İçeriğe geç

Raziye Kitap Alıntıları – Melih Cevdet Anday

Melih Cevdet Anday kitaplarından Raziye kitap alıntıları sizlerle…

Raziye Kitap Alıntıları

Beklemekle yitirdiğimiz zamanı toplasak kim bilir ne uzun tutardı..!
Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer  Bunu daha önce bir kahin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım
Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer
Bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu
sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım,
zamanı altüst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan.
”Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer
Bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı alt üst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. Yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını aşar. ”
Gençtim, yitirmek için çok ömrüm vardı.
evet deliyim.çünkü böyle berbat bir dünyada akıllı yaşamanın olanağı yoktur.
“sevmek için yaşlanmayı beklemeli.”
“yalnızlık ve sürgün içinde doğmuş bir aşk beni bunca kendine bağlamalı mıydı?”
“benim de kısa sürdü buradaki yaşamım. tıpkı bu mutlu akşam saatleri gibi.”
“yargılarımızda ortaklık yoktu. elbet bunun içine sevgi anlayışlarımız da giriyordu. o başka türlü seviyordu işte, düşüncemin burasında yüreğim burkuldu.”
“benim aşkım yalnızca bana bağlıydı, aşkımla öteki ilişkilerim arasında bir bağ kuramıyordum.
bütün mutsuzluğum buradan geliyordu.”
“kenttekilerin bencilliğinden, aptallığından, yozlaşmışlığından, hatta hatta hıyanetinden tiksinmiş biriyim.”
“evet deliyim. çünkü böyle berbat bir dünyada akıllı yaşamanın olanağı yoktur.”
“sade orada geçirdiğim yazın değil, kim bilir belki de bütün yaşamımın doruğuna o gece çıktım. çok sürmedi, kısa bir süre her şeye o tepeden bakabildim.”
“gençlere yapılacak en büyük iyilik aşktan kurtarmaktır onları. bu da öyle güç bir iş değildir. çünkü aşkın mevsimi vardır, onu geçiştirdin mi, tehlike atladı demektir.”
“o anda düşündüm ki, Vedia olmasaydı çekip giderdim buradan. ama nereye gitsem, onu arayacağımı biliyordum. onsuz olunca her yerde evsiz barksız bulacaktım kendimi. yeni değil, çok daha önce sevdalanmıştım sanki ya da yaşamım onu sevmekle başlamıştı.”
“eziyordu beni onun davranışı. önemsenmek istiyordum. sevdiğimi söyleyince, heyecanlanması gerekirdi, çünkü sevmek az bulunur bir şeydi.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“birden sevincimin yarıda kaldığını anladım.
gerçekte sevinçli miydim de yitirmiştim onu?”
Öyle , güzelliği sonradan , tanıdıkça yavaş yavaş anlaşılan kızlardan değildi ; uzaktan görülen bir yontunun yaklaştıkça çizgilerini azar azar ortaya çıkarması gibi zamanla varılacak , sakladığı , istemeden olsun sonraya bıraktığı bir şeyi yoktu , deniz gibiydi , ne yandan bakarsan bak , deniz , öncesi sonrası olmayan.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Gençlere yapılacak en büyük iyilik, aşktan kurtarmaktır onları. Bu da öyle güç bir iş değildir. Çünkü aşkın mevsimi vardır, onu geçiştirdin mi, tehlike atladı demektir
Dinlemeseniz de olur.İnsan her sözünü anlaşılsın diye söylemezki
Kimi yerde sadece ses çıkartmaktır gerekli olan.
Sen de, ben de masalıyız bu ülkenin.
Sevmek için yaşlanmayı beklemeli.
Yolcunun ruhu da, yüzü gibi ileriye dönüktür. Geride kalanları unutacak­tım.
Sanki sevdamı açsam, kim benimle onu paylaşabilirdi ki? O zaman, zorunlu olarak, her insanın parça parça yaşadığına inanacak oluyordum.
Eğer ruhumda aşka benzer biraz bir şey daha kaldıysa, onu da yok edip büsbütün kurtulmak istiyordum.
Yaşamak, yiyip içmek, hatta sevişmek; (Bunu söylerken göz ucu ile Vedia’ya baktı ) yetmez insan olmaya. Bir şeyleri değiştirebilmektir bizim için gerekli olan.
Artık sevi çağında yaşamıyoruz.
Zamanın da çukurları, kabarıklıkları vardır; bizi toprak gibi indirir, çıkarır; kimi zaman öyle yükseliriz ki, geçmiş ve gelecek, bastığımız yerin çok aşağılarında, küçük yaratıkların bir aldanışı durumuna bürünür.
Yeni değiI, çok daha önce sevdalanmıştım sanki, ya da yaşamım onu sevmekle başlamıştı.
kadınsız kalabilirdlm, uzun zaman sevlşmesem de olabilirdi, ama Vedia’yı sadece düşünmek bile beni yerinde duramaz biri yapıp çıkarmaya yetiyordu.
Önemsenmek istiyordum. Sevdiğimi söyleyince, heyecanlanması gerekirdi, çünkü sevmek az bulunur bir şeydi.
Benim kafamda büyüttüğüm şey, onun için olağan bir şeydi besbelli ve söyleyip geçilecek bir şey, üzerinde durulmaya değmeyecek.
Seviyordum onu. Anlamak, tanımak başka şeydi demek, sevmek başka. Yaşam gibiydi o, son soluğumuzda bile anlayamayacağımız, fakat kanımızla, canımızla bağlı olduğumuz.
Beklemekle yitirdiğimiz zamanı toplasak kim bilir ne uzun tutardı !
onu beklemenin sıkıntısı kaplamıştı içimi. Bir an önce gelsin, dikilsin karşımda, bir yaprağı Inceler gibi bütün ayrıntıları ile göreyim, seyredeyim onu.
Gemisi seferden çıkmış bir kaptana benzetiyordum kendimi. Denizden görünen kara ile ayak basılan kara aynı değildi ve ben yeni seferime değin oyalanacaktım.
Kim anlayarak sevmiştir? Vedia, anlaşılmasına gerek olmayan, varlığı yeterli bir nesne gibiydi.
Ayrıntılarını bilmediğim, bilemeyeceğim bir varlıktı o, ama seveceğim, hiç unutmamacasına seveceğim bir varlık.
Sanki onun için hiçbir sözün önemi yoktu da, sorular, yanıtlar, herhangi bir anlam taşımaksızın geçip gidiyorlardı, kuşların uçuşu, dalların sallanması gibi, bizim dışımızda.
Kendim için bile yabancı idim.
İnsanların nice anlaşılmaz yanları var, niçin sakladıkları belli olmayan nice duygululukları var.
kader, belki de bize, yaşamımız Için onca önemli olduğunu ilerde anlayacağımız bu rastlantıların en anlamlı belirtilerini şaka edercesine gösteriyor da biz onların yanından aptallar gibi geçip gidiyoruz.
Nasıl aklını başına getireceğiz bu halkın?
Unutma yeğen, desteklediğin bir işte sadece kafa ile onaylamakla yetinme, elinin emeği ile de karış ona.
-Merakın, ilginin sınırı olmamalı, dedi. Yoksa yaşamak çekilmez duruma gelir. Kafa dediğin dlnlenmemell, dinlenmemek üzere yaratılmıştır o. Düş dediğin nedir? Biz uyurken bile çalışan kafa değil mi? Biz, kafamızın gerisinde durduğumuz Için geriyiz, başka bir şeyden değil.
Hayır, doğanın verdiklerini, benim, senin, onun dağıtımına bırakmak aptallıktır, böyle bir düzen alçaklıktan başka bir şey değildir.
Ben acımayı, kendine acındırmak kadar aşağılık bulurum. İnsan denilen yaratık hayvan değildir ki, onu doyurmakla vicdanımız rahat etsin.
Öyle, güzelliği sonradan, tanıdıkça, yavaş yavaş anlaşılan kızlardan değildi; uzaktan görülen bir yonutun yaklaşıldık­ça çizgilerini azar azar ortaya çıkarması gibi zamanla varılacak, sakladığı, istemeden olsun sonraya bıraktığı bir şeyi yoktu, deniz gibiydi, ne yandan bakarsan bak, deniz, öncesi sonrası olmayan.
Merdivenin yukarı başında bir genç kız duruyordu. Ona o anda vuruldulduğumu elbette bilemezdim; ilk izlenimim görülmemiş bir güzellikte olduğu idi. Acaba teker teker sayıp sonra bunları toplasam, o olağanüstü güzelliği bulabilir miydim?
Ödül onu tanımakla verildi bana, onu sevmekle verildi, o kadar.
Geleceğimizi bilmemek­tir bizi zamanın Içine sokan.
Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer
Bunu daha önce bir kahin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı altüst ederdim.
Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer..
“Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer ” 
Sen de, ben de masalıyız bu ülkenin.
Beklemekle yitirdiğimiz zamanı toplasak kim bilir ne uzun tutardı!
Bakışlarında acaip bir parıltı vardı, gece çıkmış bir yangının sabaha kalan közü.
Padişahlar, vezirler için halk demek köle demekti, bu köle çalışacak, sırası geldiğinde savaşta ölecekti. Birtakım reform gösterişleri ile değişti mi sanki bu durum? Yooo Efendilerin sayısı arttı sadece, buna uygun olarak da yeni bir sahtecilik doğdu. Eskiden lafı bile ağıza alınmayan ‘millet, vatan’ sözcükleri moda oldu. Artık ‘millet, vatan’ için keyif sürülüyor, zengin olunuyor, vergi alınıyor ve savaşılıyordu. Ortalık durulunca ne görüyorduk? O ‘millet’ dedikleri eskisinden daha yoksul düşmüş, ‘vatan’ dedikleri biraz daha haraplaşmış. Eğer halk, ulus gerçekten düşünülseydi, gerçekten sayılsa, sevilseydi bunca zamandır bir kalkınma görülmez miydi? Bakın, bayramların sayısı gitgide artıyor, bunların her biri bir egemen sınıf ya da zümrenin başa geçişinin bayramıdır, halkın, ulusun değil. Her kurtarııcı yalnız paydaşlarını toplayıp keyfine dalmıştır. Ama bununla yetinmezler, kendi bayramlarına halkın da katılmasını isterler. Hani zengin evlerinde düğünler olur ya, zenginlerin mutlu günleridir onlar; zavallı hizmetçiler, uşaklar da katılırlar o mutluluğa, onların da yüzleri güler. Nefret ederim eşekleşmiş halktan. Ne gülüyorsun be! Senin düğünün değil ki bu! Bir savaş olur, köylüleri ite kaka cepheye sürerler, lüks döşeli odalarda hazırlanır bunun planı; biri eline kalemi alır, harita üzerinde bir birliğin yerini değiştirir Oysa bu harita üzerindeki değişiklik birkaç bin kişinin ölümü demektir. Öldüğüne göre bari çoluk çocuğu refaha kavuşsa Ne gezer! Eskiden halk adına yenilip içilmiyordu, sonraki yenilik buradadır işte, zaferin, toplanan zenginliğin en büyük payını yöneticiler bu kez halk adına tıkınmaya başladılar. Bu halkı kendi başına bıraksalardı, yemin ederim ,yöneticilere hiç gerek duymadan daha mutlu yaşamanın yolunu bulurdu o.
Zamanın da çukurları, kabarıklıkları vardır, bizi toprak gibi indirir, çıkarır; kimi zaman öyle yükseliriz ki, geçmiş ve gelecek bastığımız yerin çok aşağılarında, küçük yaratıkların bir aldanışı durumuna bürünür.
Yaşam gibiydi o, son soluğumuzda bile anlayamayacağımız, fakat kanımızla, canımızla bağlı olduğumuz.
Unutmam, dünyadan uzaklaşıyoruz gibi gelmişti bana, Vedia’nın eli ile işaret ettiği yerdeydi bizim yaşamımız, onun ve benim, geçmişi olmayan, düşünülmemiş, resmi yapılmamış, şiiri yazılmamış, yaşanmamış bir yer.
Onunla konuşmalarımız, çoğun, bir böceğin otlar arasında ilerlerken çıkardığı gürültü benzeri bir doğal yankıydı.
Sanki zihinsel olan tümden gereksizdi de güdülerdi, tepkilerdi, deviniydi yaşayan, yaşayanı belirleyen. En aza indirilmiş söz, kendisinden beklenen işi -eğer bir bekleyen varsa- yapardı ve geriye çoğu kalırdı.
Gemisi seferden çıkmış bir kaptana benzetiyordum kendimi. Denizden görülen kara ile, ayak basılan kara aynı değildi ve ben yeni seferime değin oyalanacaktım.
Bahçedeki çamlar, elim üstünde oyunundaki çocuklar gibi ellerini eve uzatır geri çekilirlerdi. Gözlerim kapalı görürdüm bunu. Biraz vahşi, biraz huzursuzluk verici olurdu bu sallanışlar. Çamların boşlukları oyalayıp dururdu bu esintiyi ve ıslak kanatlarını rüzgâra açmış martılar gibi ürpertirdi insanı. Elle sevilemeyecek hayvanlara benzetirdim çam ağaçlarını, resimlerimde de hep öyle uzak dururlar. Resimlerimle çamlar ve zeytinler uykuma karmakarışık girerlerdi.
Sessizliğin böylesine canlısını, insanı içine kapayan değil, dışarı alanını, onu tek iken birçok edenini ve yanı başımda oturan dayımın sakallarındaki ter damlalarını kurutan sıcak gibi, bir nitelikten başka niteliğe geçirenini bilmezdim hiç. İkisi de, sessizlik ve sıcak, bir ağacın görmüş geçirmişliğini, yaşlanmak ve yaşamak yokmuşçasına insan kanının derin köklerine aşılıyordu. Yeniliği ve eskiliği yok ediyordu.
Yabanlığın, sessizliğin, aydınlığın verdiği bir bilgelikle, kendinden olmayanı ilk bakışta ayıran, bunu yadırgayan, bu karşılaşmadan az sonra ne çıkacağını merak eden, tadı kaçmış, erinci bozulmuş bir kır yaratığının arı huysuzluğu okunuyordu yüzünde.
Görülmemiş bir aydınlık, doğada da, zihinde de hiçbir belirsizliğe olanak bırakmıyordu; her şey ile çıplak, gizlisiz, kuruntusuz, katıksızdı. Ağacın, taşın, damıtık havanın bu yalın ülkesinde, sanki konuşmak isteseniz, ancak eşyanın adını söyler, en ilkel gereksemelerinizden söz edebilirdiniz. Sağırların yanında söz nasıl en gerekli olana indirgenirse, burada da düşünce ve duygu işte öylesine bir saflık, bir sağlamlık kazanıyor gibiydi. Bunu kendi payıma sevinçle benimsedim. Benden olanla benden olmayanı, gerçek olanla gerçek olmayanı daha iyi ayırabilecektim. Ama aşkın da böylesi bir ortamı gereksediğini nerden bilebilirdim!
Özgürlüğün, yalnızlığı ve doğayı gerektirdiği düşüncesi bir kuş gibi uçuşmaya başladı önümde. Başımdan geçen olayların verdiği sinirliliği mi üzerimden atmak istiyordum, yoksa gücünü topraktan alan Tanrı Ante gibi elimi yere dayamak bana yeniden hız verir diye mi düşünmüştüm? İnsan karmaşık bir yaratıktır, kendini tanımak için dur dinlen bilmeden çabalar.
Hiç kimseyi beklemeyen bir yerdi burası. Bu yüzden de insan gereksizliğinin tadını duyuyordu, kendine değiyordu sanki.
Burada geçecek günler, aylar yitmiş sayılsa da ne çıkar diye düşünüyordum. Gençtim, yitirmek için çok ömrüm vardı. Belki de bu yüzden diye geçiririm içimden, bu cömert duygululuğumdan ötürü ödüllendirildim. Yitiren kazanır, evet, ama onu bir akşamüzeri, karanlık bastığı saatlerde, bir daha hiç görmemek üzere yitiren ben, nasıl olur da kazançlı sayılabilirim? Ödül onu tanımakla verildi bana, onu sevmekle verildi, o kadar.
Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer
Bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı altüst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. Yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını aşar.
sevdalanmaya gidiyormuşum meğer.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir