İçeriğe geç

Gece Yürüyüşü Kitap Alıntıları – Metin Karabaşoğlu

Metin Karabaşoğlu kitaplarından Gece Yürüyüşü kitap alıntıları sizlerle…

Gece Yürüyüşü Kitap Alıntıları

Çünkü, bir kez daha vurgulayalım, bir ulus-devletler çağındayız. Eğitimimiz buna göre oluyor. Zihnimiz buna göre işliyor. Düşüncemiz buna göre şekilleniyor. Dünyamız buna göre belirleniyor.
Zira, bugün ʻzengin’in tarifini TV filmleri belirliyor. “İhtiyaç’ın tarifi, ilgili nesnenin yaşamamız için zorunlu oluşuna göre değil, modaya veya alışkanlıklara göre yapılıyor. Uzak durmaya çalışsak da, zengin denilince dünyamıza gelen çağrışım bundan pek farklı değil: ev değil, lüks bir ev; araba, hem de lüks araba; yazlık, hem de lüks bir yazlık; her ay fuzuli bir yığın alışveriş, ama lüks bir alışveriş.
Başkaları gibi düşününce , başkalarına benziyoruz.
Ancak, görebildiğim kadarıyla, bir beldede huzurevleri inşasına başlanmışsa, o beldede huzur ortadan çekilir hale gelmiş demektir. Huzurevleri ve bir de çocuk esirgeme yurtları, hakkı kuvvete veren, bu yüzden de kuvvetsizleri veya kuvvetten düşenleri horlayan bir medeniyetin icatlarıdır. İnsanlar îşu asr-i enaniyet’te yalnız kendi nefisleri ve kendi menfaatleri için çırpınırken, çocuklar da ayakbağı olarak gözükür, yaşlılar da
Yeryüzünde, herkesin mesken edinebileceği kadar alan ve yeterince gıda mevcuttur. İktisadi problem diye birşey yoktur ve hiçbir zaman olmamıştır. Ortada olan manevi bir problemdir.
Ateşe su, suya ateş denilen bir çağda suya su, ateşe ateş diyebilmek için
Modern dünyanın ‘ehl-i dünya’sı, sözümona, ‘kimseye kötülük etmez.’ Oysa, kötülük olarak, onu bu kadar nimetle donatan Rabbini unutmak, O’na hakkıyla kul olmaya yanaşmamak yeterli değil midir?
Şu modern dünyanın ‘ehl-i dünyası’, lafa bakılırsa ‘hak yemez’. Halbuki, Allah’ın onun üzerindeki hakkını, hiç hatıra getirmeme veya hiç ciddiye almama raddesinde yemektedir.
Uhud Gazvesinin öğrettiği bir derstir. Mü’min için, gevşeme, yerini ve görevi terketme, mücahedeyi bırakma, ganimet peşine düşme, atalet ve rehavet izni yoktur. Kısa bir süre için de olsa bu sırdan gaflet edilince gelen elim mağlubiyet, bu noktada önemli ibretler ve dersler taşımaktadır.
kendi davasının askeri olamayanlar, başkalarının kof, boş ve ahiret noktasında hakikatsiz davalarına piyon oluyor.
Bugün, yarın beni terk edecek olanın peşinde düşmek ise akıl karı olmasa gerektir.
Başkasını bilen, bilgilidir; kendini bilen ise aydınlanmış.

-LAO-TZU

Bizim meselemiz refah değil, şükürdür.
Problem, insanların ekmek bulamaması değil; ekmeği nimet bilmemesi. Bugün önüne konulan ekmeği beğenmeyen, siz her gün pasta verseniz, üç gün sonra ondan da şikayet edecek n
Şikayetin artışı nimetin azalışından değil kısacası; nefsin azışından, gafletin artışından
‘Kullan-at’ kültürünü aşmadan, hayatımızı ‘gerçek ihtiyaç’ temeli üzerinde yeniden kurmadan bizi dünyaya hapseden zincirlerden kurtulmamız pek mümkün gözükmüyor.
Herşeyin ‘değer’ini ‘para’nın belirlediği bir çağda yaşıyoruz. Para adlı değer ölçüsü ise, bizi sık sık komik durumlara düşürüyor.
‘para’ya bu kadar ‘değer’ verilince, yalnızca kâinat içindeki, her biri bir kudret mucizesi olan nice nimet nimetlikten çıkmakla kalmıyor; aile de çöküyor. Aile nimeti de, fiiliyatta, ortadan kalkıyor.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
maddeten ölümüne razı olamadığımız çocuklar, manen her gün öldürülüyor.
Kimseye kötülük etmiyorum diyenlerin ‘kimse’ tarifine, gerçekte en başta yer alması gereken Yaratıcı, bırakın son sıraya konmayı, dahil bile ediliyor değildir.
Cehenneme doğru yol alan insanları temiz sokaklardan cepleri para dolu bir vaziyette yürütmek neye yarar? Hizmet bu mudur?
Aynı dili konuşuyor olmak birbirini anlamak için yeterli olsaydı, sanırım yeryüzünde hiçbir tartışma yaşanmazdı.
Birileri daha çok kazanma uğruna beşeri zaafları kullanan reklamlar vs. aracılığıyla tüketimi kamçılar. Ardından, Onda var, bende yok la gelişen süreç, artık Başka türlü yapamıyorum a gelir ve habire yeni ürünler icad edildiği için, gelirler ne kadar artarsa artsın, gideri karşılayamaz.
Buna karşılık, Âişe validemiz, Resûlullah’ı hatırlatır. O , der, ardı ardına üç gün buğday ekmeği yemeden bu dünyadan göçtü.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
‘Ev’, ‘yuva’ olmaktan çıkıp, akşamları gelinen ve kalınan bir ‘pansiyon’a dönüşüyor.
Herkes, kendi bakışı ve nefsi hariç, her şeyden şikayet ediyor.
Sünnet-i seniyye çizgisinin uzağında bir fikriyat içindeyken, sünnete uygun bir hayat yaşamak ne mümkün! Başkaları gibi düşününce, başkalarına benziyoruz.
İnsanın, içinde bulunduğu kainatta kendine edebileceği en büyük kötülüklerden biri, bir şeyin ‘değer’ini belirlemek için ‘para’yı ölçü almasıdır.
..helal yoldan normal bir mesaiyle edindiğimiz para, maişetimizi, ‘ihtiyaç’larımızı karşılamaya yetmiyor. Ek bir iş, ilave bir iş imkanı derken, boğulup gidiyoruz. Dahası, hanımın da ev dışında çalışması ihtiyacı beliriyor, bu ise çocuklarımız için ‘uygun bir yuva’ arayışını getiriyor, yuvalar için daha fazla para kazanmak gerekiyor.. derken, farkına bile var maksızın Bir kısır döngünün içine giriliyor.
Şeyh Sadi, ‘bir lokma ekmek’ örneğinde şu sözleri söyler: Ey insan! Yer, gök, felek, melek, toz, toprak, su, rüzgar, bulutlar, ağaçlar, otlar hepsi senin için bir vazifeye koşturulmuşlar. Ta ki, bir lokma ekmek yiyebilesin ve şükredesin.
hatta içimizdeki bu kapitalistin adını bile biliyorum.
Adı nefis.
Asıl problem, nimeti nimet olarak görme şuurunun yokluğu. Şükürün kıtlığı.
Herkes, kendi bakışı ve nefsi hariç, her şeyden şikayet ediyor.
Kara toprak ve renksiz sudan, bembeyaz pamuk çıkarmaktadır Kadîr-i Rahim.
Bu kez, eskisini, aslında iş gördüğü halde -ve öte yandan, tüm bunların ne denli ihtiyaç olduğunu sormaksızın- bir yerlere attık veya hurda fiyatına sattık; yenilerin peşine düştük.
,ekonomi üzerine kurulu genel hayat felsefesiyle bizi daha da çok kazanarak ihtiyaçlarını daha çok karşılamaya çağırıyor.
‘ev hanımı’ olmak hor görülüyor artık. ‘Ev hanımlığı, kimi nazarlarda, ‘bir işe yaramıyor olmak’la eş anlamlı mütalaa ediliyor.

İş böyle olunca da, aileler, farkına bile varmaksızın, bir ölümün eşiğine geliyor. Para değer ölçüsü, dolayısıyla para getiren iş ‘değerli’ olduğu için, evin erkeği, eve para getiriyor olmak’la otorite kazanıyor. Para değer ve dolayısıyla otorite sebebi olunca da, ‘ev hanımı’ olarak kendisini değersiz ve güçsüz hisseden hanımlar, para kazanan bir işle uğraşarak kendileri için bir değer ve otorite alanı açmaya çalışıyorlar. ‘Değerli’ ve eşit olmak için, para getiren bir iş peşine düşüyorlar.

Böylece, babaların yanısıra anneler de evden kopunca, aslında ev göçüyor. ‘Ev’, ‘yuva’ olmaktan çıkıp, akşamları gelinen ve kalınan bir ‘pansiyon’a dönüşüyor. Herkes, kendi özel alanında yaşıyor. Çocuk ya bir bakıcıya, ya bakımevine, yahut televizyona emanet ediliyor. Baba, işyerinde çalışan hatunları hanımından daha fazla görüyor. Hanım, çalıştığı işyerinde, evinden daha fazla zaman harcıyor. Uyanık olunan zamanların ancak üçte bir kadarı evde harcanıyor.

Ormanlar kralı aslan, sıra yavrusuyla oynaşa gelince, âleme maskara olur. Serçe, yavrusu için yılana kafa tutar. Tavuk, yavrusu için başını ite kaptırır.
İSLÂM’IN FITRAT HAMURUNU nasıl yoğurup pişirdiğinin belki de en eşsiz örneği, Hz. Ömer’dir. İslâm’dan önceki Ömer ile İslâm’dan sonraki Ömer arasındaki fark o denli keskindir ki, bin dört yüz yıldır, İslâm’ın insanı nereden alıp nereye getirdiğinin en açık misali olarak, nazarlara bu örnek sunulmaktadır.
Hiçbir görev, kendi iç dünyamızdaki görevin; kendi kalb, ruh, akıl ve nefsimize karşı taşıdığımız imanî sorumluluğun engeli ve rakibi olmamalıdır öncelikle.
Hiçbir şey değişmeden her şey değişecek. Zira, bakışımız değişecek.
Yoksa ev çoğu zaman yemek yiyip televizyon seyrettiğimiz ve uyuduğumuz bir yerden mi ibaret kalıyor? Ailenin Rabb-ı Rahîm’in nimetlerine beraberce muhatap olduğumuz yemek anları, Resullullah’ın yaptığı gibi imanî sohbetlerle mi süsleniyor? Ayrıca, çocuğumuzun dünyasında neler var, ne okuyor, ne düşünüyor, soruları ne, korkuları ne, arkadaşları kim, gününü nasıl yaşıyor, hangi derse çalışıyor..biliyor muyuz?
Bu tablonun sorumluları hanesinin başında ise, muhakkak ki, Ey iman edenler, kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyun fermanındaki sırayı unutan bizler bulunmaktadır.
Huzurevleri ve bir de çocuk esirgeme yurtları, hakkı kuvvete veren, bu yüzden de kuvvetsizleri veya kuvvetten düşenleri horlayan bir medeniyetin icatlarıdır.
tüm bunları elimizin tersiyle itercesine öncelikle ve yalnız başkalarını irşada kalkışmak ne derece haklı, ne kadar tutarlıdır?
İlk önce kendisine karşı nebi ve resûldür. Resûl-i Ekrem aleyhissalatü vesselam. Sonra, kendisini unutmaksızın, bilakis kendisiyle birlikte, ailesine resûldür. Sonra, kendisini ve ailesini ihmal etmeksizin, tüm insanlığa resûldür.
Sonuçta, kendi davasının askeri olamayanlar, başkalarının kof, boş ve âhiret noktasında hakikatsiz davalarına piyon oluyor.
Birileri, her gün beş vakit bir Rabbin varlığını ve Ona kul
olma gereğini hatırlatan Arapça ezan-ı Muhammediyi duyup da rahatsız olduğu sürece, bu münafıkça oyun devam edecek.
zaruri ihtiyaçların karşılanması temeline
oturmuş iktisatlı ve kanaatli bir hayatı yaşayan insanları enflasyon ne kadar etkileyebilir?
Hangi sofradan doyarsan doy; rızkı veren Allah’tır.
İlk önce kendisine karşı nebi ve resûldür Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam.
O, ilk vahiy geldiğinde ne ailesini, ne sair insanları ‘yaratan Rabbinin ismiyle okuma’ya çağırmış; bu emri en başta yalnız kendi şahsında yaşamıştır. Gelen emir budur.
Vahiy nurunun olmadığı veya alabildiğine perdelendiği bir ortamda, insan her yönüyle muhteşem, ama herşeyin yokoluşa sürüklendiği acaip bir âlemde hisseder kendisini. Bu kadar harika şeylerin bu kadar çabucak yokluğa gitmesi, keza kendisinin kısa bir hayatın peşisıra ölüme sürüklenmesi, insana garip gelir. Bütün bu güzelliklerin anlamını, yanısıra bu ölümlerin ve yokoluşların anlamını sorar. Ama sadece sorar.
Çünkü, bir ümmetin ferdi olduğumuzu unuttuk. Unutturuldu demek belki daha doğrusu; ama bizlerin yeniden hatırlama yönünde ciddi bir çaba sarfetmediği de ortada. Tüm dünyayı kuşatan bir ümmetin ferdi olacak iken, bir ulus-devletin hem dünyevîliği anlamında sığ, hem de dünya içinde dahi küçüklüğü cihetiyle sınırlı ‘vatandaş’lığına hapsolduk.
Kendi davasının askeri olamayanlar, başkalarının kof, boş ve ahiret noktasında hakikatsiz davalarına piyon oluyor.
Yönlendirmek isterken, yönlendirmek istediklerimiz tarafından yönlendiriliyoruz. Birilerinin nabzına göre şerbet verelim derken, o şerbetin tadıyla kendimizden geçiyoruz. Başkaları gibi düşününce de, zamanla başkalarına benziyor insan.
Sünnet-i seniyye çizgisinin uzağında bir fikriyat içindeyken, sünnete uygun bir hayat yaşamak ne mümkün! Başkaları gibi düşününce, başkalarına benziyoruz.
Nefis ise evvela ve bizzat kendini sever; başka her şeyi kendine feda eder.
Bayezid-i Bistamî, işte bu ‘sa’y’ sırrından dolayı, O arayarak bulunmaz; ama O’nu bulanlar, arayanlardır dememiş midir? İnsan için sa’y ettiğinden başkası yoktur buyuran Kadîr-i Rahîm, Kendisini bulmayı ancak bu yolda sa’y edene nasip etmektedir.
Dua etmeyene, istemeyene, ihtiyacını ıztırar lisanıyla ifade etmeyene, fiilî duasını sa’y ederek göstermeyene Zemzem yoktur. Insan ihtiyacını bilmeli, o ihtiyacı için dua ve sa’y etmelidir ki, suyu bulsun.
Şeytan recm olunmalıdır ki, kalbler Samed aynası olarak kalsın.
Şeytan recm olunmalıdır ki, gönül Kâbe’si putlardan azade olsun.
Bizler, yılları konuşurken, iki türlü tarihi kullanırız. Bugün artık bütün dünyada kullanılan bir Miladî tarih vardır meselâ. ‘Milad’ ise, İsa’nın doğumunu esas alır. Ve İsa (a.s.), bir peygamberdir. Velhasıl, ister Miladî olsun, ister Hicrî, ‘yıllar’ nebevî bir temele dayanmaktadır. İki halde de, ‘tarih’in akışı, ‘peygamberler’ üzerinde temellendirilmiştir. Yani, iki halde de, atıf noktası ‘din’dir.

Bu atıf ise, esasen, ‘ilk insan’a kadar uzanır. İlk insan, vahyin öğrettiği hakikatler üzerine temellenen ‘imanî tarih’e göre, aynı zamanda ilk mü’min ve ilk peygamberdir. Daha da ötesi, hayat yolculuğu Cennette başlamıştır. Ve şu dünya hayatının sonunda vardığı yer de orası olmuştur.

İmanî tarih böyle bir temelde gelişirken, ‘millî tarih’lerin gerçekliği kesinlikle su götürür efsanelerle başladığını; ve nedense işin içinde hep bir hayvanın yer aldığını görürüz. Meselâ türklerin tarihi bir ‘kurt’un önderliğine kadar dayanır; Romalıların tarihi başka bir kurdun sütanneliğine, Moğollarınki mavi geyiğe, Ruslarınki ayıya, Fransızlarınki horoza.

‘Ulus-devlet’i doğuran modern çağın itikadî temellerinden biri haline gelmiş Darwinizmin, topyekün insanın atasını ‘maymunlar’ olarak belirlemesi de cabası

Velhasıl, modern çağın ‘tarih’i, bu arada ‘millî tarih’ler bir hayvanla başlar. Hayvanlar farklı da olsa, ‘ata’ olarak varıp dayanılan, bir hayvandır.

Ubudiyetin, kulluğunu Rabbine arzetmenin beş temel ifadesinden biri olarak hac, esasen bir hayatın ne şekilde yaşanması gerektiğinin özeti gibidir.
Biz bir ümmetin fertleriyiz. Ne olur, kalblerimizi coğrafya mahkumu olmaktan kurtaralım. Kalblerimizi, ‘na’büdü’deki ‘Biz’ sırrına açalım.
Lütfen.
Nitekim, dün Hak adına yapılanlar ‘hizmet’ oluyordu; bugün halk adına yapılanlar. Dün Allah adına ölenler şehit oluyordu; bugün devlet adına ölenler.
Zekât emrine sırt çevirenler, vergilendirilmiş kazanca ‘kutsallık’ veriyorlar.
E. F. Schumacher’e ise şunu söyletecektir: Modern dinsiz yaşama deneyi başarısızlıkla sonuçlandı. İnsan kilisesiz yaşayabilir belki #8212; ama dinsiz asla.
Şu modern dünyanın ‘ehl-i dünya’sı, lafa bakılırsa ‘hak yemez’. Halbuki, Allah’ın kendisi üzerindeki hakkını, hiç hatıra getirmeme veya hiç ciddiye almama raddesinde yemektedir. Ki, bütün hakların O’ndan geldiği Cenab-ı Hakk’ın hakkını yemekten daha büyük haksızlık olabilir mi?
Dün ‘Allah’a emanet’ edilenlerden, bugün ‘kendine iyi bak’ması isteniyor.
Sözgelimi, nâmahreme elini uzatmak veya uzatılan eli sıkmak gerçekte ‘günah’ iken, artık uzatmamak ve sıkmamak ayıplanıyor; ve çoğu zaman, mü’minden ‘ayıp etmemek’ için günah işlemesi isteniyor.
Meselâ, ‘günah’ın yerini ‘ayıp’ almış bulunuyor. Birşey, yapılmıyorsa, Allah yapılmasın dediği için, yani ‘günah’ olduğu için değil; çoğunluk yapılmasın dediği için, yani ‘ayıp’ olduğu için yapılmıyor.
En ‘basit’inden, eskiden üstümüze ‘rahmet’ yağardı; şimdi ‘yağmur’ yağıyor! ‘Nimet’ler ‘mal’a, ‘rızık’lar ‘tüketim maddesi’ne dönüşmüş bulunuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir