İçeriğe geç

Martıları Seven Adam Kitap Alıntıları – Osho

Osho kitaplarından Martıları Seven Adam kitap alıntıları sizlerle…

Martıları Seven Adam Kitap Alıntıları

Zen bugünde yaşar.Tüm öğreti şudur: bugünde nasıl olunur, artık var olmayan geçmişten nasıl kurtulunur ve henüz olmamış gelecek ile nasıl uğraşılmaz ve var olan anın içinde odaklanarak nasıl kalınır.
Eğer birisi sana hakaret ederse ve sen susarsan, hiçbir şey olmamışçasına, karşındaki daha da kızar; gittikçe daha da öfkelenir.Sen de öfkelenirsen o bunu anlayabilir, ama sessizliği anlayamaz.
Tam anlamıyla hayatını yaşayan bir insan o kadar mutludur ki bu tip şeyler onu rahatsız etmez. Dışarlarda her ne olursa olsun bu merkezi etkilemez. O da merkezde kalır.
Gücün yararı, bir gün sayesinde yaşayacak olmandır.Önce güç toplarsın bu güç belki parada gizlidir, belki de silahlarda.Önce hazırlanırsın – güç bir hazırlıktır ve sonra da bir gün yaşayacaksındır.
Odun taşı ve odun taşırken sadece odun taşı – ve bunun güzelliğini yaşa.Başka şeyler düşünüp durma.Kıyaslama yapma.Bu an müthiş güzel. Bu an ani bir aydınlanma getirebilir.Bu an en yoğun meditasyon anı olabilir.
Öğrenmenin tek yolu var, o da yaşamak ve denemek. Başka yolu yok.
Seninle diğer kişi arasında sevgi akışı olunca ikiniz de bundan yararlanırsınız. Ve bu sevgi alışverişi sırasında potansiyelin gerçeğe dönüşmeye başlar. İşte bu şekilde kendini bulursun.Daha çok sev, daha fazla geliş; daha az sevince sen de daha azalırsın.Sen hep sevgin ile düz orantılısın. Sevginin boyutu ile varlığının boyutu birbirine eşittir.
İnanan bir akıl aptaldır; güvenen bir akıl ise tamamen zekidir.
Ama onların Tanrı’sı kendi özel Tanrılarıdır, gerçeklerin tanrısallığı değil. Az gelişmişliklerinden kurtulunca da Tanrı’ları yok olur.
Bu çoğu insanın başına gelmiştir.Geçtiğimiz yüzyılda pek çok insan dinsiz oldu – Tanrı’nın var olmadığını anladıklarından değil, yaşadıkları devrin insanları biraz daha olgun kıldığından.İnsanoğlu rüştünü ispat etti; insanoğlu biraz daha olgunlaştı. O nedenle çocukluktaki Tanrı, gelişmemiş beynin Tanrı’sı, Artık geçersiz kaldı.
Friedrich Nietzsche Tanrı öldü derken bunu kastediyordu.
Varoluş çelişkilidir; çelişki onun ta kalbinde yaşar. Çelişki zıtlıklar sayesinde yaşar, O zıtlıkların dengesidir.Ve bu dengeyi tutturabilen kişi yaşamın, varoluşun, Tanrı’nın ne olduğunu da anlayabilecek duruma gelir. İşin sırrı dengededir.
“DOĞRU RUH HALİ SAYESİNDE YAŞAMDA VE ÖLÜMDE
ÖZGÜR OLABİLİR, ATEŞ VE SUDAN KORUNABİLİRSİNİZ.”
“Hırs başkalarını kontrol etme çabası demektir.”
“Beyin bugününü ve yarınını kontrol etmeye çalışan geçmişindir.”
“Beyin bir mekanizma.  Zekası yok. Beyin biyolojik bir bilgisayar. Nasıl zekası olabilir ki? Becerisi var ama zekası yok; işlevsel faydası var, ama farkındalığı yok. O bir robot; iyi çalışıyor ama onu fazla dinleme çünkü o zaman içsel zekanı yitirirsin. Sanki tüm iplerini bir makinanın eline bırakıyormuşsun gibi olur. İçinde özgün hiçbir şey bulunmayan – bulunamayacak – bir makinadan seni yönetmesini istiyorsun. Beyindeki hiçbir düşünce orijinal değil, her biri tekrardan ibaret. İzle. Beyin ne zaman bir şey söylese yine seni bir kalıba sokmaya çalıştığını göreceksin. Yeni bir şey yapmayı denersen beynin hakimiyetini kırmış olursun.”
“Aşk der ki, diğeri sana sahip olsun; ego der ki diğerine sahip ol. Aşk der ki, birbirinizin içinde eriyin; ego der ki, bırak o sana boyun eğsin, onu sana ait olmaya zorla, özgür dolaşmasına izin verme. Diğerinin özgürlüğünü yoket, senin uzantın, gölgen olsun. Aşk diğerine hayat verir; bağımlılık, sahiplenmek diğerini öldürür, onun hayatını söndürür.”
“Eğer Budist bir ülkede ve Budist bir toplumda dünyaya geldiysen Budist ahlakı öğrenirsin. Hristiyan bir ülkede doğduysan Hristiyan ahlakı öğrenirsin. Başkalarından öğrenirsin. Ve böyle yapmak ZORUNDASIN çünkü kendine ait bir fikrin yok. O yüzden ahlak ödünç alınır; sosyaldir, kalabalıktır topluma aittir.”
“Beyin kelimeler demektir; benlik ise sessizlik. Beyin toparladığın kelimelerden ibarettir; sessizlik ise hep seninle olandır, toplama değildir. Benliğin anlamı budur.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Figürü gördüğünde, arka plan yokolur; arka planı gördüğünde figür yokolur.”
“Reklamlar bu şekilde etki eder: tekrar eder dururlar. Reklamcı tekrarlama bilimine inanır; bu veya şu markanın en iyisi olduğunu söyler durur. Bunu ilk duyduğunda inanmayabilirsin. Ama bir dahaki sefer, tekrar tekrar duyunca – inanmaya başlarsın. Zamanla inanç doğacaktır. Hatta bu öyle bir inançtır ki bilincinde bile olmazsın. Bilinçaltına yerleşir. Bir gün aniden, markete gittiğinde, belli bir markaya doğru uzanırsın. Tekrar işe yaramıştır. Seni hipnotize etmiştir.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Güvenemeyen insanlar, inanırlar. İnanç geçicidir; sahte para gibi bir aldatmacadır. Güvenebilen insanların inanca ihtiyacı yoktur. Yaşam yeterlidir. Üzerine bir tanrı veya nirvana yüklemen gerekmez. Gerek yoktur. Yaşam yeter de artar bile. Hayatı yaşarsın. Tabii, eğer bir inancın varsa, etrafında bir gelecek kurabilirsin. Eğer bir inancın yoksa o zaman geleceğin de olmaz, çünkü yaşam şimdi ve buradadır. Beklemeye gerek yoktur. Ama biz yaşamı ertelemeye devam ederiz ta ki ölüm gelip de bu armağanı elimizden alana kadar.
Ümit yaşamı ertelemenin bir başka yolu. Tüm istekler yaşamı ertelemenin birer yoludur ve tüm inançlar var olanı göz ardı edip olmayanı düşünmeye devam etmeye yarayan birer araçtır.
Tanrı yok. Yaşam var. Lütfen tanrı arayışına girme. Nirvana yok. Yaşam var. Lütfen nirvana arayışına girme. Ve eğer nirvanayı aramaktan vazgeçersen nirvananın yaşamın kendisinde saklı olduğunu keşfedeceksin. Tanrıyı aramaktan vazgeçersen tanrıyı her yerde bulacaksın her bir hücrede, yaşamın her dakikasında. Tanrı yaşamın bir diğer adı. Nirvana yaşanmış hayatın bir diğer adı. Az önce ‘yaşam’ sözcüğünü duydun; bu yaşanmış bir deneyim değil. Tüm inançlardan vazgeç, hepsi birer engelden ibaret. Hristiyan olma, Hindu olma, Yahudi olma. Sadece yaşa. Bırak tek dinin bu olsun. Yaşam tek din. Yaşam tek tapınak. Yaşam tek dua.
Güvenemeyen insanlar, inanırlar. İnanç geçicidir; sahte para gibi bir aldatmacadır. Güvenebilen insanların inanca ihtiyacı yoktur. Yaşam yeterlidir. Üzerine bir tanrı veya nirvana yüklemen gerekmez. Gerek yoktur. Yaşam yeter de artar bile. Hayatı yaşarsın. Tabii, eğer bir inancın varsa, etrafında bir gelecek kurabilirsin. Eğer bir inancın yoksa o zaman geleceğin de olmaz, çünkü yaşam şimdi ve buradadır. Beklemeye gerek yoktur. Ama biz yaşamı ertelemeye devam ederiz ta ki ölüm gelip de bu armağanı elimizden alana kadar.
Albert Einstein’ın bir sözünü okuyordum. Çok hoşuma gitti. Diyor ki, Ben çok dindar bir inançsızım. Aslında dindar bir insan inançlı olamaz. Dindar bir insan güvenebilir, ama inanamaz. Güven varoluşçu deneyimlerden doğar; inanç ise beynin kendini tatminidir. İnanç, ideoloji, kavram, din kitapları, felsefeden ibarettir. Güven ise yaşama aittir.
Tanrı dediğin anda bir inancı kullanıyorsun. Ama yaşam bir inanç değil, o bir deneyim. Bırak tek tanrın yaşam olsun. Başka bir tanrıya gerek yok, çünkü diğer tüm tanrılar insanların icadı. Einstein, Ben çok dindar bir insanım, ama inancım yok, inançsızım derken haklıydı. Ne demek istiyordu? Dindar olma özelliği ile inançlı olma özelliğinin hiçbir alakası yok. İnanan inanıyor çünkü arzuluyor. İnanan inanıyor çünkü bir şey aramak istiyor. İnanan inanıyor çünkü beyni devreye girmeden hayatını yaşayamıyor. Aklını hep yaşam ile arasına sokuyor sanki elini eldivenin içinde saklarmış gibi sevgiline dokunuyorsun, ama direkt olarak değil; elin eldivenin içinde saklı. Sevgiline dokunan eldiven oluyor; sen sadece eldivene dokunuyorsun.
İnanç eldiven gibidir; seni sarar sarmalar. Yaşamla asla direkt temasta olmazsın. Dindar bir insan bu bağlamda çıplaktır onun üzerine giyecek bir inancı yoktur. O direkt olarak yaşam ile temas kurar. O temas ile erirsin. O temas ile birleşirsin. O temas ile bir yerde artık kendin olmaktan çıkarsın. Bir yerde bütüne dönüşürsün ve bütün sana gelir. Deniz bir damla suya damlar ve bir damla su denize dönüşür.
İnançlar tehlikelidir. İnançları değiştirir dururuz. Bir Hindu Yahudi olabilir, bir Hristiyan da Hindu. Veya dindar bir insan, sözde dindar birisi komünist, inanan birisi de ateist oluverir hiç fark etmez. Eldiveni değiştirir durursun, ama sonuçta orada bir eldiven kalır.
Arayış bir hastalıktır. Bunu bir ego meselesi haline getirme çünkü birisi bana gelip de tanrı arayışında olduğunu söylediğinde gözlerindeki ego kıvılcımlarını görebiliyorum; dünyayı lanetliyor dünyevi işlerle ilgisi yokmuş da çok dindar bir kişiymiş gibi. Bunu söylerken gurur duyuyor o sıradan bir insan değil, insanlığın sıradan bir üyesi değil. O özel, sıra dışı biri. Para peşinde koşmuyor, meditasyon arayışında. Maddiyat değil maneviyat peşinde.
Ama bana göre, ve bilen herkese  göre, arayış dünyaya aittir. Diğer dünyaya ait bir arayış yoktur. Arzulamak dünyevidir. Dünyevi olmayan arzu yoktur. Arzulamanın kendisi dünyaya ait. Çünkü tüm arzular temel bir hatadan kaynaklanır bir şeyleri kaçırdığına dair bir yanlış inançtan. Herşeyden önce hiçbir şeyi kaçırmıyorsun. Hiçbir şeye ihtiyacın yok ki. Dünya arzular yüzünden kabusa dönüşür, ve o zaman nirvana en son kabus olur. Elbette sonuncusu, çünkü tanrı ve nirvana arayışı içinde uyanırsan eğer uyanırsan, o zaman tüm kabuslar yokolur. Sen dünyadan vazgeçtin. Şimdi tanrıyı arıyorsun. Lütfen tanrıdan da vazgeç. Bu dine aykırı gibi gelebilir; ama değil.
“Aşk der ki, birbirinizin içinde eriyin; ego der ki, bırak o sana boyun eğsin, onu sana ait olmaya zorla, özgür dolaşmasına izin verme. Diğerinin özgürlüğünü yoket, senin uzantın, gölgen olsun. Aşk diğerine hayat verir; bağımlılık, sahiplenmek diğerini öldürür, onun hayatını söndürür. Aşıklar, sözde aşıklar işte bu yüzden birbirlerini öldürürler.”
Birisi ben Tanrı’yı arıyorum diyor.
Birisi ben gerçeği arıyorum diyor.
Ne istediklerinin farkında değiller. Onlar imkansızı istiyorlar. Tanrı bir nesne değil. Onu arayamazsın. Tanrı bütündür. Bütünü nasıl arayabilirsin? İçinde eriyebilir, ona karışabilirsin ama onu arayamazsın. Arayış sadece senin kendini bütünden kopuk olarak algılamaya devam ettiğini gösterir sen arayan, bütün de aranan oluyor.
Bazen bir kadını ararsın, bazen de bir adamı. Bazen, dünyaya öfkelenip öbür dünyayı aramaya başlarsın ama henüz arayışın kendisine öfkelenmemişsindir.
Arayanın başı derttedir. Arayanın aklı karışıktır. Temel sorunu kavrayamamıştır. Mesele tanrıyı arayıp sonra da her şeyi çözüme ulaştırmak değildir. Tam tersi eğer her şey çözülürse aniden tanrı ortaya çıkar.
Dünyada iki tür insan var:
kimisi solda, kimisi sağda kalır. Üçüncü tür ise farkındalığın zirvesinde olanlardır. Orada kural, Ortada Kalın şeklindedir. Bunu otoyolda deneme! Ama hayat yolunda ortada kal. Asla solda değil, asla sağda değil ortada.
Ve ortada dengeyi bulacaksın. Bir nokta var anlayabilir, hissedebilirsin her iki uca da yaslanmadığın bir nokta var, tam ortada olduğun bir yer. İşte o saniyede her şey dengeye kavuşuyor.
Ve işte bu şekilde Tanrı’ya hizmet edebilirsin. Dengede kalırsan Tanrı’ya hizmet etmiş olursun; dengede kalırsan Tanrı’ya ulaşabilirsin, o da sana ulaşabilir.
Yaşam bir teknoloji, bir bilim değildir; yaşam bir sanattır hatta ona bir içgüdü bile diyebiliriz. Onu hissetmen gerekir. Tıpkı ipte dengeyi tutturan cambazlar gibi olmalısın.
Başkalarının bilgilerini aktarmasını beklemek boşuna oluyor çünkü başkalarından alınacak olanın hiçbir değeri yok ve en ufak bir değer taşıyan şeyler ne verilebilir ne de aktarılabilir.
Farkındalığı yüksek olan bir insan için her şey ilk kez yaşanır, ve farkındalığı yüksek olan bir insan her şeyi ilk kez yapıyor bile olsa mükemmel yapar. Becerikliliği geçmişten değil bugünden kaynaklanır. Bunu asla unutmayalım. İşleri iki türlü halledebilirsin. Daha önce yaptığın için başarırsın çünkü nasıl yapılması gerektiğini bilirsin, aklını vermen gerekmez, mekanik bir şekilde yapıverirsin. Ama eğer daha önce yapmamışsan, ve ilk kez yapacaksan, çok uyanık olman gerekir çünkü geçmişten gelen bir deneyimin yoktur. Yani hafızana güvenemezsin, farkındalığına güvenmen gerekir.
Öğrenmenin tek yolu var, o da yaşamak ve denemek. Başka yolu yok.
Bir hikaye anlatmak ile hikayeler aracılığı ile konuşmak tamamen farklı şeylerdir. Bir hikaye daha canlı, daha anlam yüklüdür. Fazla şey söylemez ama çok şey gösterir. Tüm büyük Ustalar hikaye ve anektodlardan yararlanmışlardır. Bunun nedeni şudur, bir şey direkt olarak söylendiğinde çok şey kaybedilir. Direkt ifade fazla kaba saba, ilkel, şekilsiz, çirkin oluyor. Kıssadan hisse veren bir öykü ise mesajı gayet dolaylı olarak iletiyor. Bu her şeyi çok daha yumuşatıyor; olayı daha şiirsel, mantığa daha az dayalı, yaşama daha yakın, daha çelişkili bir hale getiriyor. Tanrı için mantığa dayalı kıyaslamalar yapamazsın, herhangi bir argümanı kullanamazsın, ama hikaye anlatabilirsin.
Aşk konusunda hiçbir şey bilinemez.
Aslında, tüm bilenlerin vereceği cevap budur. Ben nereden bileyim?
Evet, ancak derin bir dostluk varsa bir şey sorulabilir. Ve ancak derin bir dostluk varsa bir cevap verilebilir. Usta ile müridi arasında derin bir dostluk vardır. Bu bir aşk ilişkisidir. Müridin doğru zamanı beklemesi gerekir ve Usta’nın da doğru zamanı beklemesi gerekir; dostluk akıp giderken, arada engel yokken, o zaman her şey cevaplanılabilir. Hatta bazen sorular cevap verilmeden cevaplanmış olurlar; kelimeleri kullanmadan da mesaj iletilebilir.
Bir topluluk içinde yaşamak sevgi içinde yaşamak demektir, bir toplum içinde yaşamak başkalarına yardım edip işbirliği yapmak demektir.
Çok, çok fazla bireye odaklı birçok din var: sadece bireyi düşünürler, asla toplumu düşünmezler. Sadece ben nasıl kurtulurum, nasıl özgürleşirim, nasıl hidayete ererim diye düşünürler benim kurtuluşum, benim özgürlüğüm, benim selametim, benim hidayetim. Her şeyin başında ben var. Bu dinler bir yandan egodan vazgeçmeye çabalarlar ama tüm çabaları ego üzerine kuruludur.
Beyin büyük bir rahatlıkla uç noktayı seçer. Sefahate dalan insanlar vardır: seks, zevk, yemek, giysi, mal, mülk, şu, bu gibi konularda aşırıya kaçarlar. Sefahate dalan insanlar vardır yaşama fazla yüklenirler, aşağıya düşerler, tepetaklak olurlar. Bazı insanlar da onların varoluşun ipinden sefahatin karanlık boşluğuna doğru tepetaklak yuvarlanmalarını izler ve korkuya kapılırlar; bu sefer onlar tam tersi bir uca doğru yönelirler. Dünyadan el etek çeker, Himalayalar’da inzivaya çekilirler. Eşlerinden, çocuklarından, evlerinden, dünyadan, piyasadan kaçıp gidip manastırlarda saklanırlar. Bir başka aşırılığı seçmiş olurlar böylece. Sefahat hayatın uç noktasıdır; inziva ise ölümün.
O yüzden Friedrich Nietzsche’nin Hinduizm hakkındaki yorumunda doğruluk payı vardır Hinduizm ölüm dinidir, demiştir. Buda’nın intihara eğilimli olduğu konusunda da Nietzsche bir ölçüde haklıdır. Gerçek şudur: bir aşırı uçtan diğerine kayabilirsin.
Hasidik yaklaşımı ise aşırılıkları seçmeyip ortada durmak ve her iki tarafa da eğilimli olup bir yandan ikisini de aşmak, hiçbiri ile bütünleşmeyip kafayı takmamak şeklindedir özgür kalarak ve her ikisinin keyfini çıkararak. Hayat gelirse tadını çıkar; ölüm gelirse onun da keyfini yaşa. Eğer Tanrı lütfedip de yaşam, sevgi veriyorsa ne ala; ölüm gönderiyorsa bu da iyi olmalı sonuçta onun lütfudur.
Bir gün, gerçekten dengede olduğunda, ne o tarafa ne de bu tarafa fazla abanıyorken, tam ortada dururken, her şeyi aşarsın. Ortası aşılan noktadır, o noktadaki kapıdan geçip her şeyin üzerine çıkarsın.
Varoluşun ne olduğunu gerçekten bilmek istiyorsan, o ne ölümdedir ne de yaşamda. Yaşam bir uçsa ölüm diğer uçtur. Tam ortada, ne yaşamın ne de ölümün olduğu noktada, kişi doğmamış ve ölümsüz olur. Bu denge anında lütuf üzerine çöker.
Sen bir şey yapmazsın yaşam zaten akıp gitmektedir, sen sadece sessiz, pasif, tetikte, almaya hazır şekilde beklersin. Tanrı kendi lütfû ile gelir, senin çabaların sayesinde değil.
İnanç ile güven arasındaki fark basittir. Ben kelimelerin sözlük anlamlarından bahsetmiyorum sözlükte şöyle olabilir: inanç güven demek, güven iman demek, iman inanç demek ben varoluştan bahsediyorum. Varoluşçu açıdan bakınca inanç ödünç alınır, güven sana aittir. İnanç inandığın bir şeydir ama hemen altında şüphe yatar. Güven ise çift taraflı değildir; tamamen şüpheden arınmıştır. İnanç içinde bir ayrım yaratır: beyninin bir kısmı inanır, bir kısmı reddeder. Güven tüm benliğinin bütünleşmesidir.
Peki eğer bunu yaşamazsan nasıl tüm benliğin ile güveneceksin? İsa’nın Tanrı’sı olmaz, benim tecrübemin Tanrı’sı size uymaz, Buda’nın tecrübe ettiği Tanrı da olmaz bu sana ait bir deneyim olmalı. Eğer inançlara saplandıysan tekrar tekrar bu inanca uymayan deneyimler yaşayacaksın, ve sonra beynin bu deneyimleri algılamama eğilimi oluşturacak çünkü seni fazlasıyla rahatsız edecekler. İnancını yokediyorlar ve sen hala inancına tutunmak istiyorsun. Sonra hayata karşı gittikçe körleşiyorsun inanç gözlerini karartıyor.
Güven gözlerini açar; güvenin kaybedecek bir şeyi yoktur. Güven, gerçek olan gerçektir anlamına gelir Ben istek ve arzularımı bir kenara koyabilirim, onlar gerçeği değiştirmiyor. Sadece dikkatimi dağıtıp beni gerçeklerden uzaklaştırıyorlar. Eğer bir inancın varsa, ve bu inancın imkansız olduğunu söylediği bir deneyimle karşı karşıya gelirsen, neyi seçeceksin inancı mı deneyimi mi? Beyin inancı seçme ve deneyimi yaşamama eğilimindedir. Tanrı kapını çaldığı halde birçok fırsatı işte bu şekilde kaçırdın. Unutma ki sen gerçeği ararken yalnız değilsin gerçek de seni arıyor. Çoğu kez eli sana neredeyse değecekti, çok yakınlaştı, ama sen omuz silkip döndün. Olay senin inancına uygun düşmüyordu ve sen de inancı seçmeyi seçtin.
Yaşama güven o zaman hiçbir şey kaybetmezsin. Ama bu güveni doktrinlerden, vaazlardan, eğitimden, düşüncelerden elde edemezsin bu güvene ancak yaşamı tüm zıtlıkları, tüm çelişkileri, tüm ikilemleri ile yaşayarak kavuşabilirsin. Tüm ikilemlerden sonra denge noktasına geldiğinde güven oluşur. Güven dengenin ruhu, özüdür. Eğer gerçekten güvene kavuşmak istiyorsan tüm inançlarından vazgeç. Onların hiçbir yararı olmaz. İnanan bir akıl aptaldır; güvenen bir akıl ise tamamen zekidir. İnanan bir akıl gayet vasattır; güvenen bir akıl ise kusursuzlaşır. Güven onu kusursuz kılar.
Güven öyle tam, öyle sonsuzdur ki hiçbir şey yapmaya gerek kalmaz.
Küçük bir çocuğun hikayesini duydum ve senden bu küçük çocuk olmanı rica ediyorum. O gerçekten akıllıymış
Ufak oğlan çocuğu bir Pazar günü okul pikniğinde kaybolmuştu. Annesi deliler gibi onu arıyordu, ve az sonra çocuksu bir sesin Estelle, Estelle! diye seslendiğini duydu.
Kadın hemen ufaklığın yerini buldu ve koşup onu kucakladı. Neden bana anne değil de ismimle, Estelle diye seslendin? diye sordu, çünkü çocuk daha önce onu hiç ismiyle çağırmamıştı.
Şey, dedi ufaklık, ‘Anne’ diye seslenmenin bir yararı olmazdı burası anneyle dolu zaten.
‘Anne’ diye seslenirsen öyle çok anne var ki ortalık onlarla kaynıyor. Kişisel bir hitap şekli bulmalısın, onu ilk ismiyle çağırmalısın.
Tanrı’ya da kişisel bir tarzda hitap etmezsen, ilk ismiyle çağırmazsan, o asla yaşamında bir gerçeğe dönüşmeyecektir. ‘Baba’ diye seslenebilirsin ama kimin babasından bahsediyorsun? İsa ona ‘baba’ dediğinde bu kişisel bir hitaptı. Bu sözcüğü sen kullandığında tamamen kişiliksiz oluyor. Hristiyanca ama kişiliksiz oluyor. İsa ona ‘baba’ dediğinde sözcük anlam yüklüydü; sen ‘baba’dan söz edince anlamsız oluyor sen varoluş ile hiçbir gerçek temasta bulunmadın. Sadece bir yaşam deneyimi inanç veya felsefe değil sadece bir yaşam deneyimi varoluşa kişisel bağlamda seslenmeni sağlayacaktır. O zaman kendisiyle yüzleşebilirsin. Ve varoluş ile yüzleşmediğin sürece sen sadece kelimelerle kendini kandırıyor olursun içi boş, anlamsız, içeriği olmayan kelimeler ile.
Bir anekdot okumuştum
Bir adam hesabı sahte parayla ödemiş olmakla suçlanıyordu. Mahkemede paranın sahte olduğunu bilmediğini iddia etti. Kanıtlaması için sıkıştırıldığında itiraf etti:
Çünkü o parayı çalmıştım. Sahte olduğunu bildiğim parayı çalar mıyım hiç?
Bu savunmayı değerlendiren hakim, mantıklı olduğuna karar verdi ve sahte para suçlamasını geri çekti. Ama yeni bir suçlama getirdi hırsızlık.
Tabii, parayı çaldım, dedi suçlu rahat bir tavırla. Ama sahte paranın kanuni hiçbir değeri yoktur. Ne zamandan beri hiçbir şey çalmak bir suç oldu ki?
Kimse bu mantıkta bir kusur bulamadığından adam beraat etti.
Ama mantık yaşamda işe yaramıyor. Paçayı o kadar kolay kurtaramıyorsun.
Kanunun kıstırdığı kapandan kanuna uygun ve mantıklı bir şekilde kurtulabilirsin çünkü o kapan Aristo mantığından oluşuyor aynı mantığı kullanarak kurtulabilirsin. Ama yaşamda mantık, teoloji, felsefe veya zekan sayesinde o kadar kolay kurtulamazsın teori üretmekte çok başarılı olsan bile. Yaşamın içinden ancak gerçek deneyimler ile çıkabilir veya onu aşabilirsin.
İki tip dindar insan vardır. Birincisi çocuksudur; bir baba figürü aramaktadır. Aynı zamanda olgunlaşmamıştır; kendine güvenmez, o nedenle bir şekilde bir Tanrı’ya ihtiyaç duyar. Tanrı varolabilir veya varolmayabilir bu önemli değil ama bir Tanrı’ya ihtiyaç vardır. Tanrı orada olmasa bile tam gelişmemiş beyin onu uyduracaktır, çünkü az gelişmiş beyinlerin buna psikolojik olarak ihtiyacı vardır Tanrı’nın orada olup olmaması bir gerçeklik sorunu değil psikolojik bir ihtiyaçtır.
İncil’de Tanrı’nın insanı kendine benzettiği söylenir, ama tam tersi daha doğrudur: insan Tanrı’yı kendine benzetmiştir. İhtiyacın her ne ise o tür bir Tanrı yaratırsın, o nedenle Tanrı kavramı her devirde değişir. Her ülkenin kendine has bir kavramı vardır çünkü her ülkenin kendine has bir ihtiyacı vardır. Hatta, her insanın farklı bir Tanrı kavramı vardır çünkü onun da kendi ihtiyaçları vardır ve bunların tatmin edilmesi gerekir. Birinci tip dindar kişi sözde dindar kişi aslında sadece az gelişmiştir. Onun dini din değil psikolojidir. Ve din psikoloji olduğunda bir rüyadan, bir istekten, bir arzudan ibaret kalır. Gerçeklerle bir ilgisi kalmaz.
Küçük bir çocuk dualarının sonunu şu sözlerle getiriyordu: Sevgili Tanrım, anneme iyi bak, babama iyi bak, kız kardeşime iyi bak ve teyzeme ve amcama ve büyük annemle büyük babama ve, Tanrım lütfen, kendine de iyi bak yoksa hepimiz batarız!
Çoğunluğun Tanrı’sı işte budur. Sözde dindar kişilerin yüzde doksanı az gelişmiş kişilerdir. İnanırlar çünkü inançsız yaşayamazlar; inanırlar çünkü inanç onlara bir tür güvenlik hissi verir; inanırlar çünkü inanç kendilerini koruma altında hissetmelerini sağlar. Bu onların kendi rüyasıdır, ama işe yarar. Yaşamın karanlık gecesinde, varoluşun zorlu kavgasında, böyle bir inanç olmayınca kendilerini yalnız hissedeceklerdir. Ama onların Tanrı’sı kendi özel Tanrılarıdır, gerçeklerin tanrısallığı değil. Az gelişmişliklerinden kurtulunca da Tanrıları yokolur.
Bu çoğu insanın başına gelmiştir. Geçtiğimiz yüzyılda pek çok insan dinsiz oldu Tanrı’nın varolmadığını anladıklarından değil, yaşadıkları devrin insanları biraz daha olgun kıldığından. İnsanoğlu rüştünü ispat etti; insanoğlu biraz daha olgunlaştı. O nedenle çocukluktaki Tanrı, gelişmemiş beynin Tanrı’sı, artık geçersiz kaldı.
Friedrich Nietzsche Tanrı öldü derken bunu kastediyordu. Ölen tanrısallık değil, az gelişmiş beynin Tanrı’sıdır. Aslında Tanrı öldü demek doğru olmaz çünkü Tanrı hiç yaşamadı. Tek doğru ifade tarzı Tanrı’nın artık geçerli olmadığı şeklindedir. İnsan kendine daha fazla güvenebilir inanca ihtiyacı yok, inanca yaslanmaya ihtiyacı yok.
Bu nedenle insanların dine olan ilgisi gittikçe azalıyor. Kilisede olan bitene karşı kayıtsızlaştılar. Ona karşı o kadar kayıtsızlaştılar ki onunla tartışmıyorlar bile. Tanrı’ya inanıyor musunuz? diye sorsan Farketmez varolup olmadığı önemli değil, hiç farketmez diyeceklerdir. Eğer sen inanıyorsan sırf kibarlık olsun diye Evet, Tanrı var diyeceklerdir. Sen inanmıyorsan Hayır, Tanrı yok diyeceklerdir. Ama artık bu konuda ateşli tartışmalar olmayacak.
Bu birinci tip din; bu tip yüzyıllardır mevcut, ve gittikçe daha fazla modası geçiyor. Artık devri kapanıyor. Yeni bir Tanrı’ya ihtiyaç var, psikolojik olmayan bir Tanrı’ya; varoluşçu olan bir Tanrı’ya, gerçeğin tanrısallığına, gerçekle eşit olan bir Tanrı’ya. Hatta Tanrı sözcüğünden de vazgeçebiliriz gerçek diyebiliriz, varolan diyebiliriz.
İkinci tip dindar insanlarda ise din korkudan kaynaklanmıyor. İlk din tipi korkudan kaynaklanıyor, ikincisi ise o da uyduruk, yapay, sözde din korkudan değil de uyanıklıktan kaynaklanıyor. Ortada teori üretip duran, mantık, metafizik, felsefe konularına tamamen hakim çok akıllı bazı kişiler var. Tamamen soyut olan bir din yaratıyorlar: aklın, zekanın, sanatın, felsefenin yarattığı güzel bir eser. Ama asla hayata nüfuz etmiyor, yaşamın hiçbir yerine dokunmuyor, soyut bir kavram olarak olduğu yerde kalıyor.
İlkönce, biz Aristo mantığı ile eğitildik o da düz, tek boyutludur. Yaşam ise Aristo değil Hegel mantığı ile işler. Mantık düz değil diyalektiktir. Yaşam sürecinin kendisi diyalektiktir, yani zıtların buluşması zıtların çatışması ve aynı zamanda buluşması. Ve yaşam bu diyalektik süreç içinde geçer: tezden antiteze, antitezden senteze ve sonra yeniden sentez teze dönüşür. Tüm süreç baştan başlar.
Eğer Aristo haklıysa o zaman sadece erkekler vardır ve kadınlar yoktur, veya sadece kadınlar vardır ve erkekler yoktur. Eğer dünya Aristo’nun dediği gibi olsaydı sadece ışık olurdu ve hiç karanlık olmazdı, veya, sadece karanlık olurdu ve hiç ışık olmazdı. Mantık bunu gerektirirdi. Ya yaşam ya da ölüm olurdu ama ikisi birden olamazdı.
Ama yaşam Aristo mantığı üzerine kurulu olmadığından içinde ikisini de barındırıyor. Ve aslında yaşam her ikisi sayesinde, zıtların sayesinde mümkün oluyor: kadın ve erkek, yin ve yang, gece ve gündüz, doğum ve ölüm, aşk ve nefret. Yaşam ikisini de içeriyor.
Kalbinin derinliklerinde ilk hissetmen gereken şey işte budur çünkü herkesin beyninde Aristo var. Dünyadaki tüm eğitim sistemi Aristo’ya inanıyor en ileri düzeydeki bilim insanları Aristo’yu modası geçmiş saysa bile. O artık geçerli değil. Bilim Aristo’yu aştı çünkü bilim varoluşa daha fazla yaklaştı. Ve şimdi bilim yaşamın mantık değil diyalektik üzerine kurulu olduğunu anlıyor. Şöyle duydum.
Nuh’un gemisinde sevişmenin yasaklanmış olduğunu biliyor muydun?
Tufandan sonra çiftler teker teker gemiden ayrılırken Nuh arkalarından bakıyordu. En sonunda dişi ve erkek kediler gittiler, peşlerinden bir sürü ufacık kedi yavrusu geliyordu. Nuh hesap sorarcasına kaşlarını kaldırınca erkek kedi ona dedi ki,
Sen bizim kavga ettiğimizi sanıyordun!
Nuh herhalde Aristo mantığı güdüyordu; erkek kedi ise daha uyanıktı.
Aşk bir tür kavgadır, aşk aslında bir kavgadır. Kavga olmadan aşk var olamaz. Birbirlerine ters gibi görünüyorlar çünkü biz aşıkların asla kavga etmemeleri gerektiğini düşünüyoruz. Mantık şöyle: birisini seviyorsan onunla nasıl kavga edersin? Bu çok açık gibi duruyor, aşıklar kavga etmemeli gibi görünüyor ama ediyorlar işte. Hatta, onlar birbirleriyle çok samimi olan düşmanlar; devamlı kavga ediyorlar. O kavgadan adına aşk denen enerji fışkırıyor. Aşk sadece kavgadan, çatışmadan ibaret değil, bu doğru bunlardan fazlası da var. Kavga var, ama aşk bunun üzerine çıkıyor. Kavga aşkı yok edemiyor. Aşk kavgadan canlı çıkıyor ama kavgasız da yaşayamaz. Yaşama bir bak: yaşam Aristo veya Öklit’in öğretileri gibi değildir. Yaşama kendi kavramlarını yüklemezsen, her şeye olduğu gibi bakabilirsen, o zaman şaşkınlıkla göreceksin ki zıtlar birbirini tamamlıyor. Zıtların arasındaki gerilim yaşamın temelini oluşturuyor yoksa yaşam yok olurdu. Ölümün olmadığı bir dünya düşün Beynin o zaman yaşam sonsuza dek var olacak diyebilir, ama bu doğru değildir. Eğer ölüm olmazsa yaşam da yok olur. Ölüm olmadan yaşam var olamaz; ölüm ona gereken arka fonu sağlar, renk ve derinlik verir, ölüm ona tutku ve yoğunluk verir. Bu yüzden ölüm yaşamın karşısında değildir her şeyden önce ölüm yaşamın içindedir. Eğer sahici bir yaşam sürmek istiyorsan nasıl devamlı sahici bir şekilde öleceğini de öğrenmelisin. Doğum ile ölüm arasındaki dengeyi sağlamalı ve tam ortasında durmalısın. Bu ortada kalma hali kalıcı olamaz: bir şeyi elde ettin de her şey bitti bu demek değildir, sanki yapacak bir şey kalmamış gibi. Bu saçmalıktır. Kimse sonsuza dek dengesini koruyamaz, onu tekrar tekrar elde etmelisin. Bunu anlamak çok zor çünkü beyinlerimiz gerçek hayata uygulanması imkansız bazı kavramlarla yoğrulmuştur.
Bir zamanlar, tüm hasid tarikatı kardeşlik içinde birarada oturmuşken, elinde piposu ile haham Israel aralarına katıldı. Çok dostça davrandığı için ona sordular,
Anlat bize, sevgili haham, Tanrı’ya nasıl hizmet etmeliyiz?
Haham soruya şaşırdı ve dedi ki;
ben nereden bileyim?
Ancak sonra da onlara şu hikayeyi anlattı:
Kralın iki tane dostu vardı ve ikisi de bir suçtan dolayı mahkûm edildiler.
Dostlarına sevgisinden dolayı kral kendilerine merhametini göstermek istedi ama onları serbest bırakamazdı, çünkü bir kralın isteği bile kanundan üstün olamazdı. O yüzden şu fermanı çıkardı:
Derin bir uçurumun üzerine bir ip gerilecekti ve birbiri ardına bu iki adam ipin üzerinde yürüyeceklerdi. Karşı kıyıya hangisi ulaşabilirse onun hayatı bağışlanacaktı.
Kralın emri yerine getirildi.
Ve dostlardan ilki sağ salim karşı kıyıya vardı.
Hâlâ aynı noktada duran diğeri, ona seslendi:
Söylesene dostum karşıya geçmeyi nasıl başardın?
İlk karşıya geçen geri seslendi:
Ben şunun dışında hiçbir şey bilmiyorum:
Ne zaman bir tarafa düşecek gibi olsam, diğer tarafa, abandım.
Varoluş çelişkilidir; çelişki onun ta kalbinde yaşar. Çelişki zıtlıklar sayesinde yaşar, o zıtlıkların dengesidir. Ve bu dengeyi tutturabilen kişi yaşamın, varoluşun, Tanrı’nın ne olduğunu da anlayabilecek duruma gelir. İşin sırrı dengededir.
“Küçük kardeşin konuşmayı öğrendi mi bari? Tabii ya, dedi ufak Mike. Şimdi annemle babam ona sessiz kalmayı öğretiyorlar.”
“Kelebek tırtılın kelebeğe dönüşeceğini ispat edemez; bunun mantıklı bir yolu yoktur. Ama kelebek tırtılın içinde bir istek uyandırabilir bu mümkündür.”
Yaşam bir fırsattır. İyiye veya kötüye kullanabilirsin veya boşa harcayabilirsin .Bu sana bağlı. Senin dışında kimse bundan sorumlu tutulamaz.Sorumluluk bireye aittir.
Yasam bir arayıştır, sürekli bir arayış, çaresiz, ümitsiz bir arayış kimbilir neyin peşinde bir arayış. Arayışa karşı derin bir eğilim vardır fakat insan ne aradığını bilmez.
Doğum günlerinde ölümü unutmak imkansızlaşır. Unutmana yardımcı olmak için eş dost gelip sizi kutlar ve derler ki Bu senin doğum günün Her doğum günü bir ölüm günüdür, çünkü bir yıl daha geçmiştir, ölüm daha yaklaşmıştır. Aslında doğum günü Doğum günü değildir,olamaz da ölüm yaklaşmaktadır, gittikçe yakına gelmektedir .Zaman avuçlarından akıp gitmektedir. Toprak bile altından kaymaktadır. Yakında boşluğa düşeceksin. Doğum günü bir ölüm günüdür. Bunu saklamak bastırmak adına toplum hilelere başvurur. İnsanlar ellerinde hediye ve çiçeklerle gelip ölümün yaklaştığını unutmana yardımcı olurlar ve adına doğum günü derler.
Sen ‘aşk’sözcüğüne kafayı o kadar takıyorsun ki,aşkın bir sözcük değil bir deneyim olduğunu unutuyorsun.
Bir şeylerin arayışında olmak ,bir şeyleri arzulamak aklın en başta gelen hastalığıdır. Bir şey aramamak ,bir şeyi istememek varlığın en büyük sağlık işaretidir.
Varoluş çelişkilidir;çelişki onun ta kalbinde yaşar. Çelişki zıtlıklar sayesinde yaşar, o zıtlıkların dengesidir.Ve bu dengeyi tutturabilen kişi yaşamın, varoluşun, Tanrı’nın ne olduğunu da anlayabilecek duruma gelir.İşin sırrı dengededir.
Aşk bir tür kavgadır, aşk aslında bir kavgadır. Kavga olmadan aşk var olamaz. Birbirlerine ters gibi görünüyorlar – çünkü biz aşıkların asla kavga etmemeleri gerektiğini düşünüyoruz. Mantık şöyle: birisini seviyorsan onunla nasıl kavga edersin? Bu çok açık gibi duruyor, aşıklar kavga etmemeli gibi görünüyor – ama ediyorlar işte. Hatta, onlar birbirleriyle çok samimi olan düşmanlar; devamlı kavga ediyorlar. O kavgadan adına aşk denen enerji fışkırıyor. Aşk sadece kavgadan, çatışmadan ibaret değil, bu doğru – bunlardan fazlası da var. Kavga var, ama aşk bunun üzerine çıkıyor. Kavga aşkı yok edemiyor. Aşk kavgadan canlı çıkıyor ama kavgasız da yaşayamaz.
İnsanlar varoluşa anlam yüklerler; işte bir mitin anlamı budur. İnsanoğlu dedikodu üreten bir hayvandır. Ufak tefek dedikodular, mesela mahalle veya komşunun karısı ile ilgili ve büyük çaplı dedikodular, Tanrı hakkında, kozmik olanlar. Ama bu insanların hoşuna gidiyor.
Aristo insanı mantıklı bir varlık olarak tarif etmiştir. İnsan mantıklı değildir; ve böyle olması da iyi bir şeydir çünkü güzel olan her şey mantıksızlık sayesinde varolmaktadır. Mantık, matematiği doğurur; mantıksızlık ise şiiri. Mantık, bilimi getirir; mantıksızlık ise dini. Mantık ile piyasa, para, pul gelir; mantıksızlık ile de aşk, şarkı, dans. Evet, insanın mantıksız olması iyidir. İnsan mantıksızdır.
Gerçek yaşam bu gerçeği fark edince başlar. Peki nasıl fark edeceğiz? Tanık olmaya başlayarak
Unutma, tanıklık yargılamak anlamına gelmez. Bunun iyi, şunun kötü olduğuna dair yargılara varmayacaksın. Yargıladığın anda tanık konumunu yitirirsin.
Kendini hareket ederken, yaşarken, var olurken izle. Gelip geçen her anını anlamaya çalış. Ve bu şekilde gittikçe daha fazla anlayış sahibi olursun ve zamanla sıradan günlük hayatın tek hayat olduğunu hissetmeye başlarsın; BAŞKA BİR HAYAT YOKTUR..
Yaşam bir fırsattır. İyiye veya kötüye kullanabilirsin veya boşa harcayabilirsin. Bu sana bağlı. Senin dışında kimse bundan sorumlu tutulamaz. Sorumluluk bireye aittir.
Hayatın en büyük sırrı-ve bunu asla unutma-bir armağan olmasıdır. Sen bunu hakketmedin. Bu bir hak değil. Sana bahşedilmiş, onu kazanmadın. Bunu anladığında pek çok şey açığa kavuşacaktır.
Bağımlılık aşkmış gibi ele alınıyor ve bağımlılığı, sahiplenmeyi aşk olarak kabul ettin mi gerçek aşkı hep ıskalarsın. Eline sahte para geçmiş gibi olur. Artık gerçek parayı aramazsın çünkü elde ettiğini sanırsın.Kandırılmışsındır.
Sen aşk sözcüğüne kafayı o kadar takıyorsun ki aşkın bir sözcük değil bir deneyim olduğunu unutuyorsun Aşk sözcüğü aşk değildir.
Bilinçli isen asla tepki vermezsin. Harekete geçersin. Eylem bilinçlidir, tepki ise bilinçsiz.
Sadece sıradan olmak dünyanın en sıra dışı işidir, çünkü herkes sıra dışı olmak ister. Kimse sıradan olmak istemez.
İki tür yaşam tarzı vardır: Ya hafızana, bilgi dağarcığına, geçmişe, aklına güvenerek iş yaparsın; ya da farkındalığına, şimdiki zamana, akıl harici kaynaklarına.
Yaşam sevgidir, yaşam akıcılıktır, karşılıklı alıp vermek ve paylaşmaktır.
Seninle diğer kişi arasında sevgi akışı olunca ikiniz de bundan yararlanırsınız. Ve bu sevgi alışverişi sırasında potansiyelin gerçeğe dönüşmeye başlar.
İşte bu şekilde kendini bulursun. Daha çok sev, daha fazla geliş; daha az sevince de daha azalırsınn. Sen hep sevginle doğru orantılısın. Sevgini boyutuyla varlığının boyutu birbirine eşittir.
Birisi Hristiyanım der, birisi yahudiyim..-(Birisi Müslümanım)- Ama yaşamlarını izlerseniz hiç bir fark görmüyorsunuz.
Şimdi bu nasıl din anlayışı oluyor?
Yaşamının üzerinde hiçbir etkisi yok. İnanıyorsun, ama o inanç hayatına hiç etki etmiyor. Senin yaşayan bir parçan olmuyor, kanına girmiyor, onunla nefes alıp vermiyorsun, kalbin hiç onunla çarpmıyor.
Verdiğin her şey altına dönüşür ve biriktirdiğin her şey de çöpe
Ancak güzel gülen birisi güzel ağlayabilir.
Yaşamın en temel kurallarından birine göre eğer korkarsan karşındakine seni daha da korkutacak enerjiyi verirsin
Unutma, ne zaman elinde iki seçenek olsa yenisini seçmelisin, daha zor olanı, daha fazla farkındalık isteyeni.
Eğer başka kimse yalan söylemezse sen söyleyebilirsin ve böylece insanları sömürebilirsin
Hırsız hep Çalmak kötüdür! Asla hırsızlık yapmayın! Yoksa cehenneme gidersiniz diye bağırır. O zaman kimse çalmaz meydan da hırsıza kalır.
Rüyamızda hep sahip olmadıklarımızı görürüz.
Bazen yaşam masallardan daha tuhaftır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir