İçeriğe geç

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra Kitap Alıntıları – Barış Bıçakçı

Barış Bıçakçı kitaplarından Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra kitap alıntıları sizlerle…

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra Kitap Alıntıları

Biz de deniz gibiyiz, dedi Başak. Tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar.
Bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. Ama ben o meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avucumda dünya. Şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm. Kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum. Kendi kendime, sanatçı tecrübe edinemeyen insandır, diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır, ama şimdi sen
karala bunun üstünü, yırt sen bunu, olmadı çünkü, olmadı işte.
Pazartesi sabahı. Sonbahar. Hava soğuk, rüzgarlı. Kaldırımdaki kuru yapraklar törene geç kalmış okullu çocuklar gibi koşturuyor. Salı sabahı olsa başka bir şeye benzeyeceklerdi. Çarşamba başka.
Ama bak, yolun sonuna doğru haklı çıktı Dostoyevski. “Her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır.” demiş ya Ben de hastalandım işte.
Bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. Ama ben meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avucumda dünya. Şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm.
Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz.
Terk edilmekten korkmak Korktuğun şey başına gelince de kendini cezalandırmak Böyle şeyler çocukken olur ve bir daha da silinmez.
Yani delirmiyorum ben. Acı çekiyorum yalnızca.
O an öyle güzeldi ki, o anla yetinmek insanoğlunun başarabileceği bir şey değildi.
Biz de deniz gibiyiz, dedi Başak, tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar.
Başak, biz, diye konuşmuştu ama Ahmet onun aslında kendisinden söz ettiğini biliyordu.
Salıncaksın sen, dedi, sesin açık pencereden içeri doluyor.
Bir insanı okuduğumuz kitaptaki bir kahramana benzettiğimizde bunu o insanı yargılamak için değil, anlamak için yaparız. Çünkü edebiyat da doğa gibi her türlü bilgeliğin kucağı
Sadece şunu biliyor: Her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak da farz olur.
Bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. Ama ben o meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avcumda dünya. Şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm. Kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum.
Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.
Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hâlâ canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der.
Köpekler insanlara aşağılardan bir yerden üzgün üzgün bakar ve aksak ritimli şarkılar söylerler. Sokak köpeklerinin söylediği şarkılar genellikle çöplüklerde geçen bir hayatın zorlukları ya da belediye tarafından zehirlenmek ile ilgilidir. Ev köpekleriyse şarkılarında, aynada kendini görmenin baş döndüren kederinden ve şehrin dışına götürülüp bırakılmaktan söz ederler.
Çünkü bu şehir de diğer şehirlere benziyor. Burada da karnını doyurmak, başını sokacak bir yer bulmak, hastaneye, karakola düşmek gibi dertler var. Bu şehirde de geceleri duvarlara yazı yazarken bir şey gelip insanın bileğinden tutuyor, tabii bu yüzden bazı harfler atlanıyor, sözcükler yanlış yazılıyor. Sonuçta bu şehirde de çoğunluk aynı kanıyı paylaşıyor: Anarşistler imla bilmiyor.
Eşikte durup yalandan birkaç kez öksüren gece Ayağı takılan, her şeyin üzerine dökülen gece
Öğle yemeğinden sonra yürüyüşe çıkıyor. Yalnız başına. Organize sanayi bölgesinde insan ne kadar yürüse de bir yere varamıyor, yerinde sayıyor, debeleniyor gibi oluyor, fabrika binaları öyle geniş, caddeler öyle uzun ki!
Çünkü Başak bu, bir işporta tezgâhında dönüp duran oyuncak treni seyreden, alçıdan yapılma köpek, ördek, melek heykellerine bakan, çiçekçi kulübelerinin yanından geçerken içinde bir boşluk hisseden Başak. Baksa şehir yerinde değilmiş, gökyüzü yerinde değilmiş gibi bir boşluk. Üzerine bir kedi sıçramış da bütün kuşlar korkup uçmuş gözden uzağa, öyle bir boşluk; Başak muhtemel bir ufuktan yoksun kalmış, üzülmüş bir süre yokuş aşağı, sokağın sonundaki kahveye doğru, darmadağın olmuş sandalyeler çay bardakları, öyle bir boşluk, ta buradan oraya kemandan piyanoya şarkının başından sonuna.
Tekin ile satranç oynarken, annelerimiz çoğunlukla geçmişten, gençliklerinden konuştular. Biz erkekler uzun süren şeylere dayanamıyoruz, bunun için satranç oynuyoruz, diye düşündüm. Evet saatler sürdüğü olur bir satranç maçının ama yine de ölümden, terk edilişten daha kısa sürer, hele bir de rakibin tuzaklarına bilerek düşerseniz.
Kızılay’a doğru yürümeye başladı. Herkes kendisinden daha neşeli ve daha hızlı görünüyordu. Bütün şehir neşeliydi.
Onunsa içinde berbat bir mağlubiyet hissi vardı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ben hep bir şarkının ellerindeydim, diye fısıldadı Başak, bu yüzden aranıza karışamadım.
Ankara’yı kötülemenin bir anlamı yok. Kötülemek konusunda düşünemeyeceğin kadar yaratıcı olabilirim, başımıza gelen bütün belaları Ankara’dan bilebilirim, ama dediğim gibi anlamsız. Benim için artık bir şehirden, yaşadığın bir yerden nefret etmek kendini aşırı sevmek anlamına geliyor.
Annem eski bir cehennemi içinde taşıyor, babamın inandığı bir Tanrı’nın önünden düşe kalka, ama korkmadan kaçıyordu.
Doğada böyle kimlik, ruh değiştirmeler, yer değiştirmeler mümkün. Zaten doğa da bu yüzden doğa. Olduğun gibi kalmak mümkün olmadığı için insanı tersyüz eden bir canlılığın kucağı olduğu için.
Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.
Terk edilmekten korkmak Korktuğun şey başına gelince de kendini cezalandırmak Böyle şeyler çocukken olur bir daha da silinmez.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bazı çiçekler susuzluğa ve unutulmaya dayanır. Hayat her zaman devam eder, bunu herkes bilir.
Biz de deniz gibiyiz, dedi Başak, tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar.
Bir insanı okuduğumuz kitaptaki bir kahramana benzettiğimizde bunu o insanı yargılamak için değil, anlamak için yaparız. Çünkü edebiyat da doğa gibi her türlü bilgeliğin kucağı
Her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak da farz olur.
Doğru, diyor Abidin, insan yarattığını yok edebilmek de ister.
Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hala canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der.
Gerçek daima biraz hüzünlüdür. Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.
Delirmiyorum, yalnızca acı çekiyorum.
Rüyalar gerçeği kovalarken geri dönemeyecekleri kadar uzağa gidiyorlar.
Özlemek duvarları en yüksek, kaçılması en zor hapishaneydi.
Yalnızca Başak da değil, aslında bana herkes her şeyini anlattı Anlayacağımı düşünüyorlardı, Anlıyorum gerçekten de Ama bak, yolun sonuna doğru haklı çıktı Dostoyevski. ‘Her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır,’ demiş ya Ben de hastalandım işte.
Bu eşofmanın içinde olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Ağır bir ameliyattan çıkmış gibi, diye düşündü ya da uzun sürecek bir intihara ara vermiş gibi.
Biz de deniz gibiyiz, dedi Başak, tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar.
Başak, biz, diye konuşmuştu ama Ahmet onun aslında kendisinden söz ettiğini biliyordu.
Sabaha kadar yağan bir gece yağmuru kadar güzel olduğunu söyledi. Öyle uçsuz bucaksızsın ki, dedi, kıyıya yaklaşan gemilerin direkleri görünmüyor. Sen şimdiki zamansın, dedi, şimdiki mükemmel zaman, içinden cümleler geçiyor. Seviyorum seni, dedi, üzüm gözlerini, bakışlarının ağır salkımlarını, gidip de dönmek için biri bile yeter bana. Salıncaksın sen, dedi, sesin açık pencereden içeri doluyor. En çok bir mucizeyi reddedişini seviyorum, dedi, anlam kapımızı çaldığında açmayışını, hiçbir yerde yokuz, hiçbir yerde yokuz. Yazın buzdolabından çıkmış soğuk bir şeftaliyi ısırdığında tadın yarısı sanki dışarıda kalır ya, işte şimdi bunun acısını senden senden senden çıkaracağım, dedi. Bütün sözcükleri değiştiriyorsun dudaklarımdan başlayarak, dedi, bütün sözcükleri dudaklarımdaki
Her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak da farz olur.
Ortaokuldayken bir haber okumuştum gazetede, diye hızlı hızlı konuşmaya başladı. Mersin’de bir adam, lop yumurtayı çiğnemeden yutarım diye arkadaşıyla iddiaya giriyor. Genç bir adam. Yumurtayı yutuyor ama yumurta o kadar sıcak ki, adamın midesi yanıyor, adam anlamıyor bunu, sonra da ölüyor. Böyle bir şey. Çok saçma değil mi? Kahvaltıda önümde duran yumurtaya bakarken bu geldi aklıma. Sonra şunu düşündüm Selma. Ben sanki o yumurta haberini okuduğumdan beri, bir armağan, bir mucize olduğu söylenen şu hayatın saçma sapan bir şekilde bitebileceğinden korktum hep. İçimde böyle bir korku varken de hayatın tam da bu şekilde, yani saçma sapan bir şekilde sürdüğünü anlamadım. Asıl bundan korkmam gerektiğini anlamadım.
Bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. Ama ben o meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avcumda dünya. Şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm. Kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum. Kendi kendime, sanatçı tecrübe edinemeyen insandır, diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır, ama şimdi sen karala bunun üstünü, yırt sen bunu, olmadı çünkü, olmadı işte.
Nafile.
Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hâlâ canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der.
Bilge her zaman tek parçadır ve bir tepeyi tımanır.
Zaten bilgeden beklenen de budur. Bilge tepeyi tırmanırken, yukarıda bakıyorum yine de körüm, der geniş kanatlı kuş. Dilimi ısırdım derdim içimde kaldı, diye inler taş. Kuşun gördüğü olmak ister bilge, taşın derdini dinleyen. Çünkü ondan beklenen budur.

Ben bilge değilim.

Sadece şunu biliyor: Her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o ha­yatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak da farz olur.
Bir mucize olduğu söy­lenen şu hayatın saçma sapan bir şekilde bitebileceğinden korktum hep. İçimde böyle bir korku varken de hayatın tam da bu şekilde, yani saçma sapan bir şekilde sürdüğünü anlamadım. Asıl bundan korkmam gerektiğini anlamadım.
Şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgu­lüm.
Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.
Böyle şeyler çocukken olur ve bir daha da silinmez. Terk edilmekten korkmak Korktuğun şey başına gelince de kendini cezalandırmak Böyle şeyler çocukken olur bir da­ha da silinmez.
Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçları­mı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diye­ceğim. Öyle olsun.
Anneler, güzel bir şeyi, olmasını istedikleri bir şeyi sabırsızlıkla bekleyen çocuklarını, Yatacağız, kal­kacağız, yatacağız, kalkacağız diye avuturken çıplak gerçeği söylemiş olacaklar.
ısıtan bir şeyden değil yakan bir şeyden söz ediyoruz. Kusura bakma ama Selma, Umut gibi insanlar kimse­yi mutlu edemez, kendileri de mutlu olamaz. Bu tür insan­ların en çok duymak istedikleri şey, ‘Böyle bir dünyada ya­şaman mümkün değil’ cümlesidir. Bunu büyük bir övgü olarak görürler
Bir duygunun itiraf edilmesiyle, adının konulmasıyla kınından çıkan bı­çak gibi bir keder
Özle­mek duvarları en yüksek, kaçılması en zor hapishaneydi.
Hayat devam eder. Bazı çiçekler susuzluğa ve unutulmaya dayanır. Hayat her za­man devam eder, bunu herkes bilir.
Erkekler böyle şeylere dayanamıyor, diye ekledi kadın, kızgın gibi değil de öğrenmiş, kanıksamış gibi.
Uzun süreceğini düşündükleri şeylere, diye açıkladı annem.
Yaşamak için kendiliğinden bir eğilim vardır değil mi? Kendi elleriyle de Ahmet’in elleriyle de ilgilenmiyor Başak.
Gözlerini kocaman açarak soruyor: Böyle bir eğilim olmalı insanda, değil mi? İşte dünden beri bende böyle bir şeyin zerresi yok.
Çocukken saplanan bir ağrı yüzün­den iki büklüm olan, kıvranan insanlar.
Can, dikenli tellerin ardındaki bir binanın duvarına darbeler vuran iş makinesini, yıkılan duvarı, ateşlenen silahları, yükselen dumanları, omuzlarına asılı makineli tüfekleriyle jandarmaları, ambulansları, elleri yüzleri yanmış tutukluları, hükümlüleri görmesin diye, ülkenin yok olmaya yüz tutmuş vicdanı hiç olmazsa bir evin kuytusunda yaşasın diye, yapabildikleri tek şey
Bir iki cılız denemeden sonra vazgeçtiğimizi itiraf edemeden vazgeçtik.
Artık burada, bu dünyada her şey parçalar halinde ve her bir parça diğerinin yerine geçebiliyor. Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz.
Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım.
Ben hep bir şarkının ellerindeydim, diye fısıldadı Başak, bu yüzden aranıza karışamadım.
Ben hep bir şarkının ellerindeydim, diye fısıldadı, bu yüzden aranıza karışamadım. Fısıltısı camda şekilsiz bir buğu olarak kaldı.
Kış. Öğleden sonra. Her yer karla kaplı. Hava güneşli. Ama bir umut yok. Bütün insanların bütün hayatı bu güneşli, soğuk, umutsuz kış günü işte.
Annenizle babanız, en ufak bir hayat belirtisi bile göstermiyorlardı. Duvara asılı çerçeve örneklerinin önünde O üzeri hali kaplı tezgahın arkasında Ne garip Yaşamaya değil de ceza çekmeye gelmiş gibi görünüyorlardı.
Benimle, bizimkilerle ilgisi yok sanki söylediklerinin. Kendisiyle ilgili bir şeyden söz eder gibi konuşuyor. Sanki içini döküyor.
Ona bir gün her şeyi anlatabileceğimi düşünüyorum. Hep beraber içinde olduğumuz bu cehennemi, bu sıkıntıyı, bu intiharı
Annem eski bir cehennemi içinde taşıyor, babamın inandığı bir Tanrı’nın önünden düşe kalka, ama korkmadan kaçıyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir