İçeriğe geç

Hayalet Kalp Kitap Alıntıları – Ali Benjamin

Ali Benjamin kitaplarından Hayalet Kalp kitap alıntıları sizlerle…

Hayalet Kalp Kitap Alıntıları

Her sabah savaştığım, karmakarışık saçlarımı düşünüyorum. Yaşamım boyunca, dolaşık saçlarımı fırçalayıp açmak için saatler harcadım ama saçlarımı ne kadar özenle tutamlara ayırmaya çalışsam da hemen dolaşıveriyorlar. Açılması olanaksız bir hale gelinceye kadar birbirlerine giriyorlar. Bazen makası kapıp oracıkta düğümü kesmekten başka elden bir şey gelmiyor. Ama insanlardan oluşan bir düğümü nasıl kesebilirsiniz ki?
Sözünü ettiği atomları hissetmeye çalıştım; içimde bir yerlerde bana esin vererek bir anda “Olmak ya da olmamak,” veya “Sen neden sensin?” diye haykırmamı sağlayacak bir şey sezinlemeye çalıştım ama nafile. Ardından bir şeyin ayırdına vardım; eğer içimizde Shakespeare’in atomları varsa, herhalde gelmiş geçmiş insanların en kötüsü Adolf Hitler’in atomları da vardı büyük olasılıkla.
Yetişkinler herkes gibidir, aslında gerçek düşüncenizi söylemenizi istemezler.
Güya her şey bitmişti, bizimse yaşama devam etmemiz gerekiyordu.
Belki büyümenin getirildiği bir şeydir bu. Belki büyüdükçe yaşamımızdaki insanlarla aramıza, türlü yalanlarla doldurabileceğimiz kadar büyük bir mesafe giriyordur.
Denizanaları sağ kalanlardır. Diğerlerinin başına gelenlerden kurtulmuş olanlardır.
Bunca zaman öykümüzü, bizim öykümüz sanmıştım. Meğer senin kendi öykün varmış, benimse kendi öyküm. Öykülerimiz bir süreliğine çakışınca tek bir öykü gibi gözükmüşler. Oysa farklı farklı öykülerimiz varmış aslında.
Bir insan yalnızca susarak görünmez olabilirmiş.
Sanki onların akıttığı, benim akıtmadığım gözyaşları bir şeyin kanıtıydı: senin beni boş yere terk etmediğinin, benim seni hiç mi hiç hak etmediğimin kanıtı.
Nedense, bazı şeylerin gerçekten de durup dururken olması tüm gerçeklerin en korkuncu, en acısıymış gibi geliyordu
Yaşamım boyunca dolaşık saçlarımı fırçalayıp açmak için saatler harcadım ama saçlarımı ne kadar özenle tutamlara ayırmaya çalışsam da hemen dolaşıveriyorlar. Açılması olanaksız bir hale gelinceye kadar birbirlerine giriyorlar. Bazen makası kapıp oracıkta düğümü kesmekten başka elden bir şey gelmiyor.
Ama insanlardan oluşan bir düğümü nasıl kesebilirsiniz ki?
Sessizlik sesten fazlasını söyleyebilir, aynı şekilde bir kimsenin yokluğu, varlığından bile çok yer kaplayabilir.
Tuhaftır ki sözsüz iletişim bazen sözlü iletişimden daha iyi olabilir. Sessizlik, sesten fazlasını söyleyebilir. Aynı şekilde bir kimsenin yokluğu, varlığından bile çok yer kaplayabilir.
İnsanlar konuşmasalardı, bir şey söylediklerinde, söyledikleri şeyler önem kazanırdı.
Sevdiğin birine veda etmenin tek bir doğru yolu yoktur ama en önemlisi, veda ettiğin kişiden bir parçayı içinde taşımandır.
Görünmeyi, insanın gözleriyle algıladığı bir şey sanırdım hep. ( ) Görünmek gözlerden çok kulaklara bağlıymış meğer.
“Başını kaldırıp bana bakıyorsun.Gözlerimi yüzüne dikiyorum.Elimden geldiği kadar sana her şeyi anlatmaya çalışıyorum.”
“Beni duymuyorsun ama sezmen gerek.Seni izlediğimi hissetmen gerek.”
Hüzün tehlikeliydi. Hüzün her şeyi mahvedebilirdi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Konuşmamak bana çok önemli bir şey öğretmişti: Sözcükleri kullanmadığınız zaman sır tutmanız son derece kolaylaşıyor.
Tuhaftır ki sözsüz iletişim bazen sözlü iletişimden daha iyi olabilir. Sessizlik, sesten fazlasını söyleyebilir. Aynı şekilde bir kimsenin yokluğu, varlığından bile çok yer kaplayabilir.
Elini göğe doğru salladı.
Kuş olsaydım, sonbaharın peşinde dünyayı dolaşırdım. Dedi
Benimle konuşuyor gibi değildi.
hoşuma gitti.Birinin özel düşüncelerini izlemek gibi bir şeydi bu. İkimizde hem buradaydık hemde değildik sanki.
Koridorda yürümüyordum da uçuyordum adeta sanki hem oradaydım hem de değildim. Sanki şimdiden bir hayalet olmuştum. bir hayalet kalp.
Sözcükleri yazdım: Özgürlüğü yakala. İngilizce öğretmenim duysa oksimoron derdi, çünkü özgürlük yakalanırsa özgürlük olmaktan çıkar
Sınıftan çıkıp koridora dönerken yine anlamadığım şeylerden birini yaşadığımı düşünüyordum: Bir rapor için canla başla çalıştıktan sonra, üstüne üstlük bir de A almışken kendinizi nasıl yanlış bir şey yapmış gibi hissedebilirdiniz ki?
Sanki siz baştan aşağı yanlışmışsınız gibi .
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Denizanaları o türlerin soyu tükenmeden önce de,yaşamın kökenleri gelişirken de buradaydılar, şu an da buradalar, Onca zamandır bir kalp gibi atarak okyanusu katediyorlar.
Denizanaları sağ kalanlardır. Diğerlerinin başına gelenlerden kurtulmuş olanlardır
Bunca zaman öykümüzü,bizim öykümüz sanmıştım. meğer senin kendi öykün varmış,benimse kendi öyküm. Öykülerimiz bir süreliğine çakışınca tek bir öykü gibi gözükmüşler.Oysa farklı öykülerimiz varmış aslında.
Bazen bir şeylerin değişmesini öyle çok istersiniz ki her şeyin aynı kaldığı bir odada bulunmaya bile katlanamazsınız
Önemsediğimiz insanlarla zaman geçirmek bize verilmiş bir armağandır. Eksik kalsa da. Birlikte geçirdiğimiz süre, bizim umduğumuz biçimde veya umduğumuz zamanda sonlanmasa da. Hatta terk edilsek bile.
Önemsediğimiz insanlarla zaman geçirmek bize verilmiş bir armağandır. Eksik kalsa da. Birlikte geçirdiğimiz süre, bizim umduğumuz biçimde veya umduğumuz zamanda sonlanmasa da. Hatta terk edilsek bile.
İnsanlar dünyaya sonradan geldiler belki. Oldukça narin yaratıklarız belki ama aynı zamanda da bir tek biz değişmeye karar verebiliriz.
Bir şeyi çok iyi öğrendim: Bir insan yalnızca susarak görünmez olabilirmiş. Görünmeyi, insanın gözleriyle algıladığı bir şey sanırdım hep Görünmek gözlerden çok kulaklara bağlıymış meğer.
Belki benimle konuşmayı bekliyorsundur. Belki sen de bana bir mesaj vermeyi planlıyorsundur. Belki de sessizliğinin her şeyden kötü, her şeyden zor geldiğini biliyorsundur.
İşte o zaman telefonun çalmayacağını anlamaya başlıyorum. Kimse kapımıza dayanmayacak. Ne bugün, ne yarın, ne de ertesi gün.
Seni bir dahaki görüşümde ne diyeceğimi bilmiyorum.
Yaptığım şey, seninle aramızda asılı kalıyor. Yarım bırakılmış bir cümle gibi sessizce havada duruyor.
Güya her şey bitmişti, bizimse yaşamaya devam etmemiz gerekiyordu.
Yetişkinler hakkında birkaç şey biliyordum. Bildiğim şeylerden biri de şuydu: Yetişkinler herkes gibidir, aslında gerçek düşüncenizi söylemenizi istemezler.
Yaşlı kadın, yaptığı hataları anımsatsınlar diye boş şişeleri bir ağaca asıyor. Şişeler ayazda birbirine çarpınca çan gibi ses çıkarıyorlar, kitabın en sevdiğim yanı da bu işte: O sallanan şişelerin, tüm o kötü anıların birbirlerine çarpınca müzipe dönüştüğünü düşünmek.
o denizanaları hala oradalar.
hala beş saniyede bir yirmi üç kişiyi sokuyorlar. benim yaşamımın sonuna kadar, hatta belki dedünyadaki yaşamın sonuna kadar denizanları orada olacaklar.
ölümsüz denizanalarını düşünüyorum, hani şu gençleşebilenleri. acaba gençleşmenin birden fazla yolu var mıdır? insanların da gençleşmesinin bir yolu var mıdır?
örneğin, küçükken hissettiğimiz o duyguyu yeniden hissedebilsek, yine her şeyin gerçekleşebileceğine inansak nasıl olurdu?
içimdekiler ile dışımdakiler arasında, kalbimdekiler ile dış dünyaya gösterdiklerim arasında böyle bir uçurum vardı. o uçurum öyle büyüktü ki beni burada, mutfağın ortasında üç milyar parçaya ayırmak üzereydi.
hüzün tehlikeliydi. hüzün her şeyi mahvedebilirdi. beni durdurabilecek bir şey varsa o da hüzünlenmekti.
koridorda yürümüyordum da uçuyordum adeta. sanki hem oradaydım hem de değildim. sanki şimdiden hayalet olmuştum. bir hayalet kalp.
sanki her şey bir anda üst üste geliyor, her şey öyle hızlı gelişiyor ki hiçbir şeyi yakalayamıyorum.
evet, diyordu astronom. evet, bizler bu evrenin bir parçasıyız, bizler bu evrenin içindeyiz ama belki bu gerçeklerden daha önemli olan şey, evren bizim içimizde.
açıklamayı deneyeceğim. anlatmaya çalışacağım ama anlamayacağını da biliyorum.
ama bazen bilimsel çalışmalar, korkutucu şeyleri de ortaya çıkarıyordu. yırtıcılar ile avlarını veya bir tilkinin ağzında çırpınan bir tavşanı düşünmek hoşuma gitmiyordu. olanaksızı başarıp ışık hızında yolculuk edebilsek bile evrenin sınırına ulaşmamızın kırk altı milyar yıldan fazla süreceğini, bu süreninse evrenin yaşının üç katı olduğunu bilerek yatağımda uzanmak hoşuma gitmiyordu. asıl kötüsü, evren öyle bir hızla genişliyordu ki biz evrenin bugünkü sınırına ulaşana kadar evren de büyümeyi sürdüreceğinden o sınıra asla ve asla ulaşamazdık.
ne kadar uğraşırsak uğraşalım, sonsuza dek ortada bir yerde, aslında hiçliğin ortasında kalakalmıştık.
her yönde genişleyen hiçlikle çevrelenmiş, açık mavi bir noktada yaşamak hoşuma gitmiyordu.
keşke seninle tanışabilseydim, jamie. keşke seninle tanışabilseydim de beni anladığını söyleyebilseydin. çünkü başka kimse anlamıyor.
denedim. sana seslenmeye çalıştım ama sözcükler boğazıma kaçtı.
sana gözlerimle anlatmaya çalıştım. sen bakışlarını kaçırdın.
insanlar konuşmasalardı, kendi yaşamlarının sesini daha iyi duyabilirlerdi. insanlar konuşmasalardı, bir şey söylediklerinde, söylemeyi seçtikleri şeyler önem kazanırdı. insanlar konuşmasalardı, birbirlerine ışık yakan veya ten renklerini değiştiren su altı canlıları gibi birbirlerinin işaretlerini okuyabilirdi.
insanlar birbirlerinin işaretlerini okumakta hiç iyi değiller. artık iyice biliyorum.
kendimi tümden başka bir türmüşüm gibi hissediyorum.
örneğin, zamanda mekanın aynı şey olduğunu ve zamanın tüm anlarının aynı anda yaşanabileceğini biliyorum. yani, ben hem henüz doğmuşum hem de bir çocuğum, hem yaşlı bir kadınım, hem de hiç var olmamışım.
birine acı çektirmenin, sonra da karşısına geçip izlemenin nasıl bir his olduğunu biliyordum. ben de yapmıştım.
1968’deki görüntüyü daha çok sevmiştim. 1968’deki görüntüde biz önemliydik. keşke daha uzaklara gitmeseydik de kendimize güneş sisteminin dış kenarından bakmaya çalışmasaydık. keşke kendimizi, böylesine büyük bir boşkukla çevrili, zar zor görünen bir toz taneciği olarak görmeseydik.
ben yedi milyar insandan yalnızca biriydim, insanlar da on milyon türden yalnızca biriydi. o on milyonsa, yeryüzünde varlık göstermiş tüm türlerin yalnızca küçük bir kısmıydı ve hepimiz nasılsa ekrandaki o kahverengi toz taneciğine sığışmıştık. çevremizdeyse boşluk vardı. dört bir yanımızı cansız, ıssız bir boşluk sarıyordu.
işte o zaman biraz telaşa kapıldım ve midem bulanmaya başladı.
İnsanlar konuşmasalardı bir şey söylediklerinde, söylemeyi seçtikleri şeyler önem kazanırdı.
sözünü ettiği atomları hissetmeye çalıştım; içimde bir yerlerde bana esin vererek bir anda olmak ya da olmamak, veya sen neden sensin? diye haykırmamı sağlayacak bir şey sezinlemeye uğraştım ama nafile. ardından bir şeyin ayırdına vardım; eğer içimizde shakespeare’in atomları varsa, herhalde gelmiş geçmiş en kötüsü adolf hitler’in de atomları vardı büyük olasılıkla.
yetişkinler herkes gibidir, aslında gerçek düşüncenizi söylemenizi istemezler.
denizanaları, eskiden var olan dünyayı şimdiki dünyadan ayırır.
işte hesap ortada: denizanaları ortaya çıktığından bu yana geçen zaman, seksen yıllık tek bir kişinin ömrüne, üç milyar kalp atışına sıkıştırılabilseydi, insan türü o kişinin son on gününde, yaklaşık son bir milyonuncu kalp atışında sahneye girerdi. öteki her şeyi, doğumu, bebekliği, yürüme çağını, çocukluğu
vs. denizanaları yaşardı. biz insanlar yalnızca güç bela alınan, son birkaç nefese tanıklık ederdik.
gerçi çoğu zaman mutluluğu hak etmediğimi biliyordum. bir daha hiç etmeyecektim.
denizanaları sergisini gezme zahmetinde bile girmemişlerdi. irukandjiler hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. merak bile etmeyeceklerdi.
o zaman anladım: kimse merak etmeyecekti. benden başka kimse.
hepsi de öylesine tuhaf yaratıklardı ki uzaylılara benziyorlardı adeta. zarif uzaylılar. zarif ve sessiz. müziğe gerek duymadan dans eden uzaylı balerinlere benziyorlardı.
bunca zaman öykümüzü, bizim öykümüz sanmıştım. meğer senin kendi öykün varmış, benimse kendi öyküm. öykülerimiz bir süreliğine çakışınca tek bir öykü gibi gözükmüşler. oysa farklı farklı öykülerimiz varmış aslında.

böylece bir şeyin ayırdına vardım: herkesin öyküsü başından sonuna kadar farklıdır. bir süreliğine ikisi birmiş gibi gözükse bile kimsenin öyküsü aslında kimseninkiyle birlikte gitmez.

aslında herkesin sandığı gibi konuşmayı reddediyor değildim. yalnızca, gerekmedikçe dünyayı sözcüklerle doldurmamaya karar vermiştim.
bir insan yalnızca susarak görünmez olabilirmiş.
Hepsinden çok, havadan sudan konuşmanın, neden konuşmamaktan daha kibar olduğunu anlayamıyorum. tıpkı bir gösteriden sonra insanların alkışlanması gibi. Bir gösteriden sonra , birinin el çırpmadığını işittiniz mi hiç?
İnsanlar gösterinin iyiliğine veya kötülüğüne bakmaksızın el çırparlar. İnsanlar bandonun yıllık konserinden sonra bile alkışlar ki bu da durumu açıklıyor.
Çünkü o adı ne zaman son kez andığı­ nızı asla bilemezsiniz. Bir gün bilmeden son kez anarsınız. Sonra da ölen kişi sonsuza dek yok olur, gider.
Kim bilir,belki de insanların sonu,öldükleri gün değil de son kez anıldıklarında geliyordur.
İnsanlar konuşmasalardı, bir şey söylediklerinde, söylemeyi seçtikleri şeyler önem kazanırdı.
Lütfen, lütfen sen de değişen şeylerden biri olma
Yani, ben hem henüz doğmuşum hem bir çocuğum, hem yaşlı bir kadınım hem yeni ölmüşüm, hem de hiç var olmamışım.
Onları görmek, böyle kolayca mutlu olunduğunu görmek beni allak bullak ediyordu. Mutluluğu hem anımsıyor hem de anımsayamıyor gibiydim.
Gerçi çoğu zaman mutluluğu hak etmediğimi biliyordum.
Bir daha hiç etmeyecektim.
Bir insan yalnızca susarak görünmez olabilirmiş.
çünkü özgürlük ya­kalanırsa özgürlük olmaktan çıkar
“Veda etmek önemlidir, “ dedi. “Yaşama yeniden başlamamızı sağlayan şey vedalardır. “

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir