dolayısıyla da toplamak, sahiplenmeye kalkışmaktır; ve insan, modern toplumların çoğu tarafından beyni yıkanarak, sahiplenmenin sahiplenilmekten daha zevkli olduğuna, ele geçirmenin ele geçirilmeye bin bastığına inandırılmış çok açgözlü bir yaratık olduğundan, sırf isimler ve bunlarla bağlanan nesneler çabucak bayatlar. Sürekli bir yeni nesneler ve isimler -doğa bağlamında da yeni türler ve deneyimler- arama gereksinimi ya da dürtüsü vardır. Yakından tanımaya karşı her gün daha da kayıtsızlaşılır ve her şey bilindikçe bilinmez hale gelir. Ve bu sadece insandışı doğa için geçerli değildir; çevremizdeki insanlara karşı tavrımızın bu gezegendeki daha aşağı” yaşamlara karşı tavrımızdan ayrı bir şey olduğunu düşünmek için aptal olmak gerekir.
Bu ziyaretten hemen sonra bana, dikmem için iki tane budanmış armut ağacı gönderdi. Şimdi yaklaşık on beş yaşındalar herhâlde; ve benim toprak her yıl onların hoşlanmayacağı kadar kuru ve zayıf hâle geldiğinden, ya birkaç meyve veriyor ya da daha sıklıkla hiç vermiyorlar. Onları hiç almadım. Onların böyle tümüyle babamdan yana olması dokunuyor bana; ve hayatımda neredeyse herkesin -hatta doğallıktan yana olduklarını iddia eden arkadaşların bile- onun tarafını tuttuğunu hatırlatıyor; her şeyden öte, tüm dünyanın ondan yana olmaya devam ettiğini. Budamayana meyve yok; bilgiyi sorgulayana meyve yok; insan eli değmemiş ağaçların arasına gizlenenlere meyve yok; insanlığın davasına ihanet edenlere meyve yok.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Cehennemin modern versiyonu amaçsızlıktır. Doğa özellikle bundan zarar görüyor ve bizim ona kayıtsızlığımız ve düşmanlığımız onun tek amacının var olmak ve varlığını sürdürmek gibi görünmesiyle yakından ilişkili.
Cehennemin modern versiyonu amaçsızlıktır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
esasında hiçbir sanat gerçek anlamda öğretilemez. dünyadaki tüm teknikleri yaratan bilgi, daha önce yaratılmış bir sanatın taklidinden ya da kopyasından başka bir şey sağlayamaz.
Bütün romanlar bir şekilde, özgürlüğe erişme denemesidir.
Çoğumuz hâlâ katı bir şekilde ortaçağlıyız ve sahip olamayacağımız, tam denetim altına alamayacağımız ve göremeyeceğimiz yahut anlayamayacağımız şeylerden uzak duruyoruz.
Geometrik, çizgisel kentler geometrik, çizgisel insanlar yaratır; orman-kentler insan yaratır.
Cehennemin modern versiyonu amaçsızlıktır.
Cehalete yol açan şey ille de çok yetersiz bilgi değildir; gereğinden çok bilgiye sahip olmak ya da gereğinden çok bilgi edinmeyi istemek de aynı sonucu verebilir.
Budamayana meyve yok; bilgiyi sorgulayana meyve yok; insan eli değmemiş ağaçların arasına gizlenenlere meyve yok; insanlığın davasına ihanet edenlere meyve yok.
Din, hala daha ölümün ve uzayın korkunç soğukluğuna karşı insanları örten sıcak bir battaniye durumundadır.
Bütün bunlara karşın doğayı tutkuyla seviyorum. Şu yakınlarda ölen karımı niye sevdiğimi asla gerçekten anlamış değilim, ama seviyordum; ve uzun zaman önce şunu kavradım: Bilmemek (duygunun sağduyu ve mantığa üstün gelmesi) sevginin gizemli bir parçası haline gelebilir.
İtiraf etmeliyim ki benim ağaçlara olan sevgim, daha çok kendi başlarına bırakıldıklarında oluşturdukları karmaşık içsel manzaralara olan bir sevgidir.
Düz ve ağaçsız yerlerden hep nefret etmişimdir. Oralarda zamanın egemenliği var gibidir, zaman bir duvar saati gibi insafsızca tik tak eder. Ancak ağaçlar zamanı saptırır ya da daha çok bir sürü zaman yaratır: Kimi yerde yoğun ve kesikli, kimi yerde sakin ve dolambaçlı – ama asla isteksizce, mekanik ya da kaçınılmaz biçimde tekdüze değil.
Cehennemin günümüzdeki biçimi, amaçsız kalmaktır.
Ağaçların arasına sıvışıvermek her zaman cennete sıvışıvermeye benzerdi.
Her bir insandan yalnızca bir tane vardır; bu, cinsiyet, ırk, tür ve tüm diğer ayrımlardan bağımsız bir olgudur. Bu bireysellik bizim hem sıkı gözetim altındaki hapishanemiz hem de göz ucuyla baktığımız cennetimizdir. Varolmamızın değil, yaşamamızın nedenidir.
Bir su değirmeni için ırmak, bir ampul için elektrik enerjisi neyse benim için de doğayla olan deneyimim, hiç kuşkusuz, yaşamımdaki en temel güç kaynağıdır. Onsuz yaşamı telakki edemem.
“Tarih boyunca ağaçlar, haklı olsun olmasın, zulmedilenlere ve av durumuna düşenlere bir sığınak sağlamıştır.”
“Geçen gün, müdürü olduğum küçük bir müzede unutulmuş bir çekmecede bir mektup buldum. Çok tanınmış bir Victoria Dönemi eğreltiotu uzmanından geliyordu. Mektup, Dorset’ten gönderilmiş olan yirmi kadar örnekle ilgiliydi -çağdaş bir botanikçiye göre tüm bu örnekler üç türe indirgenebilirdi. Ama bu değerli kişi kendini, üçten fazla heceli Latince sözcükler karmaşası içinde her bir örneğe, sanki bunlar vaftiz edilmemiş çocuklarmış ve her birine bireysel adlar verilmediği takdirde hepsi de cehenneme gidecekmiş gibi yeni bir alt tür ya da kategori bağışlamak zorunda hissetmişti.”
“Ağaçlar bizlerden daha toplumsal yaratıklardır ve ıssız bir adaya çıkarılıp yalnız bırakılan bir denizci ya da münzevi rahip gibi tecrit edilmiş bir örnekten daha doğal değillerdir.”
“Bilim adamları laboratuarda yeniden yaratılan biyolojik süreçlerden söz ederken bu çalışmanın ‘in vitro’ yapıldığını söylerler, yani doğada değil, cam içinde. İnsan düşüncesinin evrimi, günümüzde hepimizi in vitro, kendi yaratıcılığımızın cam duvarlarının ardına hapsetmiştir.”
“Doğa, şu ya da bu şekilde bizim dışımızda, etrafı çevrilmiş ve yabancı, ayrı olarak görüldüğü sürece, doğayı hem dışımızda hem içimizde yitiririz.”
“Kısmen ilkeleri kısmen de icatlarıyla günümüzde bilim, dış gerçekliği genel ya da kamusal olarak algılayışımızı ve bu gerçekliğe karşı tutumumuzu büyük ölçüde dikte edip şekillendirmektedir. Toplum tarafından genelde kabul gören bir tutumdan söz edilebilir. Ancak, toplumun kendisi bir soyutlamadır; yani belirli bir bağlamda ve belirli bir amaç için birarada görünen bir grup bireye verdiğimiz Linnaeus’vari bir adlandırma. Genel olarak benimsenmesi için, tutumun bireysel bilincin süzgecinden geçmesi gerekir.”
“Bizler gitgide daha çok (yalnızca doğa ve romanlar açısından değil) şu eski ünlü söze göre yaşamaktayız: Aut Caesar, aut nullus. Caesar olamıyorsam, hiçbir şey olmayayım. Bir bilim adamının bilgisine sahip olamıyorsam, hiçbir şey bilmiyorum.”
“Kamera aracılığıyla Afrika cangılının en derin noktalarına, kuzey kutbunun uçsuz bucaksız ıssızlığına, denizin otuz kulaç derinliğine götürülmek modern teknolojinin bir mucizesi olarak görülebilir. Ancak, yalnızca roman okumanın roman yazmayı öğretmesi olasılığının düşük olması gibi, izleyiciye doğanın gerçekliğini anlatmak, insanı çevresindeki gerçek doğayla daha fazla yakınlaştıramaz.”
Dakota’daki Black Hills (Kara Tepeler) için yapılan 1869- 1876 Savaşı sırasında, biri beyaz biri yerli iki kahramandan söz ediyordu Ambrose: Crazy Horse halinden memnundu. Değişmek istemiyordu. Sürmekte olduğu yaşamın mükemmel olduğunu düşünüyordu. Yalnızca yaşamım sürdürebilmeyi istiyordu. Custer hep yeni bir şey olmayı isteyen Amerikan tarzını benimsemişti. Hep gelecekte bir şeyler elde etmeye çalışıyordu – daha çok prestij, daha çok güç, daha çok tanınma. Crazy Horse daha iyi olmak istemiyordu; yalnızca var olmak istiyordu.”
“Montaigne, constructions arbitraires de Vesprit’den çok tarihin petits faits’si dediği şeye bağlıydı, yani aklın başdöndürücü zihinsel gökdelenleri karşısında gerçek tarihin küçük olgularına. Ben de öyleyim ve Montaigne’in insanlığa ilişkin en özlü deyişini hep aklımda tutmuşumdur: Vain, divers et ondoyant – anlamsız, değişken ve deniz gibi, ebediyen dalgalanan. Kendimi hep orada, dalgayı andıran özelliğin, ondoyant’ın içinde bilmişimdir.”
“Yetersizliklerime karşın, vahşi doğaya gerçekten saygı göstermemi takdir edeceğinizi umuyorum; ayrıca kendilerini, vahşi doğa olmaksızın da yaşayabilecek kadar mükemmel biçimde evrimleşmiş sayan herkesin bu bilgisizliğine de acıyorum. Bu tür insanlar yok olmanın peşinde koşuyor gibidirler; günümüzdeki gibi, bu aradıkları şeyi de bulacaklardır.”
Cehennemin modern versiyonu amaçsızlıktır.
Cehalete yol açan şey ille de çok yetersiz bilgi değildir; gereğinden çok bilgiye sahip olmak ya da gereğinden çok bilgi edinmeyi istemek aynı sonucu verebilir
Cehennemin modern versiyonu amaçsızlıktır.
Sanki dünyanın tüm şiirlerini, bir an önce son bir şenlik ateşi halinde yakmak için, son satırına ve son nüshasına kadar toplayıp yığmaya başlamışız; ve sonrasında daha zengin ve daha mutlu yaşamlar süreceğimizi sanıyoruz.
Britanya ve Amerika’da kölelerin özgürlüğünü başlatan şeyin ne olduğunu unutmamalıyız. Bu şey bilim ya da bilimsel mantık değil, dinsel vicdan ve kendini onların yerine koyma duygusuydu.
Bu, hep bir neden, bir işlev, hesaplanabilir bir getiri bulma bağımlılığı şimdi yaşamımızın her yönüne sızdı; ve zevkin tam bir eşanlamlısı haline geldi. Cehennemin modern versiyonu amaçsızlıktır.
Sonunda seçilen her yolun ve her anlatım biçiminin ardında, seçilmeyenlerin hayaleti gizlidir.
İki dalın farklı yönde ve yolda büyümesi, onların ihtiyaçlarını sağlayan bir mekanizmanın daha derindeki kurallarının aynı olmaması demek değildir.
O ağaçlar aslında onun en gerçek felsefesi, hakiki felsefeye, soyut fikirler dünyasına sevgisiydi ve aslında ( budama makasları gibi ağızlarıyla, sert hukukçulardan hoşlanması gibi) doğadaki düzensizliğe karşı nefretinin tezahüründen başka bir şey değildi.
Kendisi de tarih ve aile çevresi tarafından fena halde budanmıştı ve kaderine cevabı ve bununla barışma yolu buydu ; platonik bir, sıkı sıkıya kontrol altında ve güvenli, kendi Cennet Bahçesi ideali.
Her bir ağacın her bir huyundan, her kaprisinden, meyve veren her daldan öğreneceği şeylerdi ( meyve vermeyen tüm sürgünler acımasızca kesilmişti zaten).
Çocukların ana babalarına karşı körlüğü herkesçe bilinir ve bundaki çocuksuluğun daha fazla gözden kaçırıldığı başka bir konu yoktur; geçmişin kaçınılmaz koşullandırılması.
Zaman diye bir şey yoktu, şimdiydi yine, ebediyen şimdiydi.
Biz insanların sahiplenme manyaklığının, sahip olunanın kendi ruhu olamaz hezeyanın bize bundan daha çok zarar verdiği başka bir şey yoktur belki de.
Çoğumuz hala katı bir şekilde ortaçağlıyız ve sahip olamayacağımız, tam denetim altına alamayacağımız ve göremeyeceğimiz yahut anlayamayacağımız şeylerden uzak duruyoruz.
Doğa yine de, nezihliği bozacak potansiyelde bir şey, daha ilkel insanların yaşam tarzı konusunda bitmek bilmez bir dizi yeni keşfin gideremediği bir kavram olarak kaldı.
Yirminci yüzyıl mimarisinin yaptığı tüm aptalca hataların en aptalcası, daha gösterişli kent planlarında bu çok eski modelin unutulmasıdır. Geometrik, çizgisel kentler geometrik, çizgisel insanlar yaratır; orman-kentler insan yaratır.
Modern romanın Ortaçağ başlarında belirmeye başlayan atalarının gerek sahne, gerek ana konu olarak böylesine sıklıkla ormanı seçmesi boşuna değil. Edebiyatın başlangıcından, yani Gılgameş destanından beri her roman ya bir çeşit arayış ya da maceradır.
Ormanlarda, çevreden soyutlanmış ve gizli her yerde olduğu gibi, kesinlikle erotik bir şey var; fakat ormanlar her halükarda son derece duygusal şeylerdir.
Bir yer ne kadar ıssızsa bana o kadar zevk veriyordu; oranın sessizliği, aurası, kendine has biçimi, soyutlanmışlığı.
Cehennemin modern versiyonu amaçsızlıktır.
Bilimde daha çok bilgi daima ve tartışılmaz bir şekilde iyidir; ama bu, insan varoluşunun tümü için kesinlikle geçerli değil. Bunu, başarıların ve gerçekler hakkında çok bilginin ya da zevkliliğin ya da zekanın hiç de gerekli şeyler olmadığı gerçek sanattan biliyoruz; öyle olsaydı, en büyük sanatçılarımız aynı zamanda en bilgili akademisyenlerimiz olurdu. Konuyu saçmalık düzeyine indirgeyerek, Tanrının yahut uzaydan gelen Protus’vari bir ziyaretçinin var olan bütün bilgileri bize bir çırpıda verdiğini hayal ederek anlayabiliriz bunu. Böylesine, her şeyi bilme, türümüzün tamamı için her şeyden kötü bir doğal felaket olurdu; türümüzün ruhunu bitirir, yaşamanın tüm zevkini ve nedenini yitirmemize yol açardı.
Esasında hiçbir sanat gerçek anlamda öğretilemez. Dünyadaki tüm teknikleri yaratan bilgi, daha önce yaratılmış bir sanatın taklidinden ya da kopyasından başka bir şey sağlayamaz. Bir sanat eserindeki, yeri doldurulamaz olan şey son tahlilde asla ondaki teknik ya da zanaat değil, sanatçının kişiliği, onun eşsiz ve bireysel duygularının ifadesidir.
Gerçekten tehlike altında olan, doğanın kendisinden daha çok, bizim ona karşı tavrımızdır. Fiilen var olanın sadece bir kalıntısını içeren bir dünyada, yani belki bir gün gerçekleşecek, ama yine de, bugünkü bir gerçek değil, karanlık bir hipotez olan bir dünyada yaşıyormuş gibi davranıyoruz.
Doğada yabancılaşmalarımızın en karmaşığı, kavranması en zor olanıysa, ondan bir şekilde yararlanma, kişisel bir yarar sağlama ihtiyacımızdır. Vahşi doğayı -ne kadar masum ve kullanılması zararsız olsa da- kullanılabilirlik kavramından ayırmadıkça, doğayı (ya da kendimizi) asla kesinlikle tam anlayamayacak ve kesinlikle hiçbir zaman saygı duyamayacağız. Çünkü doğaya karşı çok eskilerden kalan düşmanlığımızın ve kayıtsızlığımızın kökeninde, onun genel olarak büyük ölçüde yararsızlığı yatar.
Kameranın sizi Afrika cangılının en diplerine, uçsuz bucaksız Arktika’ya, denizin otuz kulaç dibine götürmesi modern teknolojinin mucizesi gibi görülebilir; ama seyirci doğanın gerçeğine daha çok yaklaştırmaz yahut insanlarla çevrelerindeki gerçek doğa arasında daha doğru dürüst bir ilişki sağlama olasılığı, sırf roman okumakla roman yazmanın öğrenilebileceğinden daha fazla değildir. Bu konuda söylenecek tek şey, belki yararlı olabileceğidir; çok daha yaygın bir sonuçsa, insanların bu konuda uğraşmanın bile gereksizliğine ikna olmasıdır.
Bir şeyleri adlandırmak daima, dolaylı olarak onları kategorize etmek ve dolayısıyla da toplamak, sahiplenmeye kalkışmaktır; ve insan, modern toplumların çoğu tarafından beyni yıkanarak, sahiplenmenin sahiplenilmekten daha zevkli olduğuna, ele geçirmenin ele geçirilmeye bin bastığına inandırılmış çok açgözlü bir yaratık olduğundan, sırf isimler ve bunlarla bağlanan nesneler çabucak bayatlar. Sürekli bir yeni nesneler ve isimler -doğa bağlamında da yeni türler ve deneyimler- arama gereksinimi ya da dürtüsü vardır. Yakından tanımaya karşı her gün daha da kayıtsızlaşılır ve her şey bilindikçe bilinmez hale gelir. Ve bu sadece insandışı doğa için geçerli değildir; çevremizdeki insanlara karşı tavrımızın bu gezegendeki daha aşağı yaşamlara karşı tavrımızdan ayrı bir şey olduğunu düşünmek için aptal olmak gerekir.
Evrim, insanı, dünyayı sadece antroposantrik bir şekilde değil, üstelik kendi benliklerimizi düşünme tarzımızı yansıtırcasına ayrı ayrı gören, kesin bir şekilde soyutlayıcı bir yaratığa dönüştürdü.
Budamayana meyve yok; bilgiyi sorgulayana meyve yok; insan eli değmemiş ağaçların arasına gizlenenlere meyve yok; insanlığın davasına ihanet edenlere meyve yok.