İçeriğe geç

Kürt Sorunu Kitap Alıntıları – Altan Tan

Altan Tan kitaplarından Kürt Sorunu kitap alıntıları sizlerle…

Kürt Sorunu Kitap Alıntıları

Ulusçuluk, ulusalcılık, milliyetçilik, laiklik ve laikçilik gibi, İslam dünyasının yabancısı olduğu kavramlar, sistemler ve uygulamalar ciddi bir analize tabi tutulmadan da Kürt sorununu çözmek mümkün değildir.
Ez ji xew rabûm, gulfiroşek dî,
Pir gelek şa bûm, gul bi dil didî.
Cegerxwîn
Melalar, Kürt toplumunun Aydınlarıdır.Modern dönemden önce bugünkü gibi okulların olmadığı dönemlerde tüm eğitim medreselerde yapılıyordu.Mela ilmî temsil eder.Gücünü bir aşiretten,aileden bey ve ağadan değil bizzatihi temsilcisi olduğu dinden alır.
Türkiye’nin en eski camii, 639 yılında tarihi Mar-Toma klisesi’nden çevrilen Diyarbakır ulu camiidir.
Kürtçenin en fazla konuşulduğu iller; Hakkâri(Colemêrg) %88, Van(Wan) %76,6, Diyarbakır(Amed) %72,6, Mardin(Mêrdîn) %66,4, Muş(Mûş) %64, Bitlis(Bedlîs) %62,4, Ağrı(Agırî) %60, Bingöl(Çewlig) %56,5 ve Elazığ(Xarpet) %52,9 şeklindedir.
Hint-Avrupa dil grubundan olan Kürtçe; Farsça, Peştuca ve Beluccie ile birlikte Hint-Avrupa dillerinin İran dilleri şubesine dahildir. Eklemli bir dil olan Türkçe ve Sami dillerinden olan Arapça ile hiçbir akrabalığı yoktur. Kürtçeye en yakın dil, Farsçadır. Kürtçe ile Farsça arasındaki yakın ilişki Almanca ile Danimarkaca arasındaki ilişki gibidir.
1948’de İsrail kurulduğunda İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke Türkiye Cumhuriyetidir
Halen en sorunlu durumda bulunan Kürtler, Suriye’de yaşayanlardır
Türkiye’de çok uzun yıllar etkili olan ve başını Alparslan Türkeş’in çektiği Milliyetçi Hareket Partisi’nin resmi görüşüne göre Kürtler, Türklerin bir boydur ve Kürt diye Türklerden ayrı bir halk veya millet de yoktur. Sarp dağlarda, şehir merkezlerinden uzakta yaşayan bazı Türk boyları zaman içinde farklılaşmış ve dillerine karışan bir takım Farsça ve Arapça kelimelerin de etkisi ile kendilerini Kürt diye farklı bir isimle adlandırmaya başlamışlardır.
Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nin 33 No’lu koğuşu ‘cehennem’in yeryüzündeki adıydı.
Kürt sol kitleleri 1975’ten sonra CHP ile yollarını ayırmaya başladı. Ecevit’in Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nda toplanan ve ‘halklara özgürlük’ diye slogan atan onbinlere karşı ‘Türkiye’ de halklar yok, halk var’ cevabı CHP’nin bölgedeki sonunun başlangıcı oldu.
1959’daki 49’lar Olayı ile ortaya çıkan Kürt siyaseti içindeki sağ sol ayrımı 1960 İhtilali’nden sonra daha da belirginleşti ve denge sol-sosyalist anlayış lehine gelişti.
Demokrat Parti kuruluşundan çok kısa bir müddet sonra girdiği 21 Temmuz 1946 seçimlerinde büyük bir başarı kazandı. Celal bayar’a illerden gelen bilgilere göre Demokrat Parti 279 CHP ise 186 milletvekili kazanmış görünüyordu, ancak resmi açıklama farklı oldu: CHP’nin 395 Demokrat Parti’nin ise 66 milletvekili çıkardığı ilan edildi. ‘Gizli oy, açık tasnif’ yerine birçok yerde dünyada benzeri az görülür bir şekilde ‘açık oy, gizli tasnif’ sistemi uygulandı.
İran Kürtleri 22 Ocak 1946 günü Mahabad şehrinde özerkliklerini ilan ettiler.
İslam karşıtı uygulamaların devam ettiği (2.Dünya Savaşı sonrası) dönemin en ilginç olayı, günümüzde adı Fenerbahçe Stadı’na verilmiş bulunan Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır genelgesinin gazetelere gönderilmesidir.
2.Dünya Savaşı dönemindeki en önemli olay 1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde meydana gelen ve siyasi tarihe ‘Mustafa Muğlalı Olayı’ olarak geçen, 33 Kürt köylünün öldürülmesidir
Evlad-ı Kerbelayıh, bi hatayıh, ayıptır, zulümdür, cinayettir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İstiklal Mahkemeleri’nde ne kadar baba oğul mahkum varsa, evvela babanın önünde oğlu asılır, sonra baba asılırdı.
Süryaniler Hristiyanlığı ilk kabul eden kavimlerden olup, Hristiyan Aramilerdir. Patrikleri Antakya Ortodoks Patriği unvanını kullanır
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Nesturiler, Türkiye, İran ve Irak sınırlarının kesiştiği bölgede yoğunluklu olarak da Hakkari dağlarında yaşıyorlardı. Diğer Hristiyan mezheplerden farkları Hz İsa’yı Allah’ın oğlu olarak değil, tanrısal özellikler taşıyan bir insan ve peygamber olarak kabul etmeleridir
Sultan Abdülhamid’in bu dönemdeki en önemli uygulamalarından biri de 1892 yılında İstanbul’da açtığı, sonradan Kabataş Erkek Lisesi adını alacak olan Aşiret Mektebi’dir. İstanbul’daki Aşiret Mektebi için Kürt, Arap ve Arnavut soyluların, aşiret reislerinin çocukları seçildi. Bu okulda din bilgilerinin yanı sıra askerlik sanatı da öğretiliyor, burayı bitirenler harp akademisine gönderiliyordu. Böylece hem söz konusu reislerin gönlü hoş ediliyor, hem de bu gençler Sultan’ın elinde Kürt beylerini ve aşiret reislerini itaate zorlamak için bir tür rehin olarak tutuluyorlardı
Şehirli eşraf Kürt aileleri içinde son iki yüzyılın en etkili ve iz bırakan ailesi Diyarbekirli Cemilpaşa ailesidir.
Türkiye’nin en eski camii, 639 yılında tarihi Mar-Toma Kilisesi`nden çevrilen Diyarbakır Ulu Cami’dir
Hint-Avrupa dil grubundan olan Kürtçe; Farsça, Peştuca, ve Beluccie ile birlikte Hint-Avrupa dillerinin İran dilleri şubesine dahildir. Eklemli bir dil olan Türkçe ve Sami dillerinden olan Arapça ile hiçbir akrabalığı yoktur.
Kürtçeye en yakın dil Farsçadır. Kürtçe ile Farsça arasındaki yakın ilişki Almanca ile Danimarkaca arasındaki ilişki gibidir.
Ermenistan Kürtlerinin büyük çoğunluğu Yezididir. Stalin döneminde Müslüman Kürtlerin büyük bir kısmı Azerbaycan ve Kazakistan’a sürgün edilmiş, Yezidi Kürtlere ise karışılmamıştır.
Suriye’de Kürtler’in yoğun olarak yaşadıkları kesim, merkezi Mardin’in Nusaybin ilçesine bitişik Kamışlı ilçesi olan ELCEZİRE diye adlandırılan Kuzeydoğu Suriye’dir.
1924’le birlikte Cumhuriyet, Kürtleri mevcut, ancak kolektif kültürel hakları tanınamaz bir kavim olarak algılıyordu. Kürtler hukuki ve siyasi özneler olarak artık Kürt değildiler. Ülkenin öteki yurttaşları gibi hukuken Türk olmuşlardı.
Yan birati, yan koleti
Ya kardeşlik, ya kölelik
Hilesiz ve kandirmacasiz bir kardeşlik
Ya tam kardeslik ya hep birlikte kölelik
Barış ve kardeşliğin kazanması dileğiyle
Son otuz yılda uç veren, sonuçları itibarıyla Türkiye’nin bütününü yakmasıyla bölgesel bir sorun olmaktan çıkan, ama yine de isimlendirilemeyen, isimlendirilmese de ısırmaya devam ederek varlığını sürdüren bir sorunumuz var. Merkezinde Kürt kimliği olan bu sorun, teşhis ve tedavi edilemeyen ölümcül bir hastalık gibi bütün bir ülkeyi zehirliyor.
Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi olmasaydı PKK bugünkü durumda olmazdı. Olayların halen hayatta olan şahidi Selim Dindar da aynı kanaatte:

Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu soru­nu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyar­bakır Cezaevi’ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların %80’den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vah­şeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. ‘PKK hareketi 1984’te patladı’ derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi’nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.

İmparatorluktaki halklar arasında ayrılıkçı fikirlerden en az etkilenen halk Kürtlerdir. Kürtlerin çok azınlıkta kalan bazı ay­dınları dışında tamamına yakını Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türklerle birlikte olmaktan yana tavır koydu.
Baskı, inkar ve asimilasyon politikaları sonucu büyük bir Kürt nüfusu Kürtçe bilmemektedir. Özellikle Türkiye’ de Kürtlerin yaklaşık % 60’ı siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı Türkiye’nin bahsına göç etmiş bulunmaktadır. Genel bir tahminle Türkiye Kürtlerinin yarıya yakını Kürtçe bilmemekte veya çok az Kürtçe konuşabilmektedir. Şehirleşmeyle birlikte asimilasyon hızlanmaktadır.
Türk toplumunda Osmanlı döneminden kalma şiddetli bir bölünme, parçalanma fobisi mevcuttur. 22 milyon kilometrekare­lik imparatorluk 776 bin kilometrekareye inmiş, dağılan Osmanlı toprakları üzerinde yirmiden fazla devlet kurulmuştur. Bundan dolayıdır ki en küçük bir hak talebi bile bilinçaltındaki ‘bölücülük fobisi’ni tetiklemektedir.
Kürtlerin kökeniyle ilgili diğer bir rivayet de Dehak mitolojisidir. Mitolojiye göre Dehak adında zalim bir hükümdar vardır. Bu zalim hükümdarın omuzlarında iki yılan türer. Bu yılanlara her gün, biri erkek, diğeri kız olmak üzere iki çocuk beyni yedirilir. Bu durum yıllarca böyle sürüp giderken, Dehak’ın bu işlerle ilgili iki vezirinden biri, insancıl olduğu için, kendi nöbetinde yılanlara insan beyni yerine koyun beyni verir ve ölümden kurtardığı çocukları dağlara salıverir. Bu çocukların zamanla ço­ğalarak Kürt soyunu oluşturdukları rivayet edilmektedir. Bu anlatıma göre Kürtler İrani’ dir.
Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı’ndan sonra ordusuyla İstanbul’ a dönerken Amasya’ da konakladı. Savaşta kendisini
destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında Amasya’ da buluşarak tarihi Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması’nı karara bağladı.
İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı; mühürleyip imzaladığı boş fermanları İdris-i Bitlisi’ye vererek istediği şekilde bu boş fermanları doldurabileceğini söyledi. 1520 yılında Yavuz Sultan Selim’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman da bir ferman yayınlayarak aynı siyaseti devam ettirdi.
Bir sorunun çözülebilmesi için öncelikle iyi anlaşılması ve doğru bir şekilde tanımlanması gerekir. Teşhiste anlaşmadan tedaviye geçmek ve başarılı olmak mümkün değildir.
İmparatorluktaki halklar arasında ayrılıkçı fikirlerden en az etkilenen halk Kürtlerdir. Kürtlerin çok azınlıkta kalan bazı ay­dınları dışında tamamına yakını Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türklerle birlikte olmaktan yana tavır koydu.
Bugünkü çağdaş ulusların hiçbiri saf bir aşiretin, ya da soyun ürünü değildir. Tarih boyunca aşiretler, soylar, farklı halklarla karışmış, kaynaşmış ve belli yurtlar üzerinde çağdaş uluslar doğmuştur. Bu durum Kürtler için de böyledir. Bu anlamıyla Kürtler için tek bir ortak atadan söz etmek mümkün değildir.
Kürtçenin en fazla konuşulduğu iller Hakkari %88, Van %76,6, Diyarbakır %72,6, Mardin %66,4, Muş %64, Bitlis %62,4, Ağrı %60, Bingöl %56,5 ve Elazığ %52,9 şeklindedir.
Folklorumuz, yani halk edebiyatı, dünya ölçüsünde ön sıralarda yer alır. Yakın Doğu’da hiçbir ulusun folkloru Kürt folklorunun düzeyine erişemez.
Kürtler, Müslümanlığı Türklerden 200
yıl önce kabul ettiler. Türkiye’nin en eski camii, 639 yılında tarihi Mar-Toma Kilisesi’nden çevrilen Diyarbakır Ulu Cami’dir. Bugün çok az sayıda Yezidi’nin dışında, Kürtlerin yaklaşık %98-% 99’u Müslümandır.
Bir sorunun çözülebilmesi için öncelikle iyi anlaşılması ve doğru bir şekilde tanımlanması gerekir. Teşhiste anlaşmadan tedaviye geçmek ve başarılı olmak mümkün değildir.
‘Ölümcül Kimlikler’ kitabının dünyaca ünlü Lübnanlı yazarı Amin Maalouf bu durumu şöyle izah etmektedir:

Dilinizin küçümsendiğini, dininizle alay edildiğini, kültürü­nüzün aşağılandığını hissederseniz, farklılığınızın işaretlerini abartılı bir gösterişle sergileyerek tepki verirsiniz; tersine, size saygı duyulduğunu hissettiğinizde, yaşamayı seçtiğiniz ülkede bir yeriniz olduğunu hissettiğinizde daha farklı davranırsınız.

Türkiye’de Kürt sorunun çözümünde en gerçekçi yol, birlik­te yaşama projesi ne hayatiyet kazandırmaktadir. Bunun dışındaki yaklaşımlar meseleyi çözmekten ziyade daha içinden çıkılmaz bir hale getirecek ve bugüne kadar yaşananlardan daha büyük acılara sebebiyet verecektir. Birlikte yaşamanın geçmişteki bin yıllık başarılı deneyimi -Cumhuriyet dönemi hariç- tarihi referansımızdır. Bu tarihi referansta İslam dini çok önemli bir ortak paydadır. Son 30 yıllık süreçte yaşanan olaylarda 40 bin kişi haya­lını kaybettiği halde halklar arasında kin ve nefret duyguları boy vermemişse, bunu sağlayan en önemli faktör, Kürtler ve Türkler arasındaki dini birlikteliktir

Birlikte yaşama iradesinin yeni bir toplumsal sözleş­meyle tescil edilerek yenilenmesi gerekmektedir. Bunun da yolu Türkiye’yi tüm kurum ve kuruluşlarıyla birlikte tam ve eksiksiz bir şekilde demokratikleştirecek, yeni, sivil bir anayasanın yapıl­masından geçmektedir.

Ülkeyi büyük tartişma, çalkantı ve kavgalara sürüklemesi ka­çınılmaz olan bu yola başvurmaktansa, yeni sınırlar koymadan çözümü tüm ülkenin demokratikleşmesinde aramanın daha akıl­cı bir tercih olacağı aşikardır. Bütün Türkiye’yi demokratikleştir­mek en kestirme yoldur. İstanbul’da Kürtçe eğitim veren okullar, Hakkari’ de de Türkçe okullar olabilmelidir. İsteyen istediği eği­timi alabilmelidir.
Coğrafi federasyon dünyanın birçok yerinde uygulanmaktadır. Türkiye için de coğrafi federasyon tartışılmaktadır ve kanaatimizce coğ­rafi federasyon modelinin uygulanması Türkiye’de yararlı ola­caktır. Kürt sorunu tartışılırken öne sürülen ise etnik federasyon modelidir. Aşağıdaki nedenlerden dolayı etnik federasyonun Türkiye şartlarına uymadığı kanaatindeyiz:
1. Türkiye’ de Kürtlerin yaklaşık % 60’ı ülkenin batısında, İs­tanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Bursa ve Konya gibi iller­de yaşamaktadır
2. Türkiye’ de Türkler ve Kürtler arasında gerçekleşen evlilik sayısının bir milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. İran, Irak ve Suriye’deki Kürt-Arap, Kürt-Pers ilişkilerinde bu nispette entegre olmuş bir durum gözlenmemektedir. Söz ko­nusu evlilikler, Türklerle Kürtlerin birbirlerine karışmalarına ve toplumsal ilişkilerde iç içe geçmelerine neden olmuştur.
3. Kürtlerin Türkiye’nin geneliyle ekonomik entegrasyonları çok ileri düzeydedir. Kürtler Türkiye’nin hemen hemen her ye­rinde çok önemli ekonomik kazanımlar elde edip, büyük mik­tarlarda yatırımlar yapmış bulunmaktadırlar. Ekonomik yönden Türklerle Kürtlerin sayısız ortaklığı vardır ve çıkarları iç içe geç­miş durumdadır. Öte yandan Türkiye’de yaşayan Kürtler, siyasal ve kültürel haklar konusunda ciddi sorunlar yaşıyor olsalar da vatandaşlık yönünden (eğitim, sağlık, mülk edinme, ticaret, ika­met, seyahat) her türlü hakka, ülkenin diğer vatandaşları ile eşit düzeyde sahiptirler. Suriye Kürtlerinin önemli bir kısmı ise halen vatandaş bile değildir
Bugün de bir kısım aydının dışında, Türkiye’deki Kürtlerin ezici çoğunluğu, ayrılarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak ye­rine adil ve demokratik cumhuriyette birlikte yaşamayı savun­maktadır.
Kürtlerin meşru hakları ile ilgili talepler ve çözüm önerileri her gündeme geldiğinde kullanılan Kürtlere bu haklar verilirse Lazlar, Çerkezler, Boşnaklar, Arnavutlar da ister, ülke parampar­ça olur söylemi de içi boş bir ifadedir.

Birincisi, Allah’ ın insana verdiği, doğuştan kazanılan haklar hiçbir gerekçe ile engellenemez. Lazlar, Çerkezler, Boşnaklar ve diğer tüm halklar da kendi dillerini kullanabilmeli; kültürlerini hayatın her sahasında serbestçe yaşayabilmelidirler. Birine ve­rirsen hepsi ister, en iyisi hiçbirine vermeyelim mantığı doğru kabul edilemez.

İkincisi, Kürtleri diğer halklarla karıştırmak siyaseten büyük bir yanlışlıktır. Kürtler diğer halklar gibi dışarıdan gelmemişler­dir. Binlerce yıldır kendi topraklarında yaşamaktadırlar ve Osmanlı tarafından işgal edilmemiş, 1515 yılında kendi rızalarıy­la Özerklik Anlaşması imzalayarak birlikte olmuşlardır. Üstelik Türkiye’de Boşnak vardır, ancak bir de BosnaHersek Devleti vardır. Aynı şekilde Arnavutların, Gürcülerin ve Azerilerin de bağımsız devletleri vardır. Çeçen, Abaza, Oset ve Acaraların da özerk yönetimleri mevcuttur. Bu halkların Türkiye’ye göç eden­leri de topluca bir bölgede değil, dağınık olarak, belli bölgeler­de kümeler halinde yaşamaktadırlar. Konular ciddi bir şekilde araşhrılıp, anlaşılmadan doğru çözümler elde etmek mümkün değildir.

‘Onun için Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? Gözleri nereyi gö­rür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran’a, Pakistan’a, Hindistan’a, Barzani’ye gitsinler. Birleşmiş Milletler’e başvu­rup Afrika’da yurtluk istesinler. Türk ırkının aşırı sabırlı oldu­ğunu, fakat ayranı kabardığı zaman Kağan Arslan gibi önüne durulmadığını, ırktaşları Ermenilere sorarak öğrensinler de, akılları başlarına gelsin.’
Atsız hakkında bu yazısından dolayı, Ceza Kanunu’nun 312. maddesinden, ırk mülahazasıyla halkı husumete tahrik suçundan dava açıldı, mahkumiyet kararı verildi, ancak Atsız hapisten afla kurtuldu. 1975’te ise öldü. Fakat etkisi hiç ölmedi.
18 Nisan 1961 günü Bakanlar Kurulu toplanarak DPT’nin ha­zırladığı 3 Nisan 1961 tarihli raporu 1108 sayılı kararla kabul etti.
Can Dündar ve Rıdvan Akar’ın aktardığı rapordaki öneriler­den bazıları şunlardır:

* İNANDIRMA FAALİYETİ: Irk bakımından, Türk siyasi dü­zeninin kendi menfaatleri bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkan sağlayan düzen olduğunu telkin eden bir inandırma faaliyetine girişilmesi.
* KÜRT MESELESİ YOKTUR: Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatıl­ması
* DOGU’NUN TÜRK TARİHİ: Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması Doğu’nun Türk tarihinin yazılarak neşredilmesi. ..
* DAGLI TÜRKLER: İslam Ansiklopedisi, Rus alim ve politi­kacısı Minorski’nin tarafgirane bir surette, kendini Kürt sa­nanların menşeinin İrani olduğunu iddia eden yazısını alarak, kendilerini Kürt sananla:- kısmında neşretmekle, Lozan’da delegelerle kabul ettirilen, kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, menşeilerinin Turani olduğu tezi ile de tezada düşülmüştür. Doğulu münewerler arasında münakaşayı mu­cip olan ve ayrılık taraftarlarına tutamak veren bu hatanın, derhal tashih edilmesi. ..
* MENŞELERİ TURAN: Kendilerini Kürt sananların, menşele­rinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılması ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması.

Sonuç: Söz konusu rapor, sadece Kürt sorununu yok saymıyor, Kürt­leri de yok sayıyor ve asimilasyon istiyor. Yani Kürtlerin bulundukları yerden göç etmelerini sağlayarak köklerinden koparılmasını, kimliklerinin, dillerinin inkar edilmesini ön­görüyor. [358]

(358: Belma Akçura, a.g.e, s. 82 -83.)

Çoğu kişi ilk İlahiyat Fakültesi’nin Demokrat Parti dönemin­de açıldığını zanneder. Sanılanın aksine ilk İlahiyat Fakültesi’nin açılışı 1949 yılında, CHP iktidarı döneminde ve Milli Şef İsmet İnönü’nün izniyle oldu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1 Şubat 1949 tarihli genelgesiyle de ilkokullarda program dışı din dersleri okutulmaya başlandı
Meselenin hallini arzu buyurursanız suret-i halli arzedeyim:
Resmi bir tebliğ ile Kürdistan’ın mevcudiyetini, Kürtlerin ta­rihi, ırki, harsi haklarını tanır ve itiraf edersiniz, işte o za­mandır ki meselenin halline doğru büyük ve mühim bir adım atılmış olur. Bunu yapmakla da ancak hadisata takaddüm etmiş olursunuz. Paşa hazretleri, zaman-ı hükümetinizde ‘Kürdistan meselesi’ni de halletmek istiyorsanız, tabiat-ı eşyanın göstermiş olduğu yegane yol budur, başkası değildir ve yoktur
Baki ehtıramatımı (say­gılarımı) lütfen kabul buyurun Gazi Paşa Hazretleri.

Celadet Ali Bedirhan, Taberiye Sahili.
8 Kanunusani 1933

Başbakan İsmet Paşa, Şeyh Said Efendi yakalandıktan bir­kaç gün sonra Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada şunları söy­lüyordu:

Biz açıkça milliyetçiyiz. Milliyetçilik bizi birleştiren tek ne­dendir. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde ya­şayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türklüğe karşı çıkanları yok edeceğiz. Vatana hizmet etmek isteyenlerin her şeyden önce Türk ve Türkçü olmalarını istiyoruz. [303]

bu dönemin hakim anlayışını çok net bir şekilde özetlemesi açısından dönemin Adalet Bakanı Mah­mut Esat Bozkurt’un, 17 Eylül 1930’da Adalet Bakanı sıfatıyla Ödemiş’te yaptığı konuşma yeterince açıklayıcıdır:

Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, dost da düşman da bil­sin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin.

13) Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlub olmaya başlayan bervech-i ati Malatya, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücessat ve teşkilatta, mektep­lerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullanan­lar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler (cezaya tabi tutulurlar).

14) Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek (ben­zemek) üzere bulunan mevkide ve Siirt, Mardin, Savur gibi ahalisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakarlık iktiham olunarak (gösterilerek) mükemmel kız mektepleri tesis ve kızların mekteplere rağbetlerinin suveri adide (fazlaca, çokça) ile te­mini lazımdır. Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen (aci­len) leyli iptidailer (gece liseleri) açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır

16) Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behe­mal (mutlaka) men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.

Atatürk Araştırma Merkezi’nden Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu ise: ‘Türk İngiliz İlişkileri 1919-1926′ adlı kitabında tüm bu olaylarda esas belirleyici olanın hilafetin kaldırılması oldu­ğunu söylemektedir:

‘Halifeliğin kaldırılmış olması, Kürtlerin ayaklanmasında önemli rol oynadığı gibi, Kürt unsuru­nun çoğunlukta bulunduğu Musul üzerindeki Türk iddiasını zayıflamistir
İngiltere’nin Musul’daki bir görevlisi, halifeliğin kaldırıldığı yolundaki haberleri hayretle karşılayıp, buna inanmakta güçlük çektiklerini yazmaktadır. Bu İngiliz görevlisi o zamana kadar Kürdistan’ı patlamaya hazır bir volkan gibi kaynaştıran Türk propagandasının, Kürt­lerin Halife’ye kesin bağlılığına dayandırıldığını, Türklerin kendi bindikleri dalı kesmelerinin ise, İngiltere için inanıl­mayacak kadar mükemmel bir şey olduğunu belirtmektedir. İngiliz görevli ‘Tabii, bu yeni durumdan kendimiz için yarar­lanmayı ihmal etmedik’ diye eklemektedir [257]

Bu konuda son sözü isyan döneminin Başbakanı, Kürt asıllı İsmet İnönü’ye bırakalım: Şeyh Said İsyanı’nı doğrudan doğru­ya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında ke­sin deliller bulunamamıştır. [258]

(258: İsmet İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, Bilgi Yayınları, Ankara 1987, s. 202.)

4 Ocak 1925 tarihinde Şuşar’ın Gökoğlan bucağının Kırıkhan köyünde kendisini ziyarete gelen bölge eşrafıyla bir toplantı ya­par ve Arapça olarak aşağıdaki fetvayı kaleme alır:

Kurulduğu günden beri din-i mübin-i Ahmedi’nin temelle­rini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kuran’ın ahkamına aykırı hareket ederek, Allah ve peygamberi inkar ettikleri ve Halife-i İslam’ı sür­dükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyet’in başında bu­lunanların ve Cumhuriyet’e tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı gara-yı Ahmediyye’ye göre helal olduğu’. .. Şeyh Said, bu fetvayı bitirdikten sonra meclise dönerek, ‘dinsiz yönetimin’ varlığına karşı yapılacak bu cihadın Saadet Asrı’nda yapılmış gazalardan daha önemli ve ecirli olduğu, cennetin ci­had ve şehadet sayesinde tüm muvahhidlerin ayaklarına gel­diği, birkaç günlük fani dünyada zelil, şerefsiz ve kafir olarak yaşamaktansa, din ve Allah yolunda ölmenin daha hayırlı ol­duğu yolunda kısa ve coşturucu bir konuşma yapar. Aynı gün öteden beri yöredeki Sünni Cıbran aşireti ile kav­galı Alevi Hormek aşireti reisleri Halil Veli ve Haydar Ağalara mücadelesinde kendisine destek olup katılmaları için mektup yazar. [227]

(227: Mustafa İslamoğlu, İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi, s. 608-609)

Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir, Türkleri sev­meyen bir Kürt varsa Kürt değildir.[200]

(200: Ziya Gökalp, Küçük Mecmua, sayı:1,
5 Haziran 1922, s. 7-11.)

İmparatorluktaki halklar arasında ayrılıkçı fikirlerden en az etkilenen halk Kürtlerdir. Kürtlerin çok azınlıkta kalan bazı ay­dınları dışında tamamına yakını Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türklerle birlikte olmaktan yana tavır koydu.
Ziya Gökalp’ de görülen ‘İslamlaşma’ vurgusu ve bilhassa Kürt-­Türk beraberliğine özen gösterme gibi kuvvetli motifler Akçura’da yoktu. Onunkisi keskin ve Osmanlı toplumunun bünyesine göre fazla radikal bir milliyetçilikti. Gökalp’in 1924’te erken ölümüyle, Yusuf Akçura’nın ‘etnik’ vurgulu Türkçülük anlayışı baskın hale geldi, 1930’larda son derece etkili oldu ve bu gelişim Kürt sorunu üzerinde olumsuz etkiler yaptı.[116]
Kürdistan bugün üç kesime ayrılmıştır: Ermeniler, Hamidiye Kürtleri ve Hamidi­ye yanlısı olmayan Kürtler. Bugün Kürdistan’da bu üç kesim birbirine düşman olmuştur. Birbirlerini talan ediyor, öldü­rüyorlar; ülkemiz bir insan mezbahasına dönmüştür. Kimse canından ve malından emin değil. Bunca yıldır Kürtler ve Ermeniler arasında dayanışma vardı. Ancak bugün Abdülha­mid bu iki unsur arasına öyle bir ikilik soktu ki tarih bundan utanç duyuyor. [100]
İsyanların bastırılmasından sonra Osman­lı yönetimi yeni bir idari düzenlemeye giderek merkezi Diyar­bekir olan Van, Muş, Hakkari sancakları ile Cizre, Bohtan ve Mardin kazalarından oluşan ‘Kürdistan Eyaleti’ni kurdu. Sul­tan Abdülmecid’e Meclis-i Vala tarafından ‘Kürdistan Fatihi’ unvanı verildi.
1514 yılına kadar Adana’dan doğuya ve güneye geçemeyen Osmanlılar, Osmanlı-Kürt ittifakının da etkisiyle birkaç yıl zarfın­da tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın hakimi oldular.
bizzat eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel soru­nun PKK ile ortaya çıkmadığını ve PKK’nin ilk değil, 29. Kürt isyanı olduğunu söylemiştir. PKK olduğu için Kürt sorunu var değildir, Kürt sorunu olduğu için PKK vardır. PKK Kürt sorunu­nun sebebi değil, sonucudur.
Türk toplumunda Osmanlı döneminden kalma şiddetli bir bölünme, parçalanma fobisi mevcuttur. 22 milyon kilometrekare­lik imparatorluk 776 bin kilometrekareye inmiş, dağılan Osmanlı toprakları üzerinde yirmiden fazla devlet kurulmuştur. Bundan dolayıdır ki en küçük bir hak talebi bile bilinçaltındaki ‘bölücülük fobisi’ni tetiklemektedir.
1924’le birlikte Cumhuriyet, Kürtleri mev­cut, ancak kolektif kültürel hakları tanınamaz bir kavim olarak algılıyordu. Kürtler hukuki ve siyasi özneler olarak artık Kürt de­ğildiler. Ülkenin öteki yurttaşları gibi hukuken Türk olmuşlardı.[4]

Cumhuriyetin etnik meseleye bu yaklaşımı sonraki yıllarda daha da katlanarak devam etti. İlk yıllardaki Ermeni, Rum, Ya­hudi, Kürt, Arap, Çerkez, Pomak, Laz, Gürcü, Arnavut, geçmişi ne olursa olsun herkesi ‘Türk’ kabul eden anlayış, yıllar ilerleyip Kürt etnik talepleri filizlendikçe ‘Kürt yoktur’ şekline dönüştü. Nitekim 1960 ihtilali sonrası yayınlanan ve Kürtlerin asıllarının Türk olduğunu savunan bir kitabın önsözünü yazan Cumhur­başkanı Cemal Gürsel şöyle demektedir:

Bu eser Doğu Anadolu’da oturan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk’ten ayrı sayan; bilgisiz­liğimiz yüzünden bizim de öyle saydığımız vatandaşlarımızın su katılmamış Türk olduklarını bir defa daha ispat etmek­tedir. Hem de inkarına imkan bırakmayan ilmi deliller ile Dünya üzerinde ‘Kürt’ diye adlandırılabilecek müstakil hüvi­yetli bir ırk yoktur. [5]

Osmanlı’nın en zeki ve en kapasiteli padişahlarından biri olan Sultan Abdülhamid, iktidarda olduğu 33 yılı Batılıların ölüme mahkum ‘Hasta Adam’ olarak adlandırdıkları Osmanlı Devleti’ni yıkılmaktan kurtarmaya çalışarak geçirdi.
Eğer bölge ve dünya koşulları uygun olsaydı ve Kürt beylerinden biri başarıya ulaşsaydı, yani Kürt birliğini sağlayıp Osmanlıları yenerek bağımsız devlet kuracak gücü bulsaydı, bu da yine bir merkezi yönetime ve ulusal devlete yol açacak ve sonuç olarak diğer Kürt beyliklerinin sonunu getirecekti.
Söz konusu isyanlar, Kürt kimliğine dayalı, etnik bilince bağlı değildi. İmparatorluğun diğer bölgeleriyle tüm dünyada görüldüğü üzere feodal birer refleksti.
Torunu Salih Bey’in hatıratına belirttiğine göre toplam 16 kadınla evlendi ve 96 çocuğu oldu. Osmanlı resmi kayıtları ve maaş tezkeresine göre Şam’ da vefat ettiğinde 4 nikahlı eşi, çoğunluğu Yezidi Kürt aşiretlerinden olan 5 cariyesi ile 21’i erkek ve 21’i kız olmak üzere 42 çocuğu hayattaydı.
Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı’ndan sonra ordusuyla İstanbul’ a dönerken Amasya’ da konakladı. Savaşta kendisini
destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında Amasya’ da buluşarak tarihi Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması’nı karara bağladı.
İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı; mühürleyip imzaladığı boş fermanları İdris-i Bitlisi’ye vererek istediği şekilde bu boş fermanları doldurabileceğini söyledi. 1520 yılında Yavuz Sultan Selim’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman da bir ferman yayınlayarak aynı siyaseti devam ettirdi.
Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile evlenerek etki alanını genişletti. Şirvan Hükümdarı Halil ile 1460 yılında yaptığı savaşta öldürüldü. Şeyh Cüneyd’in Şah oğlu Haydar, dayısı Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kızıyla evlendi. Şah İsmail bu evlilikten doğdu. Şeyh Haydar müritlerine On İki İmamı çağrıştıran on iki dilimli Kızıl taç giydirmiş, sarık sardırmış, bundan dolayı ona bağlı olanlara ‘Kızılbaş’ adı verilmiştir.
Moğolların 1258 yılının Şubat ayında Bağdat’ı yerle bir ederek onbinlerce insanı kılıçtan geçirmeleri üzerine Cizre Nesturi Başpiskoposu Henan İşu, Moğol Hükümdarı Hülagu’dan aldığı fermanla Cizre’yi bağışlattı. Aynı dönemde başta Meyafarkin (Silvan) olmak üzere birçok şehir Moğollar tarafından yerle bir edilerek ahalileri kılıçtan geçirildi. Moğol ordusu direnen Mardin şehrine ise giremedi. Moğolların bu zulümleri tüm bölge için büyük bir felaket oldu. Tüm bilim, sanat
ve edebiyat ürünleri imha edilirken, onbinlerce cilt kitap da insafsızca yakıldı.
Kürtler, Hazreti Ömer zamanında, 636 tarihinden itibaren Müslüman olmaya başladılar. Türkler, Kürtlerden yaklaşık iki
yüzyıl sonra İslamiyeti kabul ettiler. Türkler ilk olarak Abbasi Halifelerinin ordularında 9.yüzyıldan itibaren görev almaya,
sonraları ise daha kalabalık kitleler halinde Kerkük-Bağdat hattı­na yerleşmeye başladılar. İlk Kürt-Türk ilişkileri de bu dönemde başladı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir