İçeriğe geç

Yedi Kadın Kitap Alıntıları – Lydie Salvayre

Lydie Salvayre kitaplarından Yedi Kadın kitap alıntıları sizlerle…

Yedi Kadın Kitap Alıntıları

.İnsanlarla yaşamayı sevmiyorum. Gökyüzünü ve melekleri seviyorum onlarla yukarıda iyi anlaşabilirim.
Hayvanlara olan sevgisinin, insanlara duyduğu eşdeğer kayıtsızlığı gizlemek için olduğunu söylerler.
ısrar eden elemin, geceyarısına dayanan yüreğe yeni bir mutluluk bahşedilir; ve bülbülün karanlıkta ötüşü gibi, dünyanın ahengi bir tanrı gibi yalnızca elemin diplerinde duyulur.
herkesin içinde kendini en beter felaketlere sürükleyebilecek, bir yandan da ruhlarını aydınlatıp İnsanları daha canlı ve yoğun bir yaşama çekecek, duyulmamış bir güce sahip tutkulu bir yok etme ve kendini yok etme ihtiyacı vardı.
Sizi başkasına bağımlı ve dilenci kılan evliliğin canı cehenneme!
Zaten kalbinin soluğu cümlelerinin soluğuna ritim veriyordu ve uykusuz şiileri gündüz sessizce attığı çığlıkların birer yankılarıydı .
Kusursuzluk zalim olmalı diye tekrarlıyordum kendi kendime , kusursuzluğun bir çocuğu olamaz .
Karanlık bir dönemden geçiyordum . Yazma zevki beni terk etmişti. Okuma zevki hâlâ benimleydi ama .
Yaşamak yetmez onlara . Yemek , uyumak , düğme dikmek , bütün yaşam bundan ibaret olabilir mi , diye sorarlar kendilerine .
Kendimi bedenime yeniden sokmaya zorlamak için kafamı hayli sert bir kapıya çarpmak zorundayım.
Pek inanmasa da bazen acısının şiddetini içindeki eleştirel ve yaratıcı düşüncenin arasındaki savaşa bağlar. İnsan, acısı için sebepler uydurur.
Kendini her konuda suçlamaya başlar, başarısız, güçsüz, verimsiz, embesil, önemsiz, gülünç olmakla. Kendini o kadar kırılgan hisseder ki yslniz kalırsa tam anlamıyla parçalara ayrılacağından korkar.
Çalışmak delirme tehlikesine karşı bulduğu tek numaradır. Çalışmak, okumak, yazmak, yazmak, ara vermeden
sürekli neşeli yazıyorum çünkü bu bir maskedir, ama öte yandan yazar olduğumdan dolayı maskeler bana ağır gelir.
Sevilen bir varlığın ölümü karşısındaki bu duygusuzluğu nasıl anlamalı?
Tsvetaeva dünyanın dışındaydı.
Bunu sık sık dile getirirdi. Yaşamayı bilmiyorum. Yaşamak hoşuma gitmiyor. Yaşamak bana acı veriyor. Dünyevi yaşamı sevmiyorum. İnsanlarla yaşamayı sevmiyorum. Gökyüzünü ve melekleri seviyorum, onlarla yukarıda iyi anlaşabilirim.
Onun kalemi değil, kalemin onu tuttuğunu söylerdi.
Bana büyük cesaretimden, gözüpekliğimden, teslimiyetimden bahsettiklerinde istesem de istemesem de gülüyorum, kendimi buna adamışım.
En temel nezaketlerden biri, yalnız başına ve kimseye göstermeden ağlamaktır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Uğraşımın karşısında her gün daha ihtiyatlı ve devam etme konusunda her gün kendimden daha az emin, kendimi yalnızca korkumla avutuyorum.
Ölüm bekleyebilir!
Yapılacak, sevecek ne çok şey vardır.
Doğduğunda iyi niyetli olan aşk, eğer sürerse zehirli bir hale bürünür.
Colette her şeye açtır. Renklere, çikolataya, parfümlere, okşanmalara, sözcüklere. Her şeye.
Ve Colette hayattadır.
Hatta Colette hayatın ta kendisidir.
Yaz mevsimidir.
Yaşamının güzel bir dönemi.
Bir dolu fırtınadan sonra gelen durgunluk.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kalp kapanır
Deniz geri çekilir
Aynalar örtülür
İhanete uğramış, tatsız bir haldedir. Evlilik? Yalanlar. Yalanlar ve bir acı.
Çocuklar, soneler, aşk ve kirli tencereler arasında bir denge nasıl kurulur?
Artık yalnızca ölüm işaretleriyle bezenmiş karanlık saatler vardır, artık yalnızca kış, soğuk ve boş bir sayfa gibi dünya vardır.
Sylvia Plath, bu girdapların birinin ardından, içinde bütün hayatı boyunca bir olacağı katil bir ben olduğunun farkına varır.
Tanrı’dan bir daha asla yardım istemez.
Plath kayıplar karşısında tek çıkış yolunu, yaşamına acı veren yaslar karşısında tek teselliyi yazıda bulur.
Yazı, der su ve ekmek gibi kesinlikle temel bir şeydir.
Babasının ölümünde ihanete uğramış, terk edilmiş küçük kız bir daha Tanrı ile konuşmayacağım der.
Topallayan bir hafızaya rağmen doğduğu memlekete dönüş, ruhunda okyanussu çocukluğunu ve taptığı babasının hatırasını uyandırır.
Çiftlerin dengeleri hassas olur ve aşk hiçbir felaketten kurtulmaz.
Eleştiriye şiddetle kafa tutacak otuz üç tane şiir yazacaktır. Çünkü herkesin bildiği gibi, herhangi bir şeye kafa tutmadan yazılan hiçbir şey yaşamaya layık değildir.
Sylvia onu uçsuz bucaksız, muhteşem bir deha olarak görür. Ona kurtarıcım der. Ondan yoksun kaldığında öleceğini söyler.
Bir yaşamın en büyük olaylarının tek bir anda gerçekleştiği olur.
Zekası, yeteneği ve ona uyan her şeye uyguladığı ve acı veren bir ayrıcalık ile dengelediği keskin mizahı sayesinde bütün Amerikan kolonisinin saygısını kazanmıştı.
Bir canavar bir canavardır ve hep canavardır.
Çocukluğu boyunca annesinin mutsuzluğundan yüreği parçalanan ve buna karşı elinden bir şey gelmeyen Djuna Barnes, yetişkin olduğunda iki şey için gururla yemin eder: kendisi gibi kederli ve acı dolu bir yaşama maruz kalacak bir çocuğa sahip olmamak ve kimseye bağımlı olmamak.
Djuna Barnes, birkaç sene sonra yazacağı romanın kahramanlarından birine, bütün korkunç olaylar yararlıdır. dedirtecekti.
Gece avına çıkmış Djuna Barnes
Tetikte, erketede
Gönlü kaygılı
Boğazı düğümlenmiş
Delirmiş bir halde.
Hayatın da bir kuralı: çiçekler bildiğim kadarıyla solar, güneş batar, güzellik söner, ölüm bizi bekler ve hiç kimseyi pas geçmez.
Ama çocuklar isimlere ve soylara hiçbir önem vermez çünkü onların gözlerinde daha değerli şeyler vardır.
Edebiyat bir kadının işi olamaz ve olmamalı da. Kadın ondan beklenen görevlere kendisini ne kadar adarsa, yetenek veya eğlence adına da olsa, bu işi icra etmeye o kadar az zamanı olur.
Somurtmadan, boyun eğmeden, ne bıkkınlıkla ne abartıyla geri çekilmeyi seçer çünkü insanların durmadan karşısında yüz çevirdikleri şeyle yüzleşmesinin tek koşulunun hu olduğunu kendinden bilir.
Evet, budur tek yakardığım,
Ölü veya diri zincirsiz bir ruh.
Biçimsel öykünmeler, sevimli kompozisyonlar, eğilip bükülmeler, rutinler, kurallar, meslekler, yöntemler, din dersleri ona göre değildir.
Dış dünya öylesine yoksun ki umuttan
İç dünyam iki kat değerli bana.
Çocukça davranışlara son!
Yetişkin olmanın vakti geldi artık!
Mütevazı insanlarla olmak istiyorum
Kibirliler bana bir şey ifade etmiyor.
Ama öyle sanıyorum ki, annesinin gidişi Emily’de gizli bir yara açmış ve her yola çıkış, her ayrılık ve her yas onda bu terkedilme korkusunu uyandırmıştır.
Bronte ailesinde ölüm, ailenin bir parçasıdır. Ve ölmek, yaşamak kadar normaldir.
Uğultulu Tepeler’in Heathcliff figürü aşka dair beklentilerimizi hoyratça büyüttü.
Ruhunun karanlığı bizi korkutmaktan ziyade büyüler. Ve sevdiğine mutlak bir tutkuyla bağlıdır.
Kitabın yazarı erkek mahlası ardına gizlenmiş bir kadındı. Bir kadın, kötülüğün gizemini sorgulama cüretini gösteren çok genç bir kadın.
Adı Emily Brontê’ydi.
Adanarak üretilmiş şaheserler başka bir şey istemez, kendiliğinden konuşurlar.
Kimi yaşamanın sakıncasını da yaşamayı da yanlış zamanlarda tanıdı, kimi öyle korkunç bir acı tattı ki huzuru sadece ölümde bulabildi.
Ve yazmadan yaşamak ölmek demekti.
O da benim gibi cehenneme girişi erkenden keşfetti ve hemen kaybolma pahasına bu cehenneme girdi.
Ingeborg Bachmann da orada hemen kaybolur ve sanki içine doğmuş gibi, Celanın bir dizesini yeniden alarak şöyle yazar: Saçlarım beyazlamayacak.
Ingeborg Bachmann hayatının son yıllarını kuruntusuz yaşamaya (peki kuruntusuz bir yaşam katlanılır bir yaşam mıdır?) ve kendini büyük projesi Ölme Biçimleri ne vermeye çalışır. Projenin ismi bile aslında başlı başına ruhunun çoktan vazgeçtiğinin ve kara bir bulutun omuzlarına çöktüğünün habercisidir.

Ölme Biçimleri üç kitaptan oluşacaktı: Malina, Franza ve Fanny Goldman a Ağıt.
Sadece Malina bitti ve 1971’de yayımlandı.
Franza ve Fanny Goldman’a Ağıt tamamlanamayıp ölümünden sonra yayımlanacaktır.

Bazı adamlar vardır, der, durum tamamen umutsuzdur, bazılarıyla ise biraz daha az umutsuzdur.
yapıt başkasına doğru bir hareket, bir çağrı, bir hitaptır. Yapıt, uçurumun üzerinden elini başkasına uzatır. Kaba bir samimiyetle değil, sadece buluşmanın mümkünatım göstermek adına İspanyolca sen dediği başkasına kapıyı açar. (Virginia Woolf benzer bir istekle, okura fırlatılacak ipi durmaksızın aramak derdi.)
Yeni bir dil olmadan yeni bir dünya olamayacağına inanmıştır. Ingeborg Bachmann inatla ütopik, yolunu başka dillerden geçerek yapan, hem tekil hem çoğul, yazarın sözlerini başkalarınınkiyle, ölü veya diri o kâğıttan kardeşleriyle, Shakespeare ile, Musil ile, Kari Kraus, Bertold Brecht, Wittgenstein, Herman Broch, Rimbaud, Büchner veya Goet-he ile harmanlayan bir dil icat etmeye çalışır.

Ama Ingeborg Bachmann kendini en çok da Paul Celan’ın sözcükleriyle özdeşleştirir. O sonsuzca sevdiği, sürekli alıntıladığı; dua, çığlık, gözyaşı, suskunluk olarak aksettiği; kendisine de ait olduğu için tırnak arasına almadığı sözcükler. Bu sözcükler onunla Celan arasında gizli bir şekilde uzun, dokunaklı, yorulmak bilmeyen, fısıltılı bir yeraltı diyalogu oluşturur.

Şiir denize atılmış bir şişe olabilir, umuda bırakılmış ve evet kırılgandır ama bir gün herhangi bir sahilde, kalbin sahilinde yeniden bulunabilir.
Biz neredeysek orada ışık vardır.
Dünyanın en insanlık dışı olaylarına katılmış bir babaya ve Holokost’tan kurtulmuş bir sevgiliye samimiyetle nasıl yaklaşılır? Hem hakikati söyleme takıntısını hem de ailevi bir sadakatten dolayı babasına olan bu iğrenç bağlılığını susması gerektiğini aynı anda nasıl yaşamalı? Bir katilin kızı olduğunu ama aynı zamanda bu adamın dünyada sizi terk etmeyecek tek adam olduğunu bir insan sevgilisine nasıl açıklar? Katil, ailenizden biriyse bir katile nasıl ihanet edilir, ona ihanet ederek kendinize ihanet etmeden?
Celan’ın 1970’de intiharından sonra Ingeborg Bachmann Malina da şunu yazar: Hayatım bitti çünkü kendisi tahliye sırasında nehirde boğuldu. Hayatımdı o benim. Onu hayatımdan da çok sevdim.
1948’in Ocak ayında Paul Celan’la tanışır. Celan henüz tanınmayan bir şairdir ancak bundan birkaç sene sonra yirminci yüzyılın başlıca şairlerinden biri olarak görülecektir. Celan yirmi yedi yaşındadır, Bachmann yirmi bir.
Celan ona ithafen “Corona” şiirini yazar. Şiir nihai haliyle 1952’de Haşhaş ve Hafıza kitabında yayımlanır:
bakıyoruz birbirimize,
birbirimize karanlık diyoruz
haşhaş ve hafıza gibi seviyoruz birbirimizi deniz kabuklarında bir şarap gibi uyukluyoruz
deniz gibi ayın kanlı ışığında.
O da Thomas Bernhard gibi Avusturya’dan nefret eder. Nazi kâbusunun bitmek bilmeyen uzun bir gece yaşattığı bu ülkeyi sevmez. Onu çürümüş bulur. Sürekli kaçmak ister. Sırasıyla Paris’te, Londra’da, Berlin’de, Frankfurt’ta, Zürih’te, Napoli’de ve 1973’te vefat ettiği Roma’da yaşar. On dört kere taşınır. Romanlarında daima bir demir atma imkânsızlığı vardır. Her şey daima belirsiz, meskensizdir. 1964’te en ünlü şiirlerinden birini yayımlar; kendine ait varsaydığı tek ülkeyi yarattığı “Deniz kenarındaki bohem ülkesi”: ideal bir bohem ülkesi, denize nazır, uyruksuzların ve bütün o vatansızların sığınağı.
Kendimi bedenime yeniden sokmaya zorlamak için kafamı hayli sert bi kapıya çarpmak zorundayım.
Virginia Woolf için eser her zaman zorunlu olarak başarısızdır,
çünkü kendi karanlığında karanlık bir yoldadır,
çünkü dalgaların üzerinden geçen bir bulut gibi geçen yazarın hayatı da kırılgan ve geçicidir,
çünkü hiçbir şey olmadığının kesinliği karşısında, kendi girdabına düşmesin diye ayağını ihtiyatla dünyanın kenarına koymaya zorlayan hiçlik karşısında, eser gülünçtür, bir komedi gibi,
çünkü eser gölgeleri ele geçirdiğini, saçılanları, kaçanları, ele gelmeyeni, şeylerin köpüğünü kavradığını iddia ettiğinden, tamamlanması imkânsızdır,
çünkü temel olanı dile getirmeyi beceremediğinden (1906’da ölen erkek kardeşi Thoby, Dalgalar’daki adıyla Per-cival için yas tutamaması), bir sahtekârdan başka bir şey değildir,
çünkü nihayetinde eser her zaman yanılgı içindedir ve kafasında kusursuzca tasarladığına kıyasla her zaman bir hayal kırıklığıdır.
Tsvetaeva da acıya güzelleme ve gözyaşına dair hiçbir şey yoktur. Gözyaşı yok, diye buyururdu kendine. Varlığının özüne değen acı ne yapmacıktır, ne bir süs niyetinedir, ne muhasebesi yapılır ne de şiirsel açıdan bir kazançtır. Acısını sevmezdi zaten. Acı sevilmez, hastalık sevilmez derdi ama bir kere iyileştik mi, bizi insan yapan yarayı kutsar ve izini daha yara açıkken şekle sokarız.
Yazı hariç, her şey bir hiçtir.
Bir gün on beş yaşımda şunu okudum:

Bayım,
Sekiz gün kadar yanınızda, yani çoksevdiğim kızımın yanında, kalmaya çağırıyorsunuz beni. Onun yanında yaşayan siz olduğunuzdan onu nadiren gördüğümü, varlığının beni büyülediğini biliyorsunuz, o yüzden yanınıza onu görmeye çağmanız beni duygulandırdı. Buna rağmen bu hoş davetinizi kabul edemeyeceğim, en azından şimdilik. İşte sebebi: pembe kaktüsüm muhtemelen çiçek açacak.

Başlangıç diye işte buna denir! Cüretkâr. Tam sevdiğim gibi. Çünkü aile ahlakının ortasında bir çiçeğin açılmasını görme mutluluğunu kutsal annelik hissinden daha değerli olduğunu söylemek cüretkârdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir