İçeriğe geç

Eski Türk Mitolojisi Kitap Alıntıları – Jean Paul Roux

Jean Paul Roux kitaplarından Eski Türk Mitolojisi kitap alıntıları sizlerle…

Eski Türk Mitolojisi Kitap Alıntıları

Ey Türk halkı, eğer yukarıdaki gök çökmemiş ve aşağıdaki yer batmamış olsaydı, senin devletini ve kuramlarını kim yıkabilirdi?
Üze kök tengri asra yağız yir kılındukda iki ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglında üze eçüm apam Bumin Kagan, İstemi Kagan olurmuş. Olurupan Türk budunung ilin törüsin tutabirmiş, itibirmiş.
Avcı ne kadar hile bilse, ayı o kadar yol bilir.
Türk halklarının ölüyü defnetme gelenekleri hiç de birbirinin aynı değildir. Ölüyü kendi haline terk etmek, ağaçların üstüne yerleştirip bırakmak, yakmak ya da toprağa vermek.
Güneşe tapınma eski Türklerde çok eskiye dayanmaktadır Güneş yaşamın ana kaynağı olduğundan, dişil olarak algılanmıştır. Eski kaynaklarda belirtildiği üzere ayı ortaya çıkaran güneştir, çünkü ışınlarıyla onu aydınlatmaktadır Güneşe tapınıldığı özellikle yabancı gözlemciler tarafından sıkça dile getirilmiştir.
Hayvanlar hiçbir zaman -kaplan bir istisna olsa da- Tanrı olarak görülmez. Fakat genelde insandan daha yüksek bir konumda yer alır. Çünkü insan, hayvanlara özgü yeteneklerin mükemmeliyetini ve dolayısıyla hayvanın üstünlüğünü bilir.
Orhun yazıtlarında bir Tunga Tigin’den söz edilmektedir. Bu kişi belki de Alp Er Tunga olabilir.
Doğacak olan, bir tilki mi yoksa bir kurt mu?
Çin yıllıkları, You-Tou-Kin’e (Ötüken) dörtyüz li uzaklıkta bulunan bir başka dağdan bahseder ve onu haklı veya haksız yere, bir yer tanrısı olarak görürler.
Eğer tanrı kuluna kutu ve saadeti bahşederse, bu durumda onun işleri hep rast gider.
Romanlarda ve Bulgarlarda, resmî bir anlaşma yapmak için bir köpeği ortadan ikiye bölmek gerekmekteydi.
On eşinden çok sayıda oğlu bulunan birinci kralın ölümünün ardından, oğullar ulu bir ağacın etrafında toplanıp şu kararı alırlar: ağacın yanıbaşında yapılacak yüksek atlama yarışında en yükseğe sıçrayan kral olacaktır
Bir kişinin öldüğünü belirtmek için, eski Türkler her ne kadar birden fazla ifade biçimine sahipse de, törensel ortamlarda genellikle onun uçup gittiğini söylerlerdi.
Ben ki, Tengriye benzerim, Tengriden geldim diyen Bilge Kağan, bir başka yerde ise Ben ki, Tengriye benzerim, Tengri tarafından görevlendirildim der. Halka hükümdarlarını veren odur. Tonyukuk Yazıtında görüldüğü üzere, Tengri Sana bir kağan verdim der. Tahta çıkma törenlerinde, hükümdar ile gök arasındaki ilişki ritüellerde görülür: Hükümdar keçeden bir halının üzerinde havaya kaldırılır.
Daha başka güçlerle birlikte, Türk halkının mahvolmaması, yeniden bir halk olması için emir vermektedir. O, Türk halkının adı ve itibarının zarar görmemesini sağlamaktadır. Onun müdahalesi sayesinde hükümdar şöyle diyebilmektedir: Ben, ölüm döşeğinde yatan halkı sağaltarak tekrar yaşama döndürdüm. Çıplak halkı giydirdim, fakir halkı varlıklı kıldım ve küçük halkı büyüttüm. Dolayısıyla, halk onu kendine ait olarak görebilir ve onu tanrım (Tengrim) olarak adlandırabilir.
Tengri bir milli tanrının tüm özelliklerine sahiptir. Türkler dünyanın ortasında, doğrudan göğün altında yaşamaktalar, dolayısıyla gökyüzü onları özellikle korumaktadır. Metinler açık seçik bir biçimde, onun yabancı halkların değil, Türklerin tanrısı (Türük Tengrisi) olduğunu belirtmektedir. Bazen, imparator anlamına gelen kağan sıfatını taşır. O özellikle halkını korur.
Eskiden (Türklerde) ölüleri yakmak gelenekti. Oysa şimdi ölüleri toprağa veriyor ve onlar için mezar inşa ediyorlar.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsan hiç fark etmeden zaman (öd) geçer gider; insanoğlu ölümsüz değildir.
Gökkuşağı—» Orhon Yazıtlarında gök köprüsü diye adlandırılır ve muhtemelen bir Ata Kültü ya da bir yeni yıl kutlamasıyla ilintilidir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
R. Stein, buna göre bütün Türk halklarının, kendilerini [ ] bir kurt’un dünyaya getirmiş olduğu bir atanın soyundan gelenler olarak tanımladıklarını düşünmektedir.
T’u-küelerin devletinde, bayrak altından bir kurt başıyla süslüdür; bu sadece bir figür olmaktan ziyade, şüphesiz altınla kaplanmış gerçek bir kafatasıdır. Hükümdarın kapısının girişine yere dikilir ve yürüyen ordunun önünde taşınır. Bundaki amaç, yalnızca toplanmak değil, aynı zamanda efsanede olduğu gibi Kurdun halkına liderlik etmesidir.
Bayrak için Türkçe’de en sık kullanılan karşılık tuğ olup, bu, Kâşgarlı Mahmud tarafından zikredilmektedir.
Türklerde, mezarların başına taş bloklar dikmenin bir gelenek olduğu, gerek Çin raporlarında, gerekse doğrudan yazıtlardaki metinlerde ifade edilmektedir (Kırgızlar ülkelerine Türk balbalların ülkesi demektedir).
Ateşe yakıştırılan kültü bilmiyoruz, ancak onun arındırıcı kabul edildiğinden eminiz.
Türkler ateşe fevkalade büyük saygı gösterirler [ ], fakat sadece gök ve yerin yaratıcısına dua ederler ve onu tanrı diye adlandırırlar.
Bengü Taşlar diye adlandırılan mezar taşları ölünün gücüne sahip miydiler, yoksa değil mi? En azından bu ad, atalarının hatırasını ebedîleştirmek istediklerine işaret etmektedir. Ayrıca atalarının yüz hatlarını boyamak ya da yontmak suretiyle de, onların hatırasını ebedîleştirmişlerdir. Bunlardan bazıları ortaya çıkarılmıştır. Aralarında birkaç tane de kadın resmi bulunmaktadır, ki bu bize kadınlara ilişkin bir atalar kültünün varlığını kanıtlamaktadır.
En eski Çin kaynakları, bize Doğu Türklerinin kendilerine kurban sunmak üzere her yıl atalarının mağara mezarlarını ziyaret etmek gibi bir geleneğe sahip olduklarını aktarırlar.
Ölüm bireyin yaşamına son vermez. Ancak eski Türk yazıtlarında geçen ifadelerden biri olan ve ölüyor , yok oluyor anlamına gelen yokbol, bizleri ahiretin sadece belli insanlar için var olduğunu düşünmeye itiyor.
Ağıt. —►Matem ezgisi, ölünün gömülmesi sırasında yapılan nutuk. Sıgıt sözcüğü ile benzer bir anlamı olduğu düşünülen ağıt (yagıt) sözcüğü, yine de eşanlamlı bir sözcük değildir. Gerçekte, yakınma ezgileri (sıgıt) ile ölünün gömülmesi sırasında yapılan nutukları (ağıt) birbirinden ayırmak gerekir. Ağıtlar, —Cenaze Defni sırasında söylenir ya da okunur ve şüphesiz ölüm yıldönümlerinde tekrarlanır. Bunlar kurumlaşmış olup, bugün Müslüman Türkler arasında hâlâ rastlanmaktadır.
Eski Runik Alfabe , 10. yüzyılın sonunda Tuen-huang yakınlarında yazılmış ufak bir fal kitabı olan Irk Bitig’in yazarınca da kullanılmıştır. Bir Maniheist manastırında yazılmış olduğundan, bu kitabın Maniheist düşünceleri yansıttığı düşünülmektedir. Ancak kitap, açık seçik bir biçimde Türklerin göçebe ve animist geleneklerine dayanmaktadır.
Hiung-nulardan kalan ve bugüne kadar, şüphesiz kökü daha eskilere dayandığı düşünülen tek sözcük, gök tanrının adı olan Tengri’dir.
Çok eskiden başlayıp günümüze kadar, Türklerin büyük İslâm imparatorluklarında düşmanlarının başını kesip, onu bir ganimet veya kült objesi olarak muhafaza etme geleneği vardı. Kafatasını tepesinin hemen altından ayırdıktan sonra, onu bazı durumlarda içki kâsesi olarak kullanırlardı.
Yol Tengri.

Irk Bitig’de yalnızca iki metinde sözü edilen bu tanrı, yol sözcüğüne atfedilen anlama bağlı olarak bir mutluluk tanrısı ya da bir yol tanrısı olabilir. Her ne kadar bu sözcüğe ilişkin niteleme sıfatları ikinci anlama işaret ediyorsa da, soru cevapsız kalmaktadır. Yol Tengri kendini şu sözlerle tanıtmaktadır: Ben, alaca — gt;At üstündeki yol tanrı-sıyım. Sabah akşam at sürerim. Gezintileri sırasında bir insanın iki aylık oğlu (veya insanoğlu = insan?) ile karşılaşır. Çocuk korkuya kapılır, ancak tanrı şöyle der: „Çekinme, ben ona -*Kut’u (yaşam iksiri) vereceğim. İkinci metinde, yolun kara tanrısı veya —»kaderin kara tanrısı anlamına gelen Kara Yol Tengri adını alır. Bu metinde onun daha başka özelliklerini de görmekteyiz: kırılmış olan şeyleri tamir etmek , dağılmış olan şeyleri biraraya getirmek . Kaldı ki, barış getiren de odur.

Muhtemeldir ki, Hoytu Tamir Yazıtlarının yazarlarından birçoğu bu tanrıya yönelmekte, fakat belli bir isim zikretme-mekteler. Tehlikeli bir dar geçit olan Hoytu Tamir’de, insanlar çıktıkları yolculuğun iyi geçmesi ya da sağ salim hedefe ulaşmalarım dilerler. Özellikle üçüncü yazıt kutsal bir tanrıya (Tengri — gt;İduk) ithaf edilmiş olup, kendisine şöyle yakarılır: Bizleri yanlış yola sapmaktan koru. Fakat aynı bağlamda, yolcuya kaderine uygun bir şekilde —»Dağlar diyarına eşlik edip yol göstermeleri için kendilerine rica edilenler yolculuğun koruyucu güçleri, yani yaşamın ve kaderin yirmiiki beyi dir. Bunlar bilge (?) beyler, küçük baba-beyler diye de adlandırılır. Irk Bitig, metin 2 ve 48. Hoytu Tamir (—»Giriş). J.-P. Roux ve P. N. Boratav, La divination chez les Turcs [Türklerde Kahinlik], La divination, cilt 2, Paris 1968, s. 296

Yarlık. Uygurlar döneminde yarlık sözcüğünün Budist etkisi altında fevkalade önem kazanmasından etkilenen ilk çevirmenler, bu sözcüğü merhamet , acıma veya benzeri ifadelerle tercüme etmişlerdir. Başlangıçta bu sözcük sadece ferman , buyruk anlamına gelmekteydi. Kâşgarlı Mahmud 11. yüzyılda bu sözcüğü kağanın buyruğu şeklinde aktarırken, bundan üç yüzyıl önce bu sözcük gök tanrının buyruğu, en azından bir kez —»Göğün ve —»Yerin buyruğu anlamına gelmekte ve birlikte zikredilmekteydiler.

Gücün kökenine ilişkin tüm tasarımlar için geçerli olan önemli bir kavramdır. Eski Türkçe metinlerde buyurmak anlamına gelen yarltgka fiil biçiminde yer alır; Tonyukuk Yazıtında üç kez, Köl Tegin ve Bilge Kağan Yazıtlarında dokuz kez ve Yenisey Yazıtlarında, en azından Uybat III Yazıtında geçer. Bazen, yaşam iksiri anlamına gelen —»Kut ve —►Kader anlamına gelen ülüg ile ilintilendirilmektedir. A. von Gabain, Alttürkische Grammatik [Eski Türkçenin Grameri]. J.-P. Roux, Tengri, Rev. Hist. Rel. CL, s. 32-39.

Tören.
—»Kurban ve ölünün gömülmesi (-»Ölünün Gömülmesi) vesilesiyle yapılan merasimler hakkında bir dizi bilgiye sahibiz. Bu merasimler gayet şatafatlıydı, ancak onları gerçek anlamda bir tören olarak göremeyiz. Buna karşın, gerçek anlamda tören olarak nitelendirilebilecek merasimler konusunda fazlaca bir bilgiye sahip değiliz. Yalnızca hükümdarın tahta çıkma törenim, bu vesileyle yürütülen başlıca iki ritüeli (—»Kutsal Yağ Sürülerek Tahta Çıkma) bir parça yakından bilmekteyiz. Yabancı yazarlarca ya da hatta Türkçe metinlerde kinaye yoluyla birçok kez törenlerden bahsedilmektedir, ne var ki, bu ifadeleri yorumlamak çok zordur. Yakut, Kırgızların yılda birden fazla bayramı olduğunu, Kazvini, Kırgızların üç bayram kutladığını ya da tekrar Yakut, Kartukların değişik merasimlerde sarılıcı bitki motifli tören elbiseleri giydiğini söylemekte, ancak bizlere verilen bilgi bununla sınırlı. Ancak, bütün törenlerde —»Hayvanların önemli bir rol üstlendiğini söylemek mümkün: —»At Yarışları, aynı şekilde -»Develer arasında yapılan döğüşler belgelerde geçmektedir. Bunlar, Moğolistan’da kayalara çizilmiş resimlerde Suleik tarafından betimlenmektedir. İnsanların eğlencelerine hayvanların katılması, daha sonraki dönemler için de söz konusudur.

Elbette yemeğin büyük bir önemi vardı. Tonyukuk Yazıtında, bu mutluluk şu sözlerle doğrulanmaktadır: Bir taraftan tavşan ve geyik eti yerken ; Irk Bitig’de ise şöyle denmektedir: Sabah ve akşam altın bir tahtta oturuyor ve iyi yemek yiyorum. Galibiyet, birleşme öngören anlaşma, cenaze töreni, düğün gibi bütün büyük vesilelerde ziyafet verilirdi, aralarındaki beraberlik ruhu ise son derece gelişmişti. Ferrand, Relations de voyages [Seyahat Notları], cilt 1, s. 214, 216. Wüstenfeld, Des Abu Dulaf Misar Bericht [Abu Dulaf Misar’ın Raporu], s. 213. Appelgren-Kivalo, Alt-Altaische Kunstdenkmaler [Eski Altay Plastik Sanatları], Helsinki 1931, s. 77 ve 87. Tonyukuk Yazıtı, satır 8. Irk Bitig, paragraf 1.

Tek Boynuz.
Türk dillerinde tek boynuz için özel bir ad mevcut değildir, aksine Çince, Sanskritçe, Arapça, Farsça veya Ti-betçe karşılıkları kullanırlar; bu karşılıkların birçoğu kaynak dilde gergedanı nitelendirmektedir. Paris Ulusal Kütüphanesindeki Oğuzname’de geçen kik sözcüğü, keyik’m (av hayvanı) deforme olmuş bir biçimi olmalıdır. Ne var ki, tek boynuz başlangıçta ister gerçek bir hayvandan türemiş olsun, isterse olmasın, bir fabl hayvanı olmuştur.

Orta Çağ’daki söylensel rolü ise hep önem taşımıştır. Bir Turfan metninde, tek boynuzlu av hayvanının boynuzu gibi bir kimsenin adının yüceltilmesi dileğinde bulunulmaktadır. Bu konuyu İbn Fadlan da betimlemektedir. Oğuz Kağan’ın bir delikanlı olarak katıldığı büyük avda, bu konu büyük önem taşımaktadır. Raporda bu tartışmalı hayvan, sürüleri ve insanları yiyen büyük, vahşi ve kötü yürekli bir hayvan olarak geçmektedir. İbn Fadlan’ın yaptığı betimlemede, bu hayvan farklı hayvan türlerine ait parçaları kendinde toplayan pek korkunç bir yaratıktır: —»Devenin başı, boğamn kuyruk ve toynağı ile katırın vücudu: Görünüşe bakılırsa, bu melez yaratıkların mükemmel bir enkarnasyonu söz konusudur. Bunlara ait birçok betimleme mevcuttur. Şüphesiz bunlar birden fazla hayvan türünün çiftleşmesi sonucu oluşmuş ve bütün bu hayvan türlerinin yaşamına iştirak etmektedirler.

Oğuzname, satır 7-17. Bang ve von Gabain, Türk. Turfan-Texte [Türkçe Turfan Metinleri], SPAW, 1929, satır 41-43. İbn-Fadlan, Par. 74. Z. Velidi Togan, s. 76. D. Sinor, Sur les noms altaiques de la licome [Tek Boynuzlu Atın Altay Dilindeki Karşılıkları Üzerine], WZKAM, 56, 1960, s. 168-76. Ettinghausen, The Unicom [Tek Boynuzlu At], Freer Gallery of Art. Occasional papers, I, 3, Washington 1950. Bang ve Rachmati, Die Leğende von Oghuz Kağan [Oğuz Kağan Destanı], SPAW 1932, s. 706.

Tapınaklar.
Eski Türklerde daha çok doğal tapınaklar bilinmekteydi. Bunları ise, —»Nehrin kaynağı veya —»Dağın zirvesi gibi kutsal yerlerden ayırt etmek genelde mümkün değildi. Ne var ki bunlar, bazen de, örneğin oyuklarda olduğu gibi bir tapınağın bazı özelliklerini taşıyordu. Uzunca bir süre, göçebeliğin kült mekanlarının inşasını engellediğine inanıldı. Fakat Orta Asya’daki Türklerin tamamının göçer olmadığı ya da sadece göçer olmadığı ve tanrılara ait resimleri veya ayinler için gerekli çadırları naklettikleri bir yana bırakılırsa (ki bunu ancak sonraları açık bir şekilde görmekteyiz), bazı durumlarda gerçek tapınaklar inşa ettikleri görülmektedir.

Ancak biz bunları henüz doğru şekilde yerli yerine koyamamaktayız. Birçok yazar kesin bir kanıt sunmadan, bunlann dünya üzerinde yaygın olan bu ya da şu dine hizmet ettiğine inamrdı. Oğuzlardaki bir ibadethaneden söz eden Kazvini’nin bir çalışmasını okuyan Dunlop buna örnektir: O, bu ibadethanenin içinde bir sinagog görmüş.

Yakut’un Kırgızlarda ve Karluklarda, bazen ibadethane olarak adlandırılan bazı tapınaklara işaret ettiğini göz önünde bulundurursak, bu durum daha fazla kuşku uyandırmaktadır. Bu ibadethanelerdeki duvarların, önceki kralların resimleriyle süslü olduğunu belirtmektedir. Mezar ise mutlaka bir tür ölüler tapınağıydı. —»Mağara; Ölünün Gömülmesi; Kurban. Wüstenfeld, II, s. 395 (Kazvini). Dunlop, The Jeuıish Khazars [Musevi Hazarlar], Princeton N. J. 1954, s. 261. Ferrand, Relation de voyages [Seyahat Notları], 2 cilt, Paris 1913-14 (Yakut 1. cilt, s. 213-215).

Tamga.
Esasen soyut bir simge olup, Türk boylarınca bir şeyi nitelendirmek için kullanılmıştır. Çoğu kez, bir mülkün işaretlenmesi amacıyla imza, mezar kitabesi olarak ya da kamp yerini işaretlemek amacıyla yere çıkarılan bir kalıp olarak vb. kullanılmıştır.

Orhon ya da Yenisey’deki eski Türklere ait mezar taşlarında bu şekilde birçok işaret bulunmaktadır. Bu işaretler genelde münferit olarak —»Taşlarda yer almaktadır. Raşid-ad-Din Fadlallah ve aynı şekilde Kâşgarlı Mah-mud yirmidört Oğuz boyunun tamgalannı sıralamaktadır1). Ne var ki, sundukları tanıtlar birbirinden farklılık göstermektedir. Bu durum bize, eğer bir yanılgı söz konusu de ğilse, her zaman çok dayanıklı oldukları kabul edilen tamgalann birkaç yüz yıl içinde geliştirilmiş olmaları gerektiğini düşündürüyor.

Tamgcınm kutsanmış karakteri, onun boy ile olan bağının ve belki de onun —»Ongun ile olan bağının bir sonucudur. Ongun, boyun özel ilişkiler kurduğu hayvan veya varlıktır (bu bir bitki olabildiği gibi, astrolojik türde de olabilir). Vernadsky, Note on the origin of the word tamga [Tamga Sözcüğünün Kökeni Üzerine Not], Journ. Amere. Orient. Soc., Baltimore LXXVI, 1956, s. 188. Tryjarski, The tamgas of the Turkic tribes frorn Bulgaria [Bulgaristan’daki Türk Ka-vimlerinin Tamgaları], Ural-alt. Jahrbücher, 47, 1975, s. 189, 200.

Ruh.
insanda bedensel olmayan, onun asıl özü, nefesi, tini, vücut öldükten sonra bireyden artakalan ve yaşayan şeyi nitelendiren çok sayıdaki Türkçe sözcük, ve diğer taraftan bu sayılan şeylerin değişik mekânlarda aynı anda var olması, ki bu her yerdelik değildir, ve nihayet karşılaştırılabilir çağdaş belgeler, Türklerin, birden fazla ruha sahip olduklarının bilincinde olduklarına işaret ediyor görünmektedir.

Eğer daha yeni kaynaklara veya görünürde koşut Moğol olgularına dayanmayacaksak, bu durumda maalesef ruh ya da ruhlar kavramının çok belirsiz olduğunu itiraf etmek zorundayız. Çoğu kez değişik tercümelere dayanan değişik sözcüklerin incelenmesi dahi, arzu edilen açıklığa ulaşamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. En fazla, kötü bir cin olduğu kabul edilen —»Yek, tesadüf eseri gezgin bir ruh olmuş olabilir. Daha ziyade Türkler tarafından sıkça kullanılan değişik sözcükler arasında tin, öz, üziit, yula yer almaktadır. Abacı ve elkin ya da yelkin kavramlarıyla ise, kelimenin dar anlamıyla cinler ve hayaletler anlatılmakta, fakat Türklerin bu kavramlarla ne kastettiklerini biraz daha açık bir biçimde belirtmek gerekir.

Tin, Kâşgarlı Mahmud tarafından nefes , nefes almak olarak tercüme edilmektedir (örneğin: soluğu tümüyle kesilmek). Kâşgarlı Mahmud’a ait bu tercüme, Kıpçak sözlüklerinde ndzların anlamının belirsiz olmasına veya Codex Cumanicus’da yer alan anima spiritualis” veya spiritus sanctus a rağmen, en güvenilir olandır. Daha sonra meydana gelen anlam değişmelerine rağmen, tin’in ruhu nefes olarak nitelendirdiğini (Moğolca’daki az çok kesin karşılığı amin’dir) ve ölüm anında vücudu terk ettiğini ihtiyatla kabul edebiliriz.

Öz, nefis , vücut , yaşam , kişi anlamına gelmektedir. Her ne kadar kişinin nefsi ifadesinin anlamı Codex Cumanicus’da teyit ediliyorsa da, Kâşgarlı Mahmud bu sözcüğü nefis in dışında, ayrıca ruh, kalp ve yine nefes olarak tercüme ederek, biraz farklı çeşitlemeler sunmaktadır. Uygurca bir metinde, öz konuğun vücut içinde yaptığı gezintiler ele alınmaktadır: Onun, bulunduğu yeri her gün değiştirdiğini görmekteyiz; bir bakmışız gözlerde, bir bakmışız kulaklarda, göğüste, kollarda, uyluklarda vb. Üzüt (veya özüt) öz’den türetilmiş olabilir.

Gerçi von Gabain, bu sözcüğün genel anlamının ruh, tin olduğunu belirtiyorsa da, sözcük Orta Çağ’a ait sözlüklerde merhum kişiyi, ölüyü nitelendirmektedir. Bu sözcük çok erken dönemlerde, gezgin birer ölü oldukları düşünülen kötü cinleri nitelendirmek için kullanılırdı. Uygurca Turfan Metinlerinde belirtildiğine göre, ölümün ardından vaktiyle içinde yaşamış oldukları eve geri dönenler, ölülerin ruhlarıdır . Nihayet, alev , meşale anlamına gelen ve Kâşgarlı Mahmud tarafından alıntılanan yuh sözcüğü, oldukça belirsiz bir şekilde ruhu çağrıştırmaktadır. Her ne kadar kesin olarak kamtlanmadıysa da, yaşam gücü , Viatikum anlamına gelen —» Kutun, vaktiyle —»Gökten gelmiş ve ölümün ardından tekrar oraya geri dönen bir ruh olduğu akla yalan geliyor.

Ruhların ölümden sonraki akıbeti —» ahiret maddesi altında ele alındığından, burada ruhların ölümsüz olduğunu saptamakla yetinebiliriz. Buna ne zaman inanıldığını kestirmek zor olsa da, işin tuhaf yam ruhlar, gökte yaşayan kuşun şekline girmiş olarak enkamasyonlanyla birlikte yaşıyorlardı. Belli ruhların ya da belli bir ruhun —»Hayvan şekline girdiği, onun öldüğü anlamına gelen o akbaba oluyor ifadesiyle ve cennetin varlığı ile ölünün yaşamaya devam ettiğine olan inançla açık seçik bir şekilde kanıtlanmaktadır. Ruhların —»Kan ile olan bağları, hükümdarların ve hayvanların kanlarım dökme yasağı ile vurgulanmaktadır. —»Kemikler ve iskelet ile olan bağları ise, ölü gömme ritüelleri, kafatası kültü ve kemik iskeletinin muhafaza edilmesiyle vurgulanmaktadır. Her şeye rağmen, ruhlar anlaşılmaz bir şekilde plasenta (— gt; Umay) ile bağlantılıdır. Yukarıda belirtilen simgelerin her birinin (ve daha başkalarımn da) belli bir ruhla ilgisi olduğuna neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Öte yandan ruhun kendisi ise, değişik organlara bağımlıdır. Ruhların akıbetinin her zaman aynı olmadığını da var sayabiliriz; bunun nedeni ahlâkî bir değerlendirme değil, aksine ruhlar arasındaki doğal farklılıklardır

Ötüken.
Bugünkü Moğolistan’da Orhon —»Nehri yakınlarındaki —»Dağ. Yeri tartışmalıdır, ancak Hangai dağlarında yer aldığı kesindir (A. v. Gabain). Ötüken adı seçmek , tercih etmek anlamına gelen Uygurca ötü- sözcüğüyle ilintilendirilmiş ve Radloff tarafından sevilen dağ ormanı olarak tercüme edilmiştir. Thomsen sert , sivri anlamına gelen ütkin/ötkin sözcüklerinin etimolojisini irdelemiş, Bang ise ötü ve kan’ı ayırmayı tercih etmiştir. Kendisi, sözcüğün ikinci kısmında o ünlü hükümdar sıfatını görmektedir, ancak bu varsayım şüphelidir. Büyük ihtimalle bu sözcük dua , öğüt oy anlamına gelen öf sözcüğünden gelmektedir. Bulunduğu yer, Orhon Yazıtlarında Ötüken’in ormanlık dağı olarak nitelendirilmekte ve tıpkı —»Yer ve —»Su gibi kutsanmış diye adlandırılmaktadır. Görünen o ki, Ötüken kelimenin tam anlamıyla en stratejik yerdir, imparatorluğun kalbidir: Metinlerde, Devleti bir arada tutan yer, [her zaman] Ötüken Ormanı olmuştur diye geçer. Ötüken, hiç de küçümsenmeyecek dinsel bir öneme sahipti ve T’u-küe hükümdarlığının sonunu da görmüştür. Çin yıllıklarında ve Şine Usu yazıtında, Ötükenden birçok kez bahsedilmektedir. Ayrıca Kâşgarlı Mahmud’un sözlüğünde yer almaktadır, şüphesiz Moğollardaki yer tanrıçası Etiigen ya da îtügen’den (Pelliot) türemiştir. Pelliot’un iddia ettiği üzere, Ötüken’in daha T’u-küelerde yer tanrıçası olduğu görüşü son derece şüphelidir. Başka dağların da kutsanmış kabul edildiği Uygur döneminde ancak, Ötüken bu daha genel anlamı kazanmıştır. Paul Pelliot’un bahsettiği ve henüz yayımlanmamış olan Uygurca bir el yazmasında, Otken biçiminde, yer tanrıçası ile kutsal ana vatanın kişileştirilmesi olarak yer alır. 8. yüzyılda ise sadece kutsal bir dağdır. Bu dağ çok yücedir, ancak hiçbir zaman yer ile topluca karıştırılmaz. Ötüken Uygurlar’a devredilmiş olup, onların başarısını temin eder. Daha önceleri buraya Tonyukuklar yerleşmiş ve onların buyruğuna girmek için tüm halklar gelmiştir .

Çin yıllıkları, You-Tou-Kin’e (Ötüken) dörtyüz li uzaklıkta bulunan bir başka dağdan bahseder ve onu haklı veya haksız yere, bir yer tanrısı olarak görürler. A. von Gabain, Alttürkische Grammatik [Eski Türkçenin Grameri], Leipzig 1941. Radloff, Die altaischen Inschriften [Altay Yazıtları], s. 100. Thomsen

Alttürkische Inschriften [Eski Türk Yazıtları], s. 123. Chavannes, Documents [Belgeler], s. 98, 120. Pelliot, Le mont Ötükan chez les anciens Turcs [Eski Türklerde Ötüken Dağı], T’oung Pao, 1929, 4-5, s. 212-19. J.-P. Roux, Religion des Turcs de l’Orkhon [Orhon Türklerinin Dini], RHR, 1962, 2, 437, s. 200. R. Giraud, Les Regnes [Hükümdarlıklar], s. 105-07. Vladimirov, Bericht der Akademie der Wissenschaften der UdSSR [SSCB Bilimler Akademisi Raporu], Moskau-Leningrad 1929, s. 133-35.

Öd Tengri. Zaman tanrısı. İlk döneme ait Türk yazıtlarını ilk okuyanlar, Öd Tengriyi bilmiyorlardı. Dolayısıyla içinde geçtiği en eski yazıtı çevirirken, Tengri zamanın sahibidir diye aktarmışlardır.

Ayrıca Minusinsk ve Altın Köl’deki metinlerde de karşımıza çıkmaktadır. Orhon Yazıtında şöyle der: Zaman tanrısı karar verir, tüm insan oğulları ölümcül olarak dünyaya gelmiştir. Kâşgarlı Mahmud, neredeyse aynı tümceyi ele alırken, zamanı artık tanrısallaştırmaz ve şu saptamayla yetinir: İnsan hiç fark etmeden zaman (öd) geçer gider; insanoğlu ölümsüz değildir. Bu tanrı hakkında başkaca bir bilgi mevcut değildir. Kâşgarlı Mahmud, I, s. 44. A. von Gabain, Inhalt urıd magis-che Bedeutung der Alttürkischen Inschriften [Eski Türk Yazıtlarının İçerik ve Gizemli Anlamı], Anthropos 48, 1953. J.-P. Roux, Tengri, Rev. Hist. des Religions, CXLIX, s. 76.

Oğuz Kağan. Büyük Oğuz Boyunun kurucusu olan ve ona adını veren kahraman. Oğuzlar Doğu Türklerine mensuptur ve bu arada Selçuklu ile Osmanlı Hanedanlıklarının kurucularıdırlar. Oldukça yeni aktarımlara göre, Oğuz Kağan Yafes’in oğlu olan Türk’ün soyundan gelmektedir.

Doğaüstü kadınlarla yapmış olduğu iki evliliğinden altı çocuğu olur: —»Kün (güneş), —»Ay, —»Yıldız, —»Kök, —»Dağ ve Deniz. Bunlar altı kolu oluşturur ve bunlardan da yine yirmidört Oğuz boyu doğar. Her ne kadar adı collostrum olarak yorumlandıysa da (halka özgü etimolojiye göre, annesinin yalmzca ilk sütünü içmek istemiş), kendisi genç bir boğa beyidir. Ne var ki, o farklı hayvanların karakteristik özelliklerini taşımaktadır: bir boğanın ayakları, bir —»Kurdun sağrısı, bir samurun omuzları, bir ayının göğsü, ve tüm vücudu kıllarla kaplıdır.

Dolayısıyla o erdişi bir yaratıkür, belki de farklı ataların bir ongun resmidir. Oğuzname için bkz. kaynaklar. Abu- ‘l-Gazi Bahadur Han, Şecere-i Türk (Desmaisons, Histoire des Mongols et des Tar-tares, St. Petersburg 1871 ve 1874). Şecere-i Terakime (Kono-nov, Rodoslovnaja Türkmen Sotcinenije Abul Ghazi, Mos-kau-Leningrad 1958). Raşid-ad-Din Fadlallah, Radloff, Das Kudatku Bilig [Kutadgu Bilig], cilt 1, s. 15. D. Sinor, Sur la leğende de l’Oguz Qagan [Oğuz Kağan Efsanesi Üzerine], Bericht des 11. Orientalistenkongresses, Paris 1948, s. 175. L. Bazin, Notes sur les mots Oghuz et Türk [Oğuz ve Türk Sözcükleri Üzerine Notlar], Oriens, VI, 1953, s. 315-22.

Ceset mezarın içine her türlü konumda yerleştirilebilirdi. Eğer mezarın yeri gizli tutulacaksa, bu durumda mezarın yapımında çalışmış olanlar öldürülebilirdi. Çoğu kez, ölüye hizmet etmeleri için dul kalmış olan eşleri, metresleri, köleler ya da tutsaklar da öldürülürdü. Ne var ki ölünün dul kalan eşinin genellikle canı bağışlanır ve oğluna emanet edilirdi. Oğlu ise, onun yasal sahibi olan babasının yerine, ömrünün sonuna kadar ona sahip çıkmak amacıyla annesiyle evlenmek zorundaydı. Ancak Doğuya ve Batıya ilişkin çok sayıda kaynaktan öğrendiğimiz üzere (el-Bakri, Makdisî, Joinville vd.), insan kurban etme geleneği yakın dönemlere kadar yaygındı. Ayrıca hayvanlar da kurban edilirdi, özellikle -Atlar ve söylendiği üzere bu bazen de ölünün en iyi atı olabiliyordu. Değişik eşyalar yakılıyor ya da gömülüyordu ve bazen de kırılıyordu, çünkü öteki dünyada nasıl olsa her şey karışıktı: silahlar, aletler, heyetlerin beraberinde getirdikleri sayısız hediyeler. Yazıtlarda yer aldığı üzere onbin adet ipek, çok büyük miktarlarda altın ve gümüş, ayrıca parfüm .
Türkler hakkında mevcut en eski belge, Bugut Yazıtıdır. Bu yazıtın dili Soğdca olup, Selenga Irmağının kollarından birinin yakınında 1955 yılında bulunur ve 1968 yılında yayımlanır. Yazıt 581 yılından hemen sonra yazılmıştır. Yazıtta, büyük dinlerin etkisi kendini göstermektedir, ancak genelde Türk-pagan düşünceler yansıtılmaktadır. Doğu Türklerinden, Orhon Vadisinde Orhon Yazıtları olarak bilinen üç büyük yazıt kalmıştır. Bunlar, Kültigin (ya da Köl Tegin), Bilge Kağan ve Tonyukuk’a ait mezarların üstünde yer almaktadır. Birincisi 732, ikincisi 735 ve üçüncüsü ise 725 yılından hemen öncesine aittir.
Avcı ne kadar hile bilse, ayı o kadar yol bilir.
Çin yıllıkları T’u-küeler ve T’o-paların, doğu kaynakları ise Hazarların, tahta çıkarken hükümdarlarını bir keçenin üzerine oturtarak, havaya kaldırıp, bir daire şeklinde dolaştırdıklarından bahseder.
Daha sonra sıkıca boğazını sıkarlar ve tam boğulacağı sırada, kendisinden hükümdarlık edeceği süreyi tahmin etmesini rica ederler
Boğma taklidi, kanını dökmeden gerçek bir hükümdarın nasıl öldürüldüğünü anımsatır.
Şu halde tahta çıkmak sıradan bir yaşamın ölümüdür ve bunu hükümdarlık yaşamı için bir diriliş takip eder.
Bir keçenin üzerine oturtarak havaya kaldırmak suretiyle, onu göğe (Tengri) sunarlar (kral ise gücünü buradan almaktadır).
Theophylaktos Simokatta tarafından aktarılan en eski belgelerden biri, 6. yüzyılda batıdaki T’u-küeler hakkındadır. Theophylaktos, T’u-küelerin dinlerine ayırdığı o kısa bölümde şöyle yazar:
Türkler ateşe fevkalade büyük saygı gösterirler[ ], fakat sadece gök ve yerin yaratıcısına dua ederler ve onu tanrı diye adlandırırlar.
Kesin yorumlanamayan bir Türkçe ismin Çince çevriyazısı.
Çin yıllıklarına göre, T’u-küelerin kurucusu olan bu ismin sahibi, bir dişi kurttan doğmuş ve doğaüstü yetenekler ile sihirli güçlere sahiptir. Kendisi iki genç kızla evlenmiş, bunlar yaz ve kış tanrılarının kızlarıydı.
Alp Er Tonga adı aşağı yukarı kahraman kaplan insan anlamına gelmektedir, çünkü tonga adı Kâşgarlı Mahmud’a göre bir tür kaplandır. Ancak bu, kar leoparı da olabilir. Orhon yazıtlarında zaten bir Tonga Tigin’den, yani bir kaplan prens ten söz edilmektedir. Bu kişi belki de Alp Er Tonga olabilir. Geçen zaman içinde, bu kişi Afrâsiyâb ile ve daha az sistematik olmakla beraber İran’ı efsanevî kahramanı olan Uygur prensi Buku Han ile özdeştirilmiştir.
Kesin yorumlanamayan bir Türkçe ismin Çince çevriyazısı. Çin yıllıklarına göre, T’u-küelerin kurucusu olan bu ismin sahibi, bir dişi kurttan doğmuş ve doğaüstü yetenekler ile sihirli güçlere sahiptir. Kendisi iki genç kızla evlenmiş, bunlar yaz ve kış Tanrılarının kızlarıydı.
Her ne kadar Türkler büyük avcı ve savaşçı olarak sıkça kan akıtmışlarsa da, gerektiğinde büyük şahsiyetleri, kur­ban hayvanlarını ya da avlarını kan akıtmadan öldürmeye çok dikkat ettiklerini görmekteyiz. Örneğin bir yayın kiri­şiyle veya ilmikle boğmak, boğazlamak, vurarak öldür­mek, taşlamak, bir damarını kesmek, kalbini söküp çıkar­mak veya üstünde tepinerek öldürmek. Bütün bu karma­şık yöntemler sonucunda kan vücudun içinde kalır ve tek bir damla kan bile akmaz.
En eski Çin kaynakları, bize Doğu Türklerinin kurban sunmak üzere her yıl atalarının mağara mezarlarını ziyaret etmek gibi bir geleneğe sahip olduklarını aktarırlar
ayrıca insanüstü güçlere de inanmakta, hayvanlara ilgi duymakta ve şüphesiz totemizme meyletmekteydiler
Aynı dönemlerde, bir başka küçük Türk topluluğu, daha doğrusu henüz Slavlaştırılmamış Bulgarlar da Volga Irmağı yakınlarına yerleşir.
Bu süre boyunca Dokuz Oğuzlar yavaş yavaş batıya doğru göç ederler. Daha sonra Oğuzlar adı altında tanınacak ve içinden Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarının çıkacağı halk ya da boylar birliği muhtemelen bunlar olsa gerek..
Hiung-nulardan kalan ve bugüne kadar, şüphesiz kökü daha eskilere dayandığı düşünülen tek sözcük, gök tanrımn adı olan Tengri’dir..
yat..Ibn-Haldun, Türklerin ülkesinde bulutlara büyü yapıp diledikleri bölgenin üstüne yağmur olarak yağdırabilen kişilerin var olduğunu işitmiştir.
Yağmur taşının her yerde yaygınlaşmasının ardından, Kazvini bunun Türklerin bir buluşu olduğunu belirtir
Elbette yemeğin büyük bir önemi vardı. Tonyukuk Yazıtında, bu mutluluk şu sözlerle doğrulanmaktadır: Bir taraftan tavşan ve geyik eti yerken ;
Irk Bitig’de ise şöyle denmektedir: Sabah ve akşam altın bir tahtta oturuyor ve iyi yemek yiyorum. Galibiyet, birleşme öngören anlaşma, cenaze töreni, düğün gibi bütün büyük vesilelerde ziyafet verilirdi, aralarındaki beraberlik ruhu ise son derece gelişmişti
Ben ki, Tengriye benzerim, Tengriden geldim diyen Bilge Kağan, bir başka yerde ise Ben ki, Tengriye benzerim, Tengri tarafından görevlendirildim der
Tanınanlar zaman tanrısı (Öd tengri), —»Yer tanrıçası, tanrıça Umay, ana kucağı tanrıçası, kutsal veya tanrısal gök cisimleri, —»Güneş (Kün), —»Ay, güçlü bir savaşçı olarak görülen —»Venüs (Erklik), ve belki de —»Ülker, yedi yıldızdan oluşan takım. Kutsal güçler de yine aynı şekilde barizdir: yer-sub (yer ve su) beraberliği, —»Pınarlar, özellikle Tamir Nehrinin kaynağı, şüphesiz — gt; Nehirler ve —»Öfüfen’deki ormanlarla kaplı dağ. Daha sonraları başka şahsiyetler de ortaya çıkar, örneğin bir yol tanrısı (yol tengri), belki de bir hayvan tanrısı ve muhtemelen daha başkaları
Al-Mada’ini ve aynı şekilde Ku-tadgu Bilig, erdemleri belli hayvanlar aracılığıyla kişileştir-mektedir. Bunlardan ilki, horuzun cesur, tilkinin kurnaz, turnanın temkinli, karganm dikkatli vs. olduğunu belirtir. Diğeri ise, gücü kurtta, cesareti ayıda, temizliği saksağanda, temkinli olmayı baykuşta gördüğünü belirtir
Ruhların akıbetinin her zaman aynı olmadığını da var sayabiliriz; bunun nedeni ahlâkî bir değerlendirme değil, aksine ruhlar arasındaki doğal farklılıklardır
Oğuz Kağan Yafes’in oğlu olan Türk’ün soyundan gelmektedir. Doğaüstü kadınlarla yapmış olduğu iki evliliğinden altı çocuğu olur: —»Kün (güneş), —»Ay, —»Yıldız, —»Kök, —»Dağ ve Deniz. Bunlar altı kolu oluşturur ve bunlardan da yine yirmidört Oğuz boyu doğar. Her ne kadar adı collostrum olarak yorumlandıysa da (halka özgü etimolojiye göre, annesinin yalmzca ilk sütünü içmek istemiş), kendisi genç bir boğa beyidir. Ne var ki, o farklı hayvanların karakteristik özelliklerini taşımaktadır: bir boğanın ayakları, bir —»Kurdun sağrısı, bir samurun omuzları, bir ayının göğsü, ve tüm vücudu kıllarla kaplıdır. Dolayısıyla o erdişi bir yaratıktır
Mutlaka bununla ilintilendirilmesi gereken, söğüt ağacından yapılmış küçük ok ve çubukların atılması bir falcılık tekniğiydi. Türklerden önce bile var olan bu tekniğe İskitler ve Hunlar da işaret etmişlerdir. Bu tekniklere, eski Türkle-rin karakteristik özelliği (G. Nagy) olarak bakılmıştır, ancak Haçlı Seferleri sırasında bile kullanılmıştır. Michael der Syrer, Türklerin üç kola ayrıldıktan sonra, havaya üç çubuk atarak kaderlerini sorguladıklarım anlatır: Çubuklardan biri güneye düşer ve öncü birliği Hindistan’a yönelir. Diğerleri de aynı şekilde, Türk yayılmacılığının ana yönlerini belirlerler. Aynı yazar bir başka vesileyle, Türklerin yetmiş beyinin yere bir daire çizdiğini ve her birinin bu dairenin etrafında elinde bir çubukla dizildiğini anlatır. Elindeki çubuk dairenin içine düşecek olanların kral seçileceği konusunda kendi aralarında anlaşüktan sonra, ellerindeki çubukları havaya atarlar
falcılık metinlerinin en ilginci, şüphesiz 10. yüzyılın ikinci yarısına ait, Run alfabesi ile yazılmış ve adına Alâmet Kitabı anlamında İrk Bitig demlen metindir. Bu, 65 kısa metin parçacığının biraraya getirilmesinden ibaret olup, her bir metin parçasını olumlu ya da olumsuz bir sonuç izlemektedir.
Önce zar atılır, sonra kitaba bakılırdı; zarda çıkan sayılar hangi sayfaya bakılması gerektiğine işaret ederdi. Zar atarak belirlenen öyküyü muhtemelen bir uzman yorumluyordu
Çin yıllıkları T’u-küeler ve T’o-paların, doğu kaynakları ise Hazarların, tahta çıkarken hükümdarların bir keçenin üzerine oturtarak, havaya kaldırıp, bir daire şeklinde dolaştırdıklarından bahseder. Daha sonra sıkıca boğazını sıkarlar ve tam boğulacağı sırada, kendisinden hükümdarlık edeceği süreyi tahmin etmesini rica ederler
Temel düşünce çok basittir: Her nesne, her mekan içinde sadece bir töz, bir varlık, bir ruh barındırmakla kalmıyor, ayrıca değişik zamanlarda değişik biçimlerde tasarlanmış daha üst bir güce de bağlı oluyor.
îdhik (izik veya ajan) diye adlandırılansa işte bu ruhlar ve güçlerdir. Bunlar mekanların ve nesnelerin asıl sahipleredir. Elbette bunların varlığı, var olan her şeye karşı insanın belli davranış biçimleri göstermesini şart koşar. Ritü-ellerin çoğunu, alınması gereken önlemleri ve yasakları motive eder
hayvanlar hiçbir zaman —»Tanrı olarak görülmez. Fakat genelde insandan daha yükek bir konumda yer alır. Çünkü insan, hayvanlara özgü yeteneklerin mükemmeliyetini (uçmak, yüzmek, sezme duygusu) ve dolayısıyla hayvanın üstünlüğünü bilir.
Hayvanların sahip oldukları bu güçten faydalanmaya çalışmaktadır
Kâşgarlı Mahmud, Barak maddesi altında şunları yazar:
Fazlasıyla tüylü bir köpek. Türk inancına göre, kartal (?) yaşlandığında iki yumurta yumurtlar ve kuluçkaya yatar. Yumurtaların birinden av köpeklerinin en hızlısı ve en iyisi olan Barak, diğerinden ise yavrularının sonuncusu olan küçük bir kartal çıkar. İslam inancında Barak, Hz. Muhammed’in göğe yükselirken üzerine bindiği hayvan olan Burak ile özdeş görülmektedir
Mısır’da çok sonradan kaydedilen Kıpçak kökenli bir rivayete göre, ilk insanın adı Ay Atam Ay Baba idi. Onun, güneşin ısıttığı kilden yaratıldığı söylenir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir