İçeriğe geç

Radikal Kurban Kitap Alıntıları – Terry Eagleton

Terry Eagleton kitaplarından Radikal Kurban kitap alıntıları sizlerle…

Radikal Kurban Kitap Alıntıları

Tuhaf bir diyalektik dönüşle, insanın en yabanıl eylemlerinden biri ( insan kurban etmek), en yüce ve etik eylemlerinden olan şehadet kılığında yeniden ortaya çıkar.
Medenileşmiş düzenlerin çoğu, kıyım, mülksüzleştirme, işgal, yağma ve imhanın meyveleridir.
Erkek ve kadınları kendilerinden başka kimsenin özgürleştiremeyecek olması, izahtan vareste bir durumdur. Tıpkı ölüm gibi bu da, başkasına delege edilemeyecek bir eylemdir. Devrim nosyonu, iktidarın kibri tarafından atıl bir nesnelliğe indirgenmiş olanın, tam da bu nedenle yeni bir tür özne olarak vücut bulmaya kadir olması paradoksuna dayanır. Onu bir faile dönüşmeye zorlayan şey, yaşadığı ıstıraptır. İçinde bulunduğu sefaleti, yalnızca onu sonuna kadar ve hakkıyla yaşayarak altetmeyi ve böylelikle kendini feshetmeyi umabilir. Nitekim antik çağların Janus yüzlü yaratığı, modern siyasi iklimde kendine nihayet bir yer bulmuştur. Bu açıdan bakıldığında devrim, antik dünyanın kurban olarak bildiği şeyin modern versiyonudur.
(*Janus, bir yüzü sağa, bir yüzü sola bakan iki yüzlü Roma tanrısıdır.)
insanlık, bir yandan merhamet duyulması diğer yandan korkulması gereken bir hilkat garibesidir.
Cömertliğin “kötü” biçimleri, bir yandan benliği şişirirken diğer yandan dünyayı değersizleştirir. Herhangi birine herhangi bir şey bahşetmek, bununla gösteriş yapmaya kalktığınız anda armağanınızın değerini düşürür. Herkese vermekse gerçekte kimseyi umursamamaktır. Ayrıca bu tür aşırı savurganca jestler, ödemek için sıkıntıya girmelerini gerektirecek bir borç yaratmak suretiyle insanların elini kolunu bağlayan bir mahiyet kazanabilir. Samuel Johnson, arkadaşlık üzerine yazdığı bir makalede, geri ödenemeyen iyiliklerin, iyiliği yapana karşı duyulan yakınlığı ekseriyetle artırmadığı yorumunda bulunur. Tıpkı duygusallık gibi pervasız cömertlik de, kendini fazla değerli görmenin gizli bir formudur.
Kurban ritüeli, pek çok şeyin yanı sıra bir maliklik eleştirisidir de. Bir şeyi tanrılara geri veren insan, esasında bütün sahipliklerin geçici doğasını ilan etmektedir.( )Tanrılar her tür verme ediminin aşkın koşulu ve böyle olduğu ölçüde de hem nedeni hem nesnesidirler. Nitekim kurban etmenin bu versiyonunda insan, gerçekte Tanrılara ait olanı aslına rücu ettirmekte ve böylelikle verdiği şeyin başından beri yalnızca vekâleten kendisinde olduğunu kabul ederek, farklı bir görünüm altında yeniden kendisine iade edileceğine olan inancını ortaya koymaktadır. Buradaki, piyasa koşullarında bulunabilecek türde bir mütekabiliyet değildir.
Sevgisiz bir çocukluk geçirmiş olanların, sevginin talepleriyle zor başa çıkma eğiliminde oldukları bilinen bir gerçektir. Aquinalı Thomas’a göre, iyilikseverlik insanın vermesi kadar almasını da gerektirir; E.M. Foster ise görünüşe göre almayı vermekten daha değerli addeder. Freud ahlakın tohumlarını, çocuğun kendisine bakıp büyütenlere duyduğu minnettarlıkta bulur. Buna karşılık Nietzsche’nin Übermensch’i başkalarına verdiği armağanlar konusunda cömert olsa da, onlardan gelenleri kabul edemeyecek kadar gururludur. Onun verme edimi bir tür üstünlük ilanıdır, kaprisli ve üstten bakan bir yanı vardır..
Jean-Luc Marion sevgiyi, bütünüyle tek taraflı iki kendini verme edimi arasında bir karşılaşma -John Milbank’ın yerinde tabiriyle iki mutlak mütekabiliyetsizliğin rastlaşması- olarak tahayyül etmektedir. Anlaşılan o ki karşılıklılık nosyonunu tamamen elinin tersiyle itmiyor olsa da, o da tıpkı Derrida gibi, bunun rezil bir sözleşmecilik olduğundan şüphelenmektedir; oysaki en üstünkörü sevgi fenomenolojisi bile bu şüpheyi büyük oranda gidermeye kadirdir. Bunun nedeni yalnızca sevgi dolu bir ilişkide iki tarafın eşzamanlı olarak alıp veriyor olması değil, aynı zamanda her birinin kendini çoğaltıp yenilediği bir süreç içerisinde icra ettiği kendini veriş ediminin, karşı tarafta da ona benzer bir tepki yaratıyor olmasıdır. Juliet’in Romeo’ya, Sana ne kadar verirsem o kadar çoğalıyor bende kalan demesi gibi aynı. Bu ölçülü/hesaplı olmaktan ziyade iki yönlü, eşdeğerlikten ziyade mütekabiliyetle alakalı bir meseledir. Karşılıklı sevgide gülmenin bulaşıcılığına benzer bir yan vardır, karşıdakinin keyifli tepkisi, olsa olsa insanı daha da keyiflendirir.
Seneca, insan karşılık beklemeden vermeli, yine de bir karşılığın ihtimal dahilinde olduğunu bilmelidir diye yazar. İnsan verdiği bir demet solgun menekşenin karşılığında pekâlâ Georgian tarzı bir malikâne de bekliyor olabilir. Bu beklenti, verilen armağanı değersizleştirmez. Umumiyetle olduğu gibi burada da önemli olan şey fikir değil, eylemdir. Koşulsuz vermek, bir geri dönüş/karşılık olasılığı söz konusu olsun yahut olmasın vermektir
Jacques Derida, Bir şeyin armağan olabilmesi için, ortada herhangi bir mütekabiliyet(karşılıklılık), karşılık, mübadele, iadei armağan veya borç olmamalıdır. diye yazar.( )Derrida’ya göre armağan, alan kişiyi borçlu duruma soktuğu anda zehirli bir hâl almaya başlar; fakat armağan bu yazgıya uğramaktan kurtulamayacağı için imkânsız”dır. İşin aslı Derrida son derece gülünç bir biçimde, bir şeyin armağan olabilmesi için bağışlandığı anda unutulması gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla en muteber armağan, bağışlandığı anda yok olandır ki bu da esasında Derrida’nın iddiasını tuhaf bir biçimde geleneksel kurban kavramına yaklaştırır.
İnsanın ölümünü kabullenmesi bir tür tevazudur; kendi varoluşunun, bütün Varlık’ın sebepsizliğinin sayısız göstereninden biri olduğunu ve istediği gibi elden çıkarabileceği, kendine ait bir şey olmadığını fark etmesidir. Nitekim insanın kendi vazgeçilebilirliğini teslim etmesi, bizim gücümüzü şüphesiz ki aşan muazzam bir gerçekçilik içerisinde, Varlık’ı olduğu hâliyle kabul etmesi demektir.
gerçek değeri açığa çıkaran şey, dünyayı Kıyamet Günü’nün ışığında görmektir. Mülkiyet anlaşmaları yahut evlilik piyasasıyla ilgilenmeye, yağmur ormanlarını yok etmeye veya başka ülkelerin topraklarını işgal etmeye vakit olmadığından, önemli olan tek şey dostluk ve doğruluktur. Tarihin sonu vizyonu, benliği geçiciliğin tiranlığından kurtarır. Dünya yıkılsa da bırak adalet yerini bulsun sloganında olduğu gibi, saf değer -kendinde değer- sonuç ve şartlardan bağımsızdır. Sarsılmaz bir kararlılıkla sürdürülen böylesi bir yaşam, Gerçek’in ahlâkına aittir. Bu yaklaşımdaki örtük ahlâkî buyruk, Her zaman gelecek nesilleri düşünerek davran değil, Her zaman sen ve tarih yok olacakmışsınız gibi davran ”dır.
Ölümden korkmamızın nedenlerinden biri, o âna dek olup olabildiğimiz ne varsa hükümsüz kılacakmış gibi görünmesidir. Sonunda bir avuç küle dönüşeceksek, dişlerimizi fırçalamanın yahut hafif silah üretimiyle iştigal etmenin manası nedir? Hepimiz doğuştan birer teoloğuzdur; ebediyete kadar saklayamayacağımız şey, gözümüze dayanılmaz bir biçimde uyduruk görünür. Yaptığımız ve hissettiğimiz şeylerin unutulacak olsalar bile bir değer taşıdığını kabul etmek zordur.( ) Oysaki Thomas Nagel, bugün yaptığımız şeyler şayet bir milyon yıl sonrası için alâkasız olacaksa, tersinin de doğru olması gerektiğini iddia eder.
İnsanın en ongun eylemleri, en sonuncusuymuş gibi gerçekleştirdikleri, yani neticelerinden bağımsız, salt içinden gelerek yaptıklarıdır. ( ) İnsanın gelecek için faydalı olabilecek eylemleri, bunu bilhassa aklında tutmadan icra ettikleridir. İnsanın ölüm üzerine tefekküre dalıp neticede o dar ve faydacı ölüm fikrinden kurtulması demek, çayırdaki zambaklar kadar hür yaşaması ve hem kendisinin hem de ötekilerin varoluşunu haddi zatında bir amaç olarak görmesi demektir. Bu açıdan, bakıldığında ölüme yönelik yaşamak ve yaşam bolluğu/zenginliği birbiriyle yakından ilintilidir.
Ölüm, insan yaşamının altını çizer, fakat bunu yaparak insan varoluşuna belirli bir yön, temel bir anlam yahut estetik olarak hoşa gidecek bir form kazandırmış olmaz. Bu nedenle insan varoluşu sınırsızmış gibi algılanmaya devam eder, dolayısıyla da ölüm farazî bir şeymiş gibi görünmeye mahkûmdur. İnsanın ölümü, ikinci veya üçüncü elden işitilen kötü bir rivayet gibi hem mutlak bir kesinlik, hem de tamamen soyut bir spekülasyon prototipidir; bir yandan huzursuzluk verirken, diğer yandan daha sonra ilgilenilmek üzere şimdilik rafa kaldırılabilecek kadar uzaktır. İnsan, deneyimin gerçekliğini ortadan kaldıran bir olayı nasıl gerçekmiş gibi deneyimleyebilir?
İnsan kendi ölümüne her zaman biraz yabancıdır ve dışarıdan onu herhangi bir şekilde idrak edebilmesi mümkün değildir; ölümün, tıpkı onun gibi entelektüel bir bütün olarak idrak edilemeyen insan yaşamının tamamlanışı olarak vücuda gelmesinin birçok veçhesinden biri de budur, Slavoj Zizek, Ölüm tam olarak hiçbir anlamlı bütünlüğün parçası kılınamayan şeydir; anlamsız olgusallığı, anlam’a sürekli olarak bir tehdit oluşturur diye yazar.
Ölüm, evren denen şeyin bize bir yaşam borçlu olmak şöyle dursun, bizi dikkate dahi almadığının aşağılayıcı ve nihai bir tasdikidir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kurban ediminin geçirdiği evrimin kritik momentlerinden biri de, kurban edilenin kendi durumunun bilincine vardığı, dolayısıyla olayın failliğini üstlendiği andır. Bu noktada keçileri ve buğday demetlerini bir kenara bırakıp, trajik kahramanın bilincine doğru yol almaya başlarız. Tahammül edilmesi gereken bir süreç olan şey, icra edilecek bir proje hâlini alır. Toplumun dışına itilenler, şimdi statükonun cezai doğasının göstergeleri olabilir, bu yazgıyı kendilerinin kılıp yeni bir dönemin mihenk taşlarına dönüşebilirler. O hâlde ilk başta, gelişimin sonraki bir aşamasında kendi zafiyetinin farkına varan savunmasız bir kurban ile yola çıkarız; sonrasında kurban bu zafiyeti kendi durumunun hakikati olarak kabul eder ve böylece güce doğru bir geçiş yaşayabilir. Kurban kurumu gönüllü bir kendini verme meselesi haline geldiğinde ise, Doğa’dan kültüre, mitten trajediye, kült ve ritüelden etik ve siyasete geçmiş olur.( ) Ölmeye ant içmiş asker ya da gladyatör, bu edimiyle değersizleştirilmiş ve aşağılanmış olanı, heyecan yüklü ve tehlikeli kılmak suretiyle kendini yükseltmiş olur.
Bir düşünürün yorumuyla (İan Bradley) kurban, yaşamın kaynak ve kökeninde mevcut bir kırıklığa vâkıftır. Kabile ya da ulusun kökenlerine bir geri dönüşe işaret edebilir ve böyle olduğu ölçüde, toplumsal varoluşu desteklemeye devam eden başlangıçtaki o ânın şiddeti üzerine bir tefekkürü içerir. Yaşamın ölümden kaynağını alışı, diğer pek çok şeyle birlikte, medeniyetin barbarlıktan zuhur edişidir. Medenileşmiş düzenlerin çoğu, kıyım, mülksüzleştirme, işgal, yağma ve imhanın meyveleridir.( )
Hegel, tarihi, üzerinde sayısız kurbanın kesildiği bir mezbaha taşı olarak görür. Bu ilksel günahlar, siyasi bilinçaltında ne denli derine gömülmüş olursa olsun, besledikleri suçluluk duygusu iltihap toplamaya devam eder; dahası kurbanın bu suçluluk duygusunu hafifletmenin bir yolu ve simgesel bir çözüm sunduğu şiddet ve gaddarlığın bir parçası olduğunu görmek, hiç de güç değildir. ( )Bu ilksel şiddet edimini yeniden tecrübe eden erkek ve kadınlar, kibir ve saygısızlık tuzağına düşmeksizin kendi amaçları doğrultusunda eğip bükemeyecekleri, kaprisli, kesinlikle anlaşılamaz veya yüceliği nedeniyle nüfuz edilemez olan birtakım güçlere tabi olduklarını kabul etmiş olurlar. Bu anlamda kurban, özhâkimiyet etiğinin de bir eleştirisidir. Benliği Öteki’nin bir etkisi olarak tanır. Kişinin kimliği kendisinin değildir, tanrıların himayesi altındadır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Jean-Luc Nancy, Hıristiyanlığın kurban etmenin kurban edilişi ni içerdiğinden söz eder.Çarmıh, bir yandan kadim bir kurban geleneğinin içinde yer alır, diğer yandan onun sonunu getirir. ( )
Kutsal zaman ve mekânların artık sonu gelmiştir, çünkü şahadet her yerde vuku bulabilir; dahası kendilerini bu kanlı olayın aynasında görebilenler, İsa’nın ölümünde vaftiz edilmiş, potansiyel şehitlerdir. Bu korkunç hatayı kendilerinin kılmak zorundadırlar. Sahiciliğe ancak bu tür bir mimesis [taklit, öykünme] ile ulaşabilirler.
Kutsalların Kutsalı’na girmiş olan İsa, hayvanları değil kendini kurban olarak sunacak, (bütün bir dinî ve siyasî erk aygıtı anlamında) Tapınak’ın yerine kendi kanını ve bedenini koyacak ve böylelikle kurban ritüeline bir son verecektir. Sunak taşında kurban edilecek sonsuz sayıda buzağı ve tosun mevcuttur, ancak biri çıkıp da bu metonimi yahut simgesel ikameciliği bir kez reddettiğinde ve bunun yerine kendi hayatını ortaya koyduğunda, bunu bir kez daha tekrarlayamaz. İsa’nın çarmıha gerilişi ve yeniden dirilişi, Alain Badiou’nun olay kavramına tekabül eder; bu, kurban ritüelinin kısır tarihöncesine sünger çeken ve hiçbir tapınak ve dinsel kültün olmayacağı bir geleceği başlatan devrimci bir dönüşümdür. ( ) Diriliş, Calvary’nin (çarmıh) ardından müritlerin gark oldukları o yenilgiyi kabul etmiş kasavete bir son verir ve Tanrı’nın krallığının akıl almaz derecede avangard gerçekliğini başlatır. Ne var ki bu yeni oluşum, İsa’nın yolunun, tam da artık kesinlikle aşılmış olan kurban kurumundan geçmesi ile mümkün olur ancak.
Kurban efsanesi sanki kendi içinde bir döngüye girmiş gibidir; insanların katledilmesi ile başlayan (öyle olduğu varsayılan), simgesel olarak onlara vekâlet eden şeylerle devam eden, ardından tabiri caizse vites büyüterek etik alana geçen ve bu durumu da sonuna kadar zorladıktan sonra yeniden parçalanmış bir bedene geri dönen bir çevrim.
Demek ki tuhaf bir diyalektik dönüşle, insanın en yabanıl eylemlerinden biri (insan kurban etmek), en yüce ve etik eylemlerinden olan şahadet kılığında yeniden ortaya çıkar.
( ) İsa’yı çarmıha götüren şey, adalet ve yoldaşlığa olan adanmışlığıdır. İsa’nın ortodoks toplumun sınır bölgelerini mesken tutmuş, varoluşları bir tür varlık-olmayanı gösteren kadın ve erkeklerle olan dayanışması, metropolisin dışına çıkarılmak suretiyle bizzat kendisinin dönüştürüldüğü varlık-olmayana delalet eder. Pavlus’un yeryüzünün pisliği olarak adlandırdıkları, ilkesel olarak İsa’nın şahsında şan ve şeref kazanmış olurlar. Devletin kalkıştığı vahşice bir eylemin aynı zamanda siyasi şiddetin simgesel feshini gösteriyor olması da bu minval üzeredir. Artık güç ilkesel açıdan, ezelden beri değersiz süprüntüler olarak hor görülenlerin elindedir.
Ressentiment’in [hınç] alttan alta kaynayan o dip akıntısının olmadığı bir kurban ediş, yönetici güçlere için için garez beslemeden gösterilen yumuşak başlı bir hürmet yoktur. Lütfunu size bahşeden bir varlık, tam da bunu yaparak üstünlüğünü sergilediğinden, onun bu bağışı için duyduğunuz minnettarlık belirli bir gücenme hissiyle bezenmiş olmak zorundadır. Yasa önündeki o saf, lekelenmemiş ve asla erişilemeyecek olan kendinden feragatin peşinde, bir kez daha sunak taşına doğru ilerlemek zorunda oluşumuz, bir anlamda duyulan bu garezden kaynaklanan suçluluk hissini bastırmak içindir.
Ne büyük tezattır ki medeniyeti toz ve balçıktan çekip kurtaran şiddet, şimdi onu dış istilalar ve iç isyanlardan koruyan yasa formuna bürünmüştür. Barbarlık ve medeniyet, ardışık olmaktan ziyade eşzamanlıdır; birbirini takip eden tarihsel aşamalar olmaktan ziyade aynı madalyonun farklı yüzleridir. İnsanlık kültürünü oluşturan güçlerin aynı zamanda onu paramparça etmeye de muktedir olduğunu kabul etmek gerekir.

Kurban, bu ölümcül olduğu kadar bir dünya yaratma potansiyeli de taşıyan güçleri bağdaştırmaya çalışmanın ve bir yandan medeni olmanın gereklerini yerine getirirken diğer yandan bunların rasyonelliğe nazaran daha fazla kemikleşmiş, ilahi yahut şeytani enerjilere tabi olduğunu teslim etmenin bir yoludur.

..Kurban, tek seferlik bir olay olmaktan ziyade tekerrür eden bir süreç olmaya mahkûmdur. Hürmet ve telafi davranışının durmadan yinelenmesi gerekiyorsa, bunun nedenlerinden biri, toplumsal düzeni ayakta tutan şiddetin bütünüyle bilince aktarılamıyor olmasıdır. Medeniyet işte bu kolektif bellek yitimi üzerinde büyüyüp gelişir. Toplum çatışma ve baskıyı beslemeye devam ettiği müddetçe, kanlı kökenlerinin sınırları içerisinde hapsolmuş olarak kalır ve o büyük felaketten kendini kurtarıp, olması gerektiği gibi tarihin içine dahil olamaz. Onun yerine insan anlatısı, kendi itibarsız soyunu inkâr etmenin yaratıcılıkta mahir muhtelif versiyonlarına dönüşür. Bir geleceği arzuluyor olmamızın nedeni kısmen geçmişi gömmektir.
Kurban edilenin takdis edilişi, parça parça bir evrimle değil, topyekûn bir dönüşümle gerçekleşir. Kimse zamandan ebediyete bozulmadan kalarak intikal edemez. Tanrılar insanlık için tamamen öteki olduklarından, onlarla kurulan her tür temas, yaşamdan ölüme geçmek kadar esaslı bir metamorfoz içerir. Kurban fikri diğer birçok şeyin yanı sıra, gelişebilmek adına kayıp ve yıkım aracılığıyla bir geçiş yolu bulmaya çalışan yaşamın, gizemli bir şekilde kaynağını ölümden alıyor olmasını da dert edinir.
Kurban, aşağı ve sıradan olanın güçsüzlükten güce intikaliyle alâkalıdır. Kurban olmaktan tam insanlığa, fakruzaruretten zenginliğe, bildiğimiz hâliyle dünyadan başkalaşmış bir âleme yapılan geçişi konu edinir. Diğer birçok şeyin yanı sıra takdis olarak da bilinen şey, bu akamete uğratıcı erginlenme törenidir. Bir nesneyi kutsal hâle getirmek, ona yüce ve tehlikeli bir güç bahşetmek suretiyle sınırlarını belirlemektir. Kurban etme ediminin içinde şiddet barındırmasının nedeni, vaat ettiği değişimin arz ettiği derinliğin, evrimin yahut basit bir devamlılığın mülayimliğiyle karşılanamayacak oluşudur.
En büyük özgürlük, insanın kendi yokoluşunda karar kılmasıdır.
John Milbank’ın dediği gibi, son kertede hepimiz kırılgan canlılar olduğumuzdan, gelip geçici yaşamlarımız nihai bir değer kazanır, çünkü diğerlerinin menfaati için kendi yaşamlarımızı feda edebiliriz.
Yeni nesil inançlı, dürüst, incinebilir, kırılgan herhangi bir şeyin kalıcı olabileceğine veya gerçek bir güce sahip olabileceğimize inanmıyor.
Barbarlık ve medeniyet, ardışık olmaktan ziyade eşzamanlı, birbirini takip eden tarihsel aşamalar olmaktan ziyade aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Kurban aynı zamanda doğayı teskin etmenin bir yolu olarak da işlev görebilir ne de olsa doğadan ihanet edercesine kopuş, insan öznelliğinin ön koşuludur.
Onlara göre insanlığın dünya üzerinde daha etkin bir tahakküm kurabilmesinin yolu kendi içsel doğasını şiddetle yerle bir etmesidir.
Justinus, Dualar ve şükranlar Tanrı’ya verilecek tek kusursuz ve memnun edici kurbanlardır diye yazar.
John Milbank’ın dediği gibi, son kertede hepimiz kırılgan canlılar olduğumuzdan, gelip geçici yaşamlarımız nihai bir değer kazanır, çünkü diğerlerinin menfaati için kendi yaşamlarımızı feda edebiliriz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir