Asaf Hâlet Çelebi kitaplarından Bütün Yazıları kitap alıntıları sizlerle…
Bütün Yazıları Kitap Alıntıları
Zaten dünyada her şeyin bir izahı vardır ama marifet onu izah etmesini bilmeli. Yoksa insan öyle kolay kolay edip ve âlim olamaz
İstikrar yoktur. Halden hale geçilir. İnsan gülü düşünürken gül oluverir, bülbül hatırından geçecek olursa bülbül olur. Bunların hiçbir suite d’idée’si yoktur, neyi düşünürsek o oluruz; bir gün de küll (le tout)yi düşünmeliyiz; işte o zaman “hep” oluruz. Bütün iş bunu düşünmeyi bilmekte.
Ya ben ne olacağım Yarabbi?
Sıkışmış insanların içinde nereye koşuyorum? Niçin vapurlar beni taşıyor, ve gözlerim buğulu?
Sıkışmış insanların içinde nereye koşuyorum? Niçin vapurlar beni taşıyor, ve gözlerim buğulu?
Çocukluğumuza dönmesek bile çocukluğumuzdaki saf ve samimî varlığımıza dönemez miyiz?
Üşüdüm üşüdüm daldan elma düşürdüm, elmacığımı yediler, bana cüce dediler, cücelikten bezdim. Bir kuyu kazdım. Kuyulu bostan, çık boyun göster, bahçede yılan, serviye dolan
edebî zevkleri öldüren mektep hocaları kimbilir onların ruhlarını ne kadar hırpaladılar. Güzel, doğru, müspet diye gösterdikleri şeyler kimbilir ne kadar ısınıp ısınıp konmuş, yabancılıktan, ne pestenkeranî romantizm kırıntılarından ibaretti?
Hüsnüniyet, şarkın henüz tükenmemiş olan şövalye ruhundan taşan bir efendilik, misafirperverlik insanların birbirlerine karşı tesânüdleri ve sevgileri
Her insanın tenha ve gizli tarafları vardır. San’at bizim bu en yalnız tarafımızın ifadesidir ve olmalıdır.
Eski şairler de, gözleri ve ağzı olduğu için ata benzemesi ihtimali daha çok kuvvetli olan sevgililerini hiç benzemedikleri güle ve aya benzetirlerdi. Güvercine ve geyiğe benzetenler şüphesiz daha yaklaşmışlardır. Ata benzetilmesinde ben hiçbir beis görmüyorum.
Bence şairin asıl sanatı ruh anlarını ifâde etmek hususundaki kabiliyetidir.
renkler güneşten çıktılar
renkler güneşe girdiler
renkler güneşsiz öldüler
ne renk gerek bana
ne renksizlik
renkler güneşe girdiler
renkler güneşsiz öldüler
ne renk gerek bana
ne renksizlik
Kendi şiirimin konstrüksiyonuna gelince, ben, evvelâ “şekil” diye bir şey tanımıyorum. Bu “şekil”i yalnız haricî şekil addetmemeli. Şiiri mümkün olduğu kadar bağlardan ayrılmış olan ve mücerred’e yaklaşan bir şey telâkki ediyorum. Bundan başka, en güzeli bile olsa şiir hiçbir zaman bir resim, bir tablo olmamak lâzım gelir. Sırf tasvirî olan şiirler bizi bir madde ağırlığına, bir cansızlık ve ruhsuzluk içine gömer. Ruhun nasıl rengi ve şekli yoksa şiirin de yoktur, çünkü şiir maddenin değil, ruhun ifadesidir.
Asıl sanatkâr bir büyücü, bir şarlatan, bir gözbağcı değil, kendi varlığı bizzat mucize olan bir velidir. Ruhumuzun sükûn ve iştiyaklarını onun maddî vasıtalarla gizlediği şeylerin ilerisinde, kendisinin baş döndürücü varlığının içinde, başkayı, yabancıyı unutarak dinlendiririz. Orada gösterişten uzak, taklitten sıyrılmış, görenekten, alelâdelikten ayrılmış kendi hakiki ve yüksek varlığımızı buluruz.
“Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, babam benim iken, ben babamın kızıydım. Babam benim oğlum oldu, ben babamın annesi. Arif olan ancak bilir bunun mânâsı.”
“Gökleri, bulutları, denizleri, yıldızları İlh. Büyük zannettikleri kelâmlarla şahit tutarak en adî ve klişe aşkları terennüm eden bir zümre var. Bu şehvet kurbanı zavallılar ‘phraséologie’ ile, şişirme eser kırıntıları vücuda getirdiklerinden bu kötü estetikleri içinde kendilerini şair zannediyorlar.”
“Bu vazifeşinas burjuvalar, basit ve aptal sadizmler ile benim içimi üzer, canımı alırken onlara her an insanlığımdan bir lokma rüşvet vermişimdir.
Geçen gün zihnimden tatlı bir hayal geçirdim: Artık elbiselikten çıkıp yırtıla yırtıla paçavra olan insanlık ticaretinden vaz geçip karpuz ticaretine kalkmak. Çünkü öteki nasıl olsa artık para etmiyor.”
Geçen gün zihnimden tatlı bir hayal geçirdim: Artık elbiselikten çıkıp yırtıla yırtıla paçavra olan insanlık ticaretinden vaz geçip karpuz ticaretine kalkmak. Çünkü öteki nasıl olsa artık para etmiyor.”
” canı sıkılınca elini cebine atar ve oradan denizler, bahçeler, güneşler çıkarır. ”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
sözlerim “Kalbi üşüten acı bir titreme” idi.
Gidelim serv-i revânım yürü Saadâbâde
Geh vurup havz kenarında hırâmân olalım
Geh gelüb Kasr-ı Cinan seyrine hayran olalım
Gâh şarkı okuyup gâhi gazelhân olalım
Geh vurup havz kenarında hırâmân olalım
Geh gelüb Kasr-ı Cinan seyrine hayran olalım
Gâh şarkı okuyup gâhi gazelhân olalım
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ümit güneşinin söndüğünü söyleyen kim?
“Tebrizli Şems Mevlâna’yı ateşlemiş, fakat öyle bir infilâk karşısında kalmıştı ki onun alevleri içinde kendisi de yanmıştı.”
Cehalet, insafsızlık, lâübâlilik ve gaflet hemen bütün şarkı sarmış vaziyettedir. Buna mukabil şimdi azalmış bir şey de vardır. O da mütakabil emniyet, hüsnüniyet, şarkın henüz tükenmemiş olan şövalye ruhundan taşan bir efendilik, misafirperverlik insanların birbirlerine karşı tesânüdleri ve sevgileri
Şems’in Mevlâna’yı sema’a teşvik ettiği sırada söylediği sözler dikkate şayandı. Şems:
– Sema’ ediniz. Aradığınız şeyi sema’da bulursunuz. Sema’ın halka haram olması nefes hevâsiyle meşgul olmalarındandır. Onlar sema’ ettikleri zaman kendilerinde o iğrenç hal ziyadeleşir. Hak ve hakikatten gafil olarak hareket ettikleri için sema’ kendilerine haram olur. Halbuki Hakk’ı isteyen ve ona âşık olanlar sema’ ettikleri zaman aşkları ve manevî halleri çoğalır
seni tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım
Sebepsiz hüzün hocamdı
Loş odalar mektebinde
Harem ağaları lalaydı
Kara sevdama
Loş odalar mektebinde
Harem ağaları lalaydı
Kara sevdama
renkler güneşden çıktılar
renkler güneşe girdiler
renkler güneşsiz öldüler
ne renk gerek bana
ne renksizlik
renkler güneşe girdiler
renkler güneşsiz öldüler
ne renk gerek bana
ne renksizlik
“Bugün mezbahada şu kadar sığır kesilmiştir.” cümlesini okuduğumuz vakit sığırların gırtlaklarına bıçakların nasıl indiğini gözümüzün önünde canlandırmayı düşünmeyiz. Fakat şiirde en ufak hayalleri düşünmeye mecburuz. Çünkü aksi takdirde bu hayallerin sıralanmasını takip etmeğe
başka türlü imkân bulunamaz.
başka türlü imkân bulunamaz.
1- Her mısraı gazete okur gibi değil, fakat tasavvur ederek okumak,
2- Mukayese etmek.
2- Mukayese etmek.
Bir sanat eserinin karşısında iken biz kendimizi sanatkârın ruhunun aynasında görürüz. Hoşlandığımız şey, içimize, samimî ve hakikî benliğimize yakın olan şeydir.
bir san’at eserini tedkik eden onun muhitini, zamanın bütün temayüllerini, rûhî ve içtimaî âmillerini de göz önünde bulundurur. Ancak bütün bunlar nihayet onun üzerinde zamanın damgası icabı olan bir elbise değildir.
Zaman mefhumu daha ziyade bizim beynimizin içindedir. Çoğumuz güzeli zamanla ölçmek isteriz. Yine içimizden birçoğu güzelliği kendi gözleriyle değil başkalarının
gözlerine inanarak kabul etmek ister. Çünkü “güzel”
standard damgası vurulmuş bir şeyi kayıdsızca kabul edivermek onun için kolay ve tehlikesiz olacaktır. Kollektif bir görüş rahatlığı insanı düşündürmekten kurtarır.
gözlerine inanarak kabul etmek ister. Çünkü “güzel”
standard damgası vurulmuş bir şeyi kayıdsızca kabul edivermek onun için kolay ve tehlikesiz olacaktır. Kollektif bir görüş rahatlığı insanı düşündürmekten kurtarır.
Kim kadir ilâç eylemeğe hükm-i kaderdir
Münevverlerin sığınacağı, şiiri, musikisi ve bütün incelikleri ve güzellikleriyle avunacağı tek bir müessese vardı. O da Mevlevî
Dergâhı idi.
Dergâhı idi.
Vücudunu bir tarla yap, hayırlı işlerini tohum!.. Allah’ın adiyle sula, kalbinle ek, Allah kalbinde bu tohumu olduracak ve Nirvana’nın
huzurunu bu suretle tadacaksın!
huzurunu bu suretle tadacaksın!
Biz, zengin burjuvalıkla değil, irfan ve ihatamızla övünüyoruz.
Sesimizi yükselttikse bu ne bir narâdır, ne bir yaygara! Biz kâzip şöhretlere teşne değiliz! Memleketin san’at ilim ve kültür sahasında esasen bu şöhret edebî olarak eserlerimizle kazanılmaktadır.
Bilmedikleri ve bilmek için de en iptidaî malûmata sahip bulunmadıkları edebiyatı, sanatı, fikri, hülâsa yeni olan her cereyanı, bütün yeni bir nesli hayasız, iğrenç, galiz tabirlerle tahkir etmekten çekinmiyorlar.
Sırf tasvirî olan şiirler bizi bir madde ağırlığına, bir cansızlık ve ruhsuzluk içine gömer. Ruhun nasıl rengi ve şekli yoksa şiirin de yoktur, çünkü şiir maddenin değil, ruhun ifadesidir.
Hakikî şiir kelimelerinin lûgat mânâlarından ziyade onların tılsım formülleriyle açılır sihirkâr bir bahçedir.
dünyada her şeyin bir izahı vardır ama marifet onu izah etmesini bilmeli. Yoksa insan öyle kolay kolay edip ve âlim olamaz.
Ey kâzip müddeî! Rahmanın gazebinden nereye kaçarsın?
Her şeyi türlü türlü görüyoruz. Çünkü her birimizde veya hepimizde ayrı ayrı, renk renk camlar var. O camları gözlerimize tutunca güneş hepimize başka başka renklerde görünür. Bir kere renksiz olarak bakmaya alışsak hepimize bir keyfiyette ve bir halde olan güneş gözükecekti.
Türk ruhu harikulâdeyi içinden karikatürize eder, çabucak inanmaz, fakat realiteyi mistikle karıştırmayı sever.
Üşüdüm üşüdüm daldan elma düşürdüm, elmacığımı yediler, bana cüce dediler, cücelikten bezdim. Bir kuyu kazdım. Kuyulu bostan, çık boyun göster, bahçede yılan, serviye dolan..
Bir su birikintisinden geçerken ona: “Dikkat et cop diye düşersin!” dedim. O: “hayır, cup diye düşerim” dedi.
Bununla inadına benim gibi düşünmediğini anlatmak istiyordu.
Bununla inadına benim gibi düşünmediğini anlatmak istiyordu.
Birkaç seneden beri satılığa çıkarttığım insanlığıma mukabil riyakârlık, tabasbus, tembellik, sabotaj, hıyanet gibi kazançlarım olmuştur. Amirlerime dalkavukluk, beni rahat alıştığım yerimden atmasınlar diye onlardan korkmam ve saire gibi ücretler de bu hesaba dahildir.
Bu vazifeşinas burjuvalar, basit ve aptal sadizmlerile benim içimi üzer, canımı alırken onlara her an insanlığımdan bir lokma rüşvet vermişimdir.
Bu vazifeşinas burjuvalar, basit ve aptal sadizmlerile benim içimi üzer, canımı alırken onlara her an insanlığımdan bir lokma rüşvet vermişimdir.
seni tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
yaşamak acısını da tanıdım
Gündüz, şiirlerimde, yamaçlarda otlayan kuzulardan bahsedip, akşam soframda henüz kesilmiş bir koyun parçası yiyemem.
Kâinat bizimle alay eder. Ben kendi kendimle alay ederim. Vakit kalırsa başkalariyle alay ediyorum. Başkası beni ciddiye almıyormuş. Ben onları ciddiye almıyorum ki. Dünyada ciddiye alınmayı istemek aptallıktır. Ciddilik diye birtakım etiketler var. Onlara da uyamam tabiî. Ama yalan söyleyemem, onun için söylediğim ciddidir.
Biz yıkılmıyoruz. Çünkü yıkılacak şeyimiz yoktur. Çünkü bütün kuvvetimizle bağlandığımız prensip yok. Mütemadiyen araştırma halindeyiz.
Biz, bir sanat eseri karşısında ruhumuzu sanatkârın ruhunun aynasında görürüz. Hoşlandığımız, içimizde samimî ve hakikî benliğimize yakın olan şeydir.
Zaman mefhumu asıl bizim dar kafamızın içindedir; güzeli zamanla ölçmek isteriz ve güzelliği kendi gözümüzle değil başkalarının gözlerine inanarak tanımak isteriz. “Güzel” standard damgası vurulmuş bir şeyi kayıtsızca kabul edivermek kolay bir şey gelir. Bu kollektif görüşümüzdür ki, içinde bulunduğumuz muhit ve zamanla, meselâ, ne bileyim çamurdan kaba ve iğrenç bir put yapabilip ona tapabilir, fakat bir an bu kollektif ve idlâl edici manyetizmanın seyyalesinden kurtulup da iç benliğimizin gözleriyle bakmıya ve görmiye muvaffak olabilirsek asıl ve güzel ve iyi görebiliriz. Çamur putları yağmurlar ve karlar bir gün siler ve eritir ve zamanın çocukları başka bir şekilde ve başka bir maddeden, bu sefer de meselâ buzdan bir put yapabilirler.
Burada çoğumuzu alâkadar eden mühim bir noktaya temas etmek istiyorum: Sanatte “yeni ve eski meselesi”. Herkesin bildiği bir aksiyom vardır. Eski yeniyi çekemez ve yeni eskiden hoşlanmaz. Bizim yalnız sanat ve edebiyatta bu aksiyomu fazla ihtiyat kaydı ile ve mahdut mânasıyla almamız lâzımdır. Evet, eskiden yeni olan şey bugün eskimiştir. Fakat muhakkak ki zamanın tahripkâr pençesinin parçalıyamadığı bir şey vardır; onun nasıl doğduğu ekseriya müphemdir, zamanla tahdit edilemiyecek kadar güzeldir. Asırlar üzerinden karanlık bulutlar gibi geçer, rengi kararmaz, daima okşayan ve gülümsiyen bir güneş vardır ki onu karanlık bulutlar arasından görür, sever ve zaman zaman bulutları parçalıyarak çıplak ve ısıtıcı ışıklarıyle yıkar.
Ancak dede olmak ister de çileyi kırar, yani devam ettiremezse tekrar muhibler arasına dönebilir, fakat Mevlevîler arasında pek iyi nazarla görülmez, onun muhakkak suretle pîrin bir silsilesine uğrayacağı itikat edilirdi. Çileyi kıranlar yeniden başlamak hakkına sahiptiler. Bunun için bir had yoktu. Hatta Konya’da dergâhın kapısına yazılan bir rubaî mealen şöyle söylüyordu:
“Beyte gel! Yine gel! Ne olursan ol yine gel! Kâfir de, rind de, putperest de olsan yine gel! Bu bizim dergâhımız ümitsizlik kapısı değildir! Yüz kerre tevbeni bozmuş da olsan yine gel!”
İstanbul onu sevenler için daima gözde tüten ve gönülden çıkmayan bir sevgili olarak kalmıştır.
Müellifin de dediği gibi:
“Edebiyat vak’alarını zaman çerçevesi içinde olduğu gibi sıralamak, birbiriyle olan münasebetlerini ve dışardan gelen tesirleri tâyin etmek, büyük zevk ve fikir cereyanlarını ayırmak, hülâsa her türlü vesikanın hakkını vererek bir devrin edebî çehresini tesbite çalışmak, edebiyat tarihinden beklenen şeylerin en kısa ifadesidir.”
“Edebiyat vak’alarını zaman çerçevesi içinde olduğu gibi sıralamak, birbiriyle olan münasebetlerini ve dışardan gelen tesirleri tâyin etmek, büyük zevk ve fikir cereyanlarını ayırmak, hülâsa her türlü vesikanın hakkını vererek bir devrin edebî çehresini tesbite çalışmak, edebiyat tarihinden beklenen şeylerin en kısa ifadesidir.”
Âlim nasıl bu görünen, maddeden ibaret olduğunu sandığı kâinatın açılabilen sırlarını izâha çalışıyorsa, sanatkâr da kendi zaviyesinden ideal bir kâinatın izâhını yapmak sevdasındadır. Bu ideal inşada bestekârın kullandığı iptidaî madde nota, ressamın boya, mimarın taş olduğu gibi şairin iptidâi maddesi de kelimedir. En umumî mânâda şiir bu güzelliğe varmak için kelimeleri tertip etmek sanatıdır.
Fikrin her türlüsüne hürmet ederim. Yanlış bile olsa, bir fikir, başka bir fikirle yıkılabilir. Herkes iz’an ve irfanına göre bir fikri seçebilir. Garabetlere de aldırmam. Belki onların da sâikleri vardır. Fakat âdiliğin, bayağılığın, kabalığın, ahlâksızlığın ve pisliğin bu türlü medhiyesine tahammül edemem.
Biz bu “hep” denizi kenarında oturmuş dalgalara bakıyoruz, ihtimal ki dalgalar bizi avutuyor. Görünüşte bu denizdir ve dalgaların içinde kaybolmuştur. Bize lâzım olan dalganın keyfiyeti değil, denizin mahiyetidir, bizzat denizdir.
Ben kediyi hiçbir şeye benzetmem. Kedi kedidir. Çocukluğumda tanıdığım bazı kediler benimle oturup sokağı ve caddeyi seyretmesini bilirlerdi. Havuza eğilerek benim gibi balık yakalamasını bilirlerdi. Yalnız onlar bu balıkları çiğ yerlerdi. Kediler en iyi dostum olmuşlardır ve hiç canımı sıkmamışlardır.
Şekilden ziyade meâle ehemmiyet veren, şuurdan ziyade tahteşşuurî denilen, müşahhas edebiyattan ziyade mücerret edebiyatı terviç eden zümreye hitap ediyorum. Hazineler bizim tahteşşuur varlığımızdadır. Eskiyi okumak veya okumamak bizi tesiri altında bulundurmamalı, kör taklidciliklerden vaz geçmeliyiz. Çocukluğumuza dönmesek bile çocukluğumuzdaki saf ve samimî varlığımıza dönemez miyiz?
Şiirlerinde ele aldığı konular sualine, Gündüz şiirlerimde yamaçlarda otlayan kuzulardan bahsedip akşam soframda henüz kesilmemiş koyun parçası yiyemem. diye cevap vererek kıssadan hisseyi bize bıraktı.
Bazı muharrirler vardır ki yazılarını sevip okumuşumdur ve geçip gitmişimdir. Halbuki Sait Faik’in okuduğum hikayeleri daima tesirini duyduğum müstesna şeylerdir.
Yıkarlarken onun genç yaşında üfulünü gören ve bir babadan ziyade kendisine hocalık ve arkadaşlık eden babası, kendisini tutamayarak:
Oğlum o endam bu tahtaya yakışmıyor! diye ağlamış ve herkesi de ağlatmıştı .
Oğlum o endam bu tahtaya yakışmıyor! diye ağlamış ve herkesi de ağlatmıştı .
Sade Galip Dede’nin değil Türk edebiyatının da büyük eseri olan Hüsn ü Aşk, hacminin yüz misli tutacak bir tahlil ve tenkit işine layık olduğu kadar bin tane mesneviden küçültülmüştür denecek derecede sıkıştırılmış en mühim şiir abidelerinden biridir.
Şiirin içinde sakatattan yalnız kalp parçaları satılmaktadır. Bunu satana şair derler ki elinde vezin denilen gayet hassas bir terazi bulunur.
İstanbul benim ağzıma dil, kulaklarıma ses, gözlerime bakış olur. Böylece bazen dilim Çamlıca’ya, gözüm Boğaz’a ve kulaklarım Beyoğlu’na çıkar ve oradaki acaibattan haber alır gelir.
Aç kediye çörek attım, öyle hırsla baktı ve yedi ki. Başka var mı diye döndü ve olmadığını görünce gözlerle teşekkür etmeyi bildi. Bununla beraber insan değildi, kediydi .
Eskiyi okumak veya okumamak bizi tesiri altında bulundurmamalı . Kör taklitçilikten vazgeçmeli. Çocukluğumuza dönemesek bile çocukluğumuzdaki saf ve samimi varlığımıza dönemez miyiz?
Türk ruhu harikuladeyi içinden karikatürize eder, çabucak inanmaz fakat realiteyi mistikle karıştırmayı sever.