İçeriğe geç

Bir Türkiye Hayali Kitap Alıntıları – Selçuk R. Şirin

Selçuk R. Şirin kitaplarından Bir Türkiye Hayali kitap alıntıları sizlerle…

Bir Türkiye Hayali Kitap Alıntıları

Şu 5 Pişmanlığı Yaşamayın!

Ölüm döşeğinde olsanız en çok neden pişmanlık duyardınız? Yok, korkmayın ölüm üzerine bir yazı değil bu. Tersine hayatın gerçek manası üzerine bir deneme. Devam edin okumaya, pişman olmayacaksınız.

Ölüm döşeğindekilere kulak veren hemşire

Bronnie Ware ölüm döşeğindeki hastaların son 12 haftasını geçirdiği geçici ünitede 8 yıl hastalarla tek tek sohbet etmiş bir hemşire. Onların ölmeden önce en çok neden pişman olduklarıni anlamaya çalışmış. Bulduklarını büyük bir titizlikle tasnif edip kişisel blogunda paylaşmış. İlk sene 3 milyondan fazla kişinin okuduğu bu listeyi sonradan Ölmeden Önce En Çok Pişman Olduğumuz 5 Şey adlı kitaba aktarmış. Bu konunun yoğun ilgi görmesinin anlaşılır bir nedeni listedeki her pişmanlığın hayata dair sarsıcı bir ders olması.

En büyük 5 pişmanlık

Peki, neydi ölmeden önce itiraf edilen en büyük pişmanlıklar? Özetle geçeyim: Keşke hayallerimden vazgeçmeseydim, aşırı yoğun çalışmasaydım, duygularımı daha çok paylaşsaydım, dostlarimla bağımı korusaydım ve mutlu olmayı seçseydim. İsterseniz tek tek açalım bu hayat bilgisi dersini.

1. Keşke hayallerimden vazgeçmeseydim!

En yaygın pişmanlık ne biliyor musunuz? Neredeyse ölüm döşeğindeki her hasta şunu söylüyor: “Şimdiki aklım olsaydı kendi hayallerimin peşine daha ısrarla düşerdim!” Hepimizin yaşayacak bir hayatı var. Kimimiz bu hayatı başkalarının bize biçtiği hedefler için yaşıyoruz. Kimimiz de kendi yolunu bulmak için sürüden ayrılıyor. Anlaşılan o ki başkalarının hikâyesinde figüran olmak en büyük pişmanlık. Saadet kişinin kendi hikâyesinin kahramanı olmasında

2. Keşke aşırı yoğun çalışmasaydım!

Ölüm döşeğindeki herkesin ama özellikle de erkeklerin neredeyse tamamının altını çizdiği bir nokta var: Çok çalışmak! İş için aile ve dostları ihmal eden insanların pişmanlığı bu. Çocuklarının nasıl yetiştiğine şahit olmayan, aileyle geçirilen tatilleri parmaklarıyla sayan insanlar. Anlaşılan o ki hayatın sonuna gelindiğinde iş dünyasında elde edilen başarılar, para, prestij pek de bir anlam ifade etmiyor. Bütün bunlardan geriye iş için vazgeçilenlerin pişmanlığı kalıyor.

3. Keşke duygularımı ifade etme cesaretini gösterseydim!

Gündelik hayatın dayattığı gelenekler ve kurallar içinde çoğu zaman gerçek duygularımızı saklıyoruz. Sonra da pişman oluyoruz, gerçek duygularımızı ifade etmediğimiz için. Bu pişmanlığın bizde daha yoğun olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü çok duygusal bir toplumuz -erkeği en çok ağlayan ülkelerden biriyiz- ama aynı zamanda duygularımızı ifade etme konusunda son derece tutuk bir halimiz var. Mesela çok ağlıyoruz ama hâlâ içten bir “Seni seviyorum” demekte zorlanıyoruz. Siz siz olun, sevdiklerinize duygularınızı söylemeyi ertelemeyin.

4. Keşke dostlarımla bağımı korusaydım!

Çocukluk arkadaşları, ilk gençlik arkadaşları, okul, askerlik, iş arkadaşları Mahalleden, apartmandan arkadaşlar Hikâyemizin kahramanları. Onlar olmadan bizim de hikâyemiz yok. Hayat telaşına kapılıp dostlarını ihmal etmenin pişmanlığı ölüm döşeğindeki en büyük keder. Pişman olmak istemiyorsanız arayın eski arkadaşlarınızı

5. Keşke mutlu olmayı seçseydim!

İncir çekirdeğini doldurmayacak şeylere takarak hayatı kendine zehir edenlerin pişmanlığı. Hep başkalarını mutlu etmek için kendi mutluluğundan feragat etmek. Değişimden korkarak alışkanlıklarin sıkıcı dünyasına kendini hapsetmek. Ölüm döşeğinde hepsi pişmanlık nedeni. “Keşke biraz daha çok gülseydim, keşke biraz daha çok komiklik yapsaydım” diyen o kadar çok ki. Mutlu olmak bazen bir tercih meselesi. Özellikle de küçük şeylerle mutlu olmak.

Başkalarına ipotekli bir hayat sizin değildir. Kendi hayatınızı seçin!

Şimdi diyeceksiniz ki hocam bize son pişmanlığı anlatmak için ta Avustralya’daki hemşireye gitmeye ne gerek vardı. Haklısınız zira bütün bu hayat dersini muhteşem dizeleriyle Necatigil anlatır:

SEVGİLERDE*

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı.

Behçet Necatigil

Üstün beceri karın doyurmuyor

OECD ülkelerinde beceri seviyesi arttıkça istihdama katılım da artıyor. Bu durumun istisnası Türkiye!

Bizde beceri seviyesi artınca istihdama katılım artmıyor!

Yani işsizlerimizin beceri seviyesiyle iş sahibi olanların beceri seviyesi neredeyse aynı!

Ancak işin daha vahim bir boyutu var: OECD ülkelerinin aksine Türkiye’de aynı beceriye sahip insanlar birbirinden çok farklı gelire sahip olabiliyor. Bir başka ifadeyle, öteki ülkelerin aksine bizde düşük beceri seviyesindeki bir kişi, üstün beceri seviyesindeki bir kişi ile neredeyse aynı gelir seviyesine rahatlıkla sahip olabiliyor. Durum böyle olunca da beceri hayatta başarılı olmak için elzem bir unsur olmaktan çıkıyor.

İnsanlar da becerilerini geliştirmek yerine, kendilerine hayatta başarı getirecek “başka” becerilere yöneliyor. O başka becerilerin dünyada bir karşılığı yok, ama belli ki bizde bir karşılığı var. Hal böyle olunca da ortaya nüfusunun yalnızca yüzde 1’inin dünya ekonomisinde rekabet edebilecek beceriye sahip olduğu bir ülke çıkıyor.

Birey değil, sistem

Ahlakı yalnızca bireysel kavramlarla, bireylerin zaaf ya da erdemleriyle açıklamak meselenin bu sistemsel boyutunu kaçırmak demektir. O boyutu kaçırdığımız zaman, yani ahlakı bireysel bir kavrama hapsettiğimiz zaman ahlaklı insanları kahramanlaştırmaktan, ahlaksız insanları da şeytanlaştırmaktan kendimizi alıkoyamayız. Yine bu dar bireysel yaklaşımla ahlaksızlığın neden belli toplumsal sistemlerde daha yaygın olduğunu anlamak da mümkün olmaz, bu da ahlakın bireysel olduğu kadar toplumsal bir kavram olduğunu gösterir.

İnsanın özünde var olan bireysel çıkar eğilimini toplumsal çıkar lehine dönüştürmek, medeni bir hayat kurmanın özü.

Ahlak üzerine yapılan karşılaştırmalı araştırmalarda ortaya çıkan veriler de bunu doğruluyor: Demokratik bir hukuk düzeni kuran toplumlarda ahlaksızlık azalıyor. Totaliter sistemlerde ahlaksızlığın her türlüsü artıyor.

O nedenle artık beşeri gelişmişlik çalışmalarının odağında bir refah göstergesi olarak “toplumsal güven endeksi” yer alıyor. Çünkü bir toplumda başkalarına güven arttıkça o toplumda ahlaksızlık azalıyor, üretkenlik ise artıyor.

Türkiye toplumuna bu açıdan baktığımızda karşımıza son derece karamsar bir tablo çıkıyor. Dünya Değerler Araştırması’na göre bizde “İnsanlara güvenirim” diyenlerin oranı yüz kişide sadece 12, bu oranla 58 ülke içerisinde sonlardayız (44. sıradayız).

Daha açık toplumlarda, örneğin Hollanda’da bu oran yüzde 66, İsveç’te yüzde 60 ve Almanya’da yüzde 44.

Bu verileri detaylıca inceleyince sorunun kaynağında hukuk sistemi ve gelir dağılımındaki arızalar olduğu ortaya çıkıyor. Bu iki alanda sorunu olan ülkelerde, yani hukukun üstünlüğünü inşa edememiş, bireyler arasında uçurumlar yaratmış ülkelerde toplumsal güvensizlik en üst noktaya çıkıyor.

Özetle, ahlaksızlığın genelleşmesini ben insani değil toplumsal bir zaaf olarak açıklıyorum. Gündelik hayatı ve politikayı saran bu durum, insanın özündeki “kötülük”ten kaynaklanmıyor. Düşünememekten, cahillikten hiç kaynaklanmıyor.

Ahlaksızlık dediğimiz bu durumun kaynağı bir arada yaşamak için kurduğumuz eğitim ve hukuk sisteminde.

Eğer Türkiye toplumu eğitimden hukuk sistemine bir dizi reformla bir arada yaşama etiğini yeniden inşa ederse, bugün adına ahlaksızlık dediğimiz girdaptan çıkıp refah toplumu olma yönünde önemli bir adım atmış oluruz. Her şey bir tercih meselesi.

James Rest’in dört aşamalı ahlaki davranış modeli

James Rest’in, akademik çalışmalarımda sıkça başvurduğum modeline göre ahlaklı bir davranış dört aşamada ortaya çıkıyor. Bu aşamalardan herhangi birinin eksik olması ahlaksızlığa yol açıyor.

Ahlaklı bir davranış için ilk aşama ahlaksızlığa karşi duyarlı olmaktır. Ahlaksızlığa şahit olunca durup o olaya odaklanır mısınız, yoksa görmezden mi gelirsiniz?

Diyelim ki gözünüzün önünde bir görevli rüşvet aldı. Ne yaparsınız? Hiçbir şey yokmuş gibi işinize devam mı edersiniz, yoksa durup “Ne oluyor?” mu dersiniz? İkincisini yaptığınız vakit ahlaki bir davranış için ilk adımı atmış olursunuz.

Ahlaki bir davranış sergilemenin ikinci aşaması ahlaki bir muhakemeye sahip olmayı gerektirir.

Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu gösteren bir cetveliniz olmadan ahlaki davranış ortaya çıkmaz.

Yine yukarıdaki örnekten yola çıkarsak: Rüşveti fark ettiniz. Ortada bir ahlaksızlık olduğunu seziyorsunuz ama emin değilsiniz. Ahlak prensipleriniz nelerdir? Medeni bir toplumda hiç kimse haksız kazanç elde edemez” prensibine sahip iseniz rüşveti şikâyet etmeniz en doğru yol. “Bal tutan parmağını yalar” derseniz olayı unutmanız mümkün. “Şikâyet edersem başıma iş gelir” kaygısıyla “önce kendimi düşünmeliyim” derseniz rüşveti görmezden gelmek makul bir seçenek. Bu aşamada amaç kişisel ahlaki prensipleriniz çerçevesinde seçenekleri sıralamak.

Ahlaki bir davranışın üçüncü aşaması ahlaki motivasyon.

Bazen ahlaksızlığı gördüğünüzde ne yapmanız gerektiğini bilebilirsiniz ama doğru olanı yapmak için yeterince motivasyonunuz olmayabilir.

Yukarıdaki örnekten yola çıkarsak eğer, rüşveti ahlaksızlık olarak görüyorsanız, belli bir risk de alarak durumu şikâyet eder misiniz? Yoksa başka motivasyonlar, mesela güvenlik kaygısı, sizi diğer seçeneklere, yani durumu görmezden gelmeye mi iter? İşte bu aşamada niyet ve davranış birbirinden ayrılıyor. İyi niyet sahibi olmanız ve neyin ahlaki olduğunu bilmeniz tek başına sizi ahlaki bir davranışa itmiyor. Doğru olanı yapmak için niyet ve bilgi kadar motivasyon da şart.

Ahlaki bir davranışın ortaya çıkması için gerekli son aşama ahlaki eylem.

Bu aşama cesaret, kararlılık ve niyetinizi eyleme geçirecek bir beceriye sahip olmayı gerektirir.

Rüşveti ahlaksızlık olarak görüp bunu şikâyet etmek için gerekli motivasyonunuz olabilir ama bu motivasyonu eyleme geçirme noktasında yeterli bilgi ve beceri birikiminiz olmayabilir. Kime, nasıl şikâyet edilecek? Polise mi gidilmeli, basına mı gidilmeli? Bu sorulara verilecek yanıtlar ahlaki davranışın şeklini belirler.

Bu ahlaki davranış modelinin işlevsel yanı, ahlak kavramını soyut, uhrevi ya da tamamen bireysel olmaktan çıkartıp onu somut, gözlemlenebilir ve toplumsal bir vaka olarak ortaya koymasıdır. Bu anlamda daha ahlaklı bir toplum için bireysel tercihler kadar toplumsal sistemin niteliği de önemli. Ahlaksızlık tek başına bireysel tercihlerle açıklanamayacak bir kavram.

Yukarıdaki tabu-tiksinti senaryosu üzerinden örneklersek, katılımcılar herhangi bir tiksinti duygusunu meşrulaştırmaya çalıştıklarında, bir başka ifadeyle herhangi bir olayı ahlaksız olarak damgaladıklarında, en sık olarak günah kavramını öne çıkartıyorlar. Kutsallıktan sonra sırasıyla “toplumsal düzeni tehdit” ve “bireysel haklara tecavüz” en sık başvurulan ahlaki meşrulaştırma araçları.

Bu bulgularla Türkiye örneklemi ABD, Brezilya, Filipinler ve Japonya’dan epey farklı. Bu ülkelerin hiçbirinde kutsal değerler bizdeki kadar ahlaki yargıları belirleyici bir rol oynamıyor. Bu kültürlerde bireysel etik değerler ahlaki yargıları belirliyor.

Bir başka ifadeyle ahlaki olarak herhangi bir şeye iyi ya da kötü demek için biz kutsal değerler üzerinden bir gerekçe ileri sürerken onlar bireysel etik üzerinden bir meşrulaştırma kullanıyor.

Ahlaksızlığı teşvik eden sistemdir. Bireyler kendi çıkarları için başkalarının doğuştan gele haklarını gasp ettiği ölçüde ahlaksızlığa bulaşır.
Freud’a sormuşlar;
Medeniyetin en mühim buluşu nedir? diye. O da Ahlaktır demiş ve eklemiş: Ahlak olmasaydı herkesin tepesine bir bekçi dikmek zorunda kalırdık.
Ya Suriyeli sığınmacıları toplumsal ve ekonomik olarak hayata katacağız ya da içeride huzursuzluk , dışarıda istikrarsızlık kaynağı olacak yeni bir alt sınıf oluşmasına sebep olacağız.
Huzur için, ekmek için birbirimize güvenmekten ve bu güvenceyi yasalarla garanti altına almaktan başka çaremiz yok.Tercih bizim!
Ülke olarak başımıza gelecek en büyük felaket ülkenin önündeki sorunlara sıradışı çözümler üretecek bireylerin yetişmemesidir. Gerçek fukaralık, koşulların zor olması değil, zor olan koşullara rağmen yaratıcı çözümler arayan bireylerin olmamasıdır. O nedenle ülkemize yapacağımız en büyük yatırım itirazı bol, tahayyülü sınırsız koşulları hiçe sayan ve evet, kaybetmekten korkmayan nesiller yetiştirmektir.
Fil gibiyizdir biz köylüler! Unutmayız geldiğimiz yerleri çünkü biliriz ki unutursak yaban ellerde kayboluruz.
Facebook kurucusu Zuckerberg milyarder oluncaya kadar hiçbir siyasetçiyle tanışmadığını söylemişti. Böyle bir şey Türkiye’de mümkün mü?
Seni seviyorum demekte zorlanıyoruz.
Eğitimi dert etmiyorsanız, söylenmeyeceksiniz!
Çünkü Müslüm Baba haklıydı: Yakarsa dünyayı garipler yakar!
Bir halı dokur gibi, sabırla, ilmik ilmik güven örmemiz gerekiyor.
Zekâya inanmıyorum. Çoğu insan zekâya inanır, ben inanmıyorum. Bizi birbirimizden ayıran emektir. Ben çalışmaya inanıyorum

– Aziz Sancar

Özgür bilgiye ulaşma arzusu yurttaşları alternatif medya arayışına itiyor. Basının özgür olmadığı ülkelerde yurttaşlar sosyal medyada kendilerini ifade ediyor. Çünkü insan düşünen bir sosyal varlık. Bilmek, öğrenmek ve paylaşmak istiyor. Hayatı bulduğu gibi bırakmak istemeyenler bir yolunu bulup bilgiye ulaşıyor, ulaştıkları bilgiyi paylaşıyor. Twitter işte bu amaca hizmet ettiği için alternatif bir medya ortamı olarak belli koşullarda daha çok kullanılıyor.
Bazı toplumlarda çocuk istismarının, kadınlara saldırının daha yüksek olmasının nedeni o toplumlarda sapıkların yığılması değil sapıklığı özendiren bir sistemin kurulmasıdır. Çünkü ahlak bireysel değil, toplumsal bir kavramdır
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Şimdiki aklım olsaydı kendi hayallerimin peşine daha ısrarlı düşerdim!
Hepimizin yaşayacak bir hayatı var. Kimimiz bu hayatı başkalarının bize biçtiği hedefler için yaşıyoruz. Kimimiz de kendi yolunu bulmak için sürüden ayrılıyor. Anlaşılan o ki başkalarının hikâyesinde figüran olmak en büyük pişmanlık. Saadet kişinin kendi hikâyesinin kahramanı olmasında
Sebebi ne olursa olsun gelin ölen her masum insanı hikâyesiyle, adıyla sanıyla tarihe kaydedelim. Kimdiler, nereden geldiler, hangi takımı tutuyorlardı, en sevdikleri türkü neydi, son gittikleri konserlerin biletleri duruyor mu odalarında bir yerde asılı olarak? Çünkü katliamın boyutu ne olursa olsun, ölenlerin sayısı kaç olursa olsun, ölen bir sayı değildir bir insandır. Ve her bir insan başka bir hayattır.
#sayıdeğilinsan
Eğitimi dert etmiyorsanız, söylenmeyeceksiniz!
Başkalarına ipotekli bir hayat sizin değildir. Kendi hayatınızı seçin!
Hayalini yitiren bir ülkeden hiç kimseye hayır gelmez.
İnsan hayatta kalmak için son derece bencil olma potansiyeline sahip bir varlık.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Birbirinden farklı kimliklerin bir arada yaşadığı bu topraklarda huzur içinde bir arada yaşamanın yolu ortak bir ahlak anlayışı geliştirmekten geçiyor.
Bazı toplumlarda çocuk istismarının, kadınlara saldırının daha yüksek olmasının nedeni o toplumlarda “sapıkların”ın yığılması değil, “sapıklığı” özendiren bir sistemin kurulmasıdır. Çünkü ahlak bireysel değil, toplumsal bir kavramdır.
Geçiştirilen her ölüm, fazladan bir ölümdür.
Ekonomik gelişmemizi devam ettirmek için duble yol değil güven inşa etmemiz gerekiyor. Bu da kutuplaştırıcı, toplumun fay hatlarını derinleştiren politikalardan ziyade başka alanlara öncelik vermekten geçiyor. Hukukun üstünlüğünü tesis etmek, mahkemelerimizin adalet dağıtma kapasitesini geliştirmek, gelir dağılımını iyileştirmek, kentlilerine sürecini desteklemek ve laikliğin güçlendirmesi, güven artırmak için öncelikli politika alanları gibi duruyor. Bunlar üç beş ayda sonuç alınabilecek alanlar değil. Bir halı dokur gibi, sabırla, ilmik ilmik güven örmemiz gerekiyor.
Etkileşimli (diyalog) okuma yani ebeveynlerin çocukları ile karşılıklı konuşarak ve soru cevaplarla kitap okumaları zekâyı 6 puanın üstünde artırıyor.
Özellikle dar gelirli ailelerden gelen çocukların okulöncesi eğitim almaları onların zekâsını 4 puan arttırıyor. Eğer kapsamlı, yani çocuğun her türlü gelişimini odağa alan kaliteli bir okulöncesi eğitim kurumuysa, zekâ 7 puandan fazla artıyor.
Trump tarzı sağ siyasetçilerin her yerde uyguladığı basit bir yöntem var: Sağ tabanı bir arada tutmak için sürekli korkulacak bir düşman yaratmak gerek.
Ya kalkınma masallarıyla kendimizi uyutacağız ya da gerçeği görüp kendimize çekidüzen vereceğiz. Tercih bizim.
Her sene rekor diye kutladığımız fındık ihracatımızdan yılda 3 milyar dolar ciro yapıyoruz. Bu doğal kaynağı bizden alıp akıl ve yaratıcılık katarak dünyaya pazarlayan İtalyan şirketi Ferrero ise yılda 11 milyar dolar ciro yapıyor! 22 bin kişinin çalıştığı bir şirket bizim 5 milyon kişiyle ürettiğimiz değerin 4 katını kazanıyor. Fındığın hamallığını biz, sefasını onlar sürüyor.
“Taşımalı eğitimin tek berbat tarafı körpe çocukların karda kışta kilometrelerce uzaktaki okula, dolmuşa istiflenerek götürülmesi değil. Bir köyde “okul yok demek o köyde “öğretmen yok demektir. “Öğretmen yok demekse “köy ile kent arasında tercüman yok demek Bir köy için gerçek yoksulluk budur!
“Bu çağda zengin olmak için ihtiyaç duyduğunuz kaynak, dağların altında değil, ülkede yaşayan YURTTAŞLARDA saklıdır. Kaynak, o yurttaşları bir arada huzur ve barış içinde üretime katan bir sistemdedir. Sistem nedir derseniz tekrar edeyim: Sistem daha ADİL bir rekabet ortamıdır. Sistem daha ÖZGÜR bir girişim ortamıdır. Ve en önemlisi kastettiğim sistem daha üst beceri seviyesine sahip yurttaşlar yetiştiren EĞİTİM sistemidir. Bu üç koşulu yerine getirmeden istediğiniz doğal kaynağı çıkartın, memleket petrolün içinde yüzse de sonuç değişmez.
“20 küsur yıldır Amerika’da bir akademisyen olarak çalışıyorum ancak “Eğitim bakanı kim diye sorarsanız bilmem. Çünkü o bakanın ne benim akademik hayatımda ne de çocuklarımın eğitiminde ciddi bir rolü var. Eğitim sistemiyle ilgili tüm kararlar yerelde öğretmenler ve veliler tarafından alınıyor. Ulusal eğitim politikaları ise tek bir bakanın uhdesine bırakılamayacak kadar önemli olduğu için, uzmanlar tarafından tartışılıp meclisten çıkıyor. Tam da bu nedenle Amerika’da eğitim bakanlığının kaldırılması tartışılıyor. Çünkü ihtiyaç az.
“Sistem sistem diye andığımız şey, hukukun üstünlüğüdür. O olmazsa ne ekonomik kalkınma ne de toplumsal güven mümkün olur.
“ memlekette eğitimden ekonomiye onca derdimiz arasında beni en çok kaygılandıran mesele umut kıtlığı.
“Ama benim gibi uzun yolculuklara çıkanların bir özelliği vardır: Fil gibiyizdir biz köylüler ! Unutmayız geldiğimiz yerleri, çünkü biliriz ki unutursak yaban ellerde kayboluruz. Bunu yaban ellerde kaybettiklerimizden biliriz.
Bir şeye ahlaksız diyoruz, sonra niçin ahlaksız bulduğumuzu kendimizi ve etrafımıza anlatmak için aklımızı kullanarak bir hikaye yazıyoruz.
Freud’a sormuşlar;
Medeniyetin en mühim buluşu nedir? diye. O da Ahlaktır demiş ve eklemiş: Ahlak olmasaydı herkesin tepesine bir bekçi dikmek zorunda kalırdık.
Çünkü ahlâk bireysel değil, toplumsal bir kavramdır.
Özetle insanlar kendilerini ifade etmek için hep yeni bir yol buluyor. Her koşulda
Hayatı bulduğu gibi bırakmak istemeyenler bir yolunu bulup bilgiye ulaşıyor, ulaştıkları bilgiyi paylaşıyorlar
Asıl katliam ölümlere alışmaktır: sayı değil insan!
Çünkü Müslüm Baba haklıydı: Yakarsa dünyayı garipler yakar!
Bir halı dokur gibi, sabırla, ilmik ilmik güven örmemiz gerekiyor.
komşunun komşudan şüphe ettiği yerden bir millet çıkmıyor!
güven yoksa toplumda yok.
Gerçeğin alıcısı yok. Mark Twain ne kadar haklıymış: Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan dünyayı üç kere dolaşırmış.
4. Sanayi Devrimi’nin temel prensibi alıştıklarımızı yıkmak üzerine kurulu. İcat zaten böyle bir şey. İtirazla başlıyor. İşte bunun için de özgür bir düşünce ortamı olmadan bu yeni ekonomide rekabet etmemiz mümkün değil. Bilgiye özgürce ulaşma, bildiğini özgürce paylaşma gerçekleşmedikçe boşu boşuna inovasyondan, patentten söz etmenin alemi yok. Özgürlüklerin sınırlandığı ortamda 4. Sanayi Devrimi’nden söz etmek havanda su dövmekten başka bir şey değil.
Hayalini yitiren bir ülkenin bu çağda rekabet etmesi mümkün değil.
Çocuklarımıza yapacağımız en akılcı, en kıymetli yatırım bu: Konuş! Oyna! Gez!
OECD RAPORU
Okuduğunu anlamada Japonya ve Finlandiya gibi ülkeler zirvede; biz ise Şili ve Endonezya’yı aşarak sondan üçüncü sıradayız.
Çocuklarımızın yarısı, yetişkinlerimizin ise yalnızca yüzde 14’ü hayal kuruyor!
Türkiye Twitter’ı Neden Bu Kadar Çok Sevdi?
Özgür bilgiye ulaşma arzusu yurttaşları alternatif medya arayışına itiyor. Basının özgür olmadığı ülkelerde yurttaşlar sosyal medyada kendilerini ifade ediyor. Çünkü insan düşünen bir sosyal varlık. Bilmek, öğrenmek ve paylaşmak istiyor. Hayatı bulduğu gibi bırakmak istemeyenler bir yolunu bulup bilgiye ulaşıyor, ulaştıkları bilgiyi paylaşıyor. Twitter işte bu amaca hizmet ettiği için alternatif bir medya ortamı olarak belli koşullarda daha çok kullanılıyor.
Gerçeğin alıcısı yok. Mark Twain ne kadar haklıymış: Gerçek ayakkabılarını giymeden, yalan dünyayı üç kere dolaşırmış.
Çocuklarımıza yapacağımız en akılcı, en kıymetli yatırım bu: Konuş! Oyna! Gez!
OECD RAPORU
Okuduğunu anlamada Japonya ve Finlandiya gibi ülkeler zirvede; biz ise Şili ve Endonezya’yı aşarak sondan üçüncü sıradayız.
Çocuklarımızın yarısı, yetişkinlerimizin ise yalnızca yüzde 14’ü hayal kuruyor!
Türkiye Twitter’ı Neden Bu Kadar Çok Sevdi?
Özgür bilgiye ulaşma arzusu yurttaşları alternatif medya arayışına itiyor. Basının özgür olmadığı ülkelerde yurttaşlar sosyal medyada kendilerini ifade ediyor. Çünkü insan düşünen bir sosyal varlık. Bilmek, öğrenmek ve paylaşmak istiyor. Hayatı bulduğu gibi bırakmak istemeyenler bir yolunu bulup bilgiye ulaşıyor, ulaştıkları bilgiyi paylaşıyor. Twitter işte bu amaca hizmet ettiği için alternatif bir medya ortamı olarak belli koşullarda daha çok kullanılıyor.
Seni seviyorum demekte zorlanıyoruz. Siz siz olun, sevdiklerinize duygularınızı söylemeyi ertelemeliyin
Öyle bir noktaya geldik ki, yapılan pek çok araştırmaya göre, artık ideolojik açıdan farklı düşünenlerle bırakın komşu olmayı, çocuklarının aynı parkta oynamasını bile istemiyorlar.
Çocuklarımıza yapacağımız en akılcı, en kıymetli yatırım bu: Konuş! Oyna! Gez!
Okuduğunu anlamada Japonya ve Finlandiya gibi ülkeler zirvede; biz ise Şili ve Endonezya’yı aşarak sondan üçüncü sıradayız.
“Saadet kişin kendi hikayesinin kahramanı olmasında ”
Çok erdemli bir niyetiniz olabilir ancak eğer bu niyet eyleme geçmiyorsa ahlaktan söz edemeyiz.
Maalesef itaatin, biatin kutsandığı toplumsal iklimimizde gençlerimiz itiraz etmeyi beceremiyor.
Sanayi devriminde doğal kaynaklar olmadan kalkınmak mümkün değildi. O nedenle Sanayi Devrimi’ni başarıyla gerçekleştiren ülkeler doğal kaynaklara ulaşmak için kıtaları yağmalamaktan da kölelik gibi büyük bir insanlık suçu işlemekten de kaçınmadılar. Ama o devirler bitti. Doğal kaynaklarla ekonomik kalkınma arasındaki ilişki teknolojinin ilerlemesiyle yeni bir evreye geçti. Artık doğal kaynak-kalkınma ilişkisi tersine dönmüş durumda. İçinde bulunduğumuz yüksek teknoloji çağında doğal kaynağı çok olan daha az kalkınıyor. Evet bu bir tezat. Literatürde bir de adı var bu tezadın; petrol laneti.
Resmi istatistiklere göre 15-29 yaş arası gençlerin yüzde 30’u ne okulda ne eğitimde ne de işte. Bu oranla Türkiye, OECD içinde en berbat konumda.
Ülkemiz nüfusunun yarısı 30 yaşın altında.
Herhangi bir proje fikrinin daha önce denenmiş olduğunu görünce hemen o fikirden vazgeçiyoruz. Ne diyeyim, birisi bu gençlere Google’ın 21. arama motoru olduğunu söylemeli.
Türkiye’nin eski ekonomiyle (yol, inşaat vs) buradan ileriye gidemeyeceği artık herkesin ortak kabulü. Basit bir yazılım olarak kurulan Uber’in günün kuruna göre 10-20 THY satın alabileceği gerçeği herkesi harekete geçirmiş durumda.
Türkiye’de bir hayal kıtlığı yaşanıyor. Çocuklarımızın yarısı, yetişkinlerimizin ise yalnızca yüzde 14’ü hayal kuruyor Hayalini yitiren bir ülkenin bu çağda rekabet etmesi mümkün değil.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir