İçeriğe geç

Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi Kitap Alıntıları – Sevda Şener

Sevda Şener kitaplarından Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi kitap alıntıları sizlerle…

Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi Kitap Alıntıları

Yaşamın kendi de bir oyun olduğundan, tiyatro oyun içinde oyun sunar.
Sevinme ile hüzünlenmenin dokunaklı çatışması insanın duyabileceği en tatlı duygudur ve sanatın en güzel zaferidir.
Yıkmak, yapmak demektir.
Dram insan iradesinin gizemli güçlerle, ya da bizi sınırlayan, bizi aşağılayan doğal güçlerle çatışmasını yansıtır. İçimizden biri sahneye fırlamıştır. Orada ölümle, toplumun yasaları ile, kendi gibi ölümlülerden biri ile, gerekirse çevresindeki insanların çıkarı ile, ön yargıları ile, budalalıkları ve kötülükleri ile çatışır.
Balzac kadar insanı tanıyan, Scribe kadar tiyatroyu bilen oyun yazarı, dünyanın en büyük tiyatro yazarı olurdu.
Yazarın görevi ile bilim adamının görevi aynıdır. İkisi de soyutlamanın yerine gerçeği, ampirik formülün yerine canlı çözümlemeyi kabul eder. Böylece kitaplarda soyut kişilere, uydurmalara, tanrısal olana da yer kalmadı.
Çünkü mizah tek tek budalaları ve budalalıkları ele almaz. Çığırdan çıkmış bir dünyanın tüm budalalığını dile getirir. Küçüğü yükseltip büyüğün yanına koymaya kalkar ve böylece ikisini de söndürür. Çünkü ikisi de sonsuzla karşılaşınca hiç olmuştur.
Kurallar ve sistemler sanatın yüzünü gizleyen sıva gibidir. Bu sıva kazınmalıdır.
İnsanlık, şair aracılığı ile kendi bilincine varır.
Lady Macbeth Shakespeare’in tüm oyun kişileri gibi bireyleşmiş bir sınıftır. Evrensel olan, bireysel olana özümletilmiş olarak sunulmuştur.
Onsekizinci yüzyılda toplumda meydana gelen değişiklikler, seyircinin yeni beklentileri ve klasik akım oyunlarının bu beklentiyi karşılamakta yetersiz kalışı, tiyatroda yeni eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Karakter, insanın niteliğini gösterir. Oysa, insanı mudu ya da mutsuz eden davranıştandır, nitelikleri değil.
Aristoteles’in kurallarına tümden bağlı kaldığı için M. d’Aubignac’a minnettarım. Fakat onu bu kadar kötü bir tragedya yazmaya yönelttiği için Aristoteles’i hiç bağışlamayacağım.
Yazar, şairlerin herkesin garipsediği davranışlarda bulunmalarını yeriyor, şiir okuyacağım diye çevresindekileri rahatsız eden şair özentilerini kınıyor: İninin kapısından fırlayan bir ayı gibi şair de hiç acımadan, herkesi kovalar. Bilgili olsun, olmasın, kimi görürse yakasına yapışır, şiirleri ile onu öldürür. Tıpkı kana doymayan, insanın yakasını bırakmayan bir sülüğe benzer.
Sanat, Tanrının dünyada görünüşü, insanın ezeli iç dünyasının ifadesidir.
Platon’un, ruhun ölümsüzlük dürtüsü ve eros adını verdiği, güzele yönelme gücü ile, sanat eseri arasında bir bağlantı kurduğunu da görürüz.
Sanatçı, güzeli arayan, yaratma isteğini güzelde ürün vererek doyurmaya çalışan kişidir. Sanat, Eros öncülüğünde salt güzelliğe erişmek, onda do­ğurmak onda yaratmaktır.
Platon :
Şairlerin aklı başında olmaz yazarlarken. Onlar tanrısal esinle esriktirler. Tanrının
sözü, şairler aracılığı ile insanlara iletilir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Klasik Çağ filozofları sanatı önce toplumu eğitmesi açısından, sonra da estetik duygu yaratması açısından ele aldılar.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da halkın ilgisi politik sorunlara yönelmiştir. Bu genel eğilim tiyatro sanatında etkisi altına almış, tiyatro sahnesi siyasal konuların tartışıldığı bir alan olmuştur. Daha önceki
öncü akımların başlattıkları yenilikler bu kez propaganda oyunlannda kullanılmış ve propagandanın amacı doğrultusunda geliştirilmiştir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Yirminci yüzyıl tiyatrosunun en belirgin eğilimi, yazarlıkta, sahneye koyuculukta, oyunculukta ve tiyatro gösterisine katılan bütün yardımcı sanatlarda yeni anlatım olanakları aramak ve bunları cesaretle denemek olmuştur. Bu deneylerin amacı, insanları düş kırıklığına uğratan toplumsal gelişimler karşısında yaşamın derinliklerinde gizli duran güçleri ortaya çıkarıp, harekete geçirmek ve bu güçlere dayanarak daha iyi bir dünya yaratmaktır.
XIX. yüzyılın sonlarında gerçekçi akımın güçlenmesi ile
birlikte ortaya çıkan karşı gerçekçi eğilimler tiyatronun özünü de, biçimi-
ni de, çalışma yöntemini de, oyunculuk ve yönetmenlik tekniklerini de,
seyirci oyun ilişkisini de yeniden yorumlamış, farklı önerilerde bulunmuş-
lardır. Bunların tümünü “karşı gerçekçi düşünceler” başlığı altında topla-
yabiliyoruz. Çünkü simgecilik de, yeni romantiklik de, estetikçilik de,
sanatın üstün, gizemli, örtük gerçekleri imleme yolu ile dolaylı anlatımla dile getirmesi gerektiğini belirtir. Bunun için yansıtma yönteminden
farklı ifade yöntemleri geliştirilmiş, hem dilde, hem sahne görüntüsünde şiirli anlatımdan yararlanılmış ve seyirciye üstün gerçekleri sezdirecek büyülü bir atmosfer yaratılmıştır. Sözün tanımından, ışıktan, dekorun yalın ve ustalıkla kullanılışından yararlanıldığı belirtilmiştir. Bu düşünceler uygulamalarla bütünleştirildiğinde, tiyatro sanatına yeni bir soluk getirmiştir. Bu yeni soluk, Birinci Dünya Savaşı ve sonrası dönemde daha yeni, daha cüretli denemelere girişilmesini sağlamıştır. Gerçekçi akım,
usta yazarlan ve sanatçıları ile gücünü sürdüredursun, gerçekçiliği sınırlı bulan deneysel çalışmalarda yeni yöntemler geliştirilmiştir.
Tiyatroda gerçekçi akım, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yansında güç kazan-
mıştır. Oyun yazarlığında olduğu kadar sahneye koyuculukta ve oyunculuk-
ta da yeni bir sanat anlayışı getiren gerçekçi tiyatro düşüncesi, öncelikle
romantik tiyatro anlayışına ve popüler tiyatro uygulamasına karşı savunul-
muştur. Tiyatroda gerçekçiliğin öncüleri olan düşünürler, bu yeni akımın
ortaya çıkışını romantizme duyulan tepki olarak açıklamışlardır. Roman-
tizm, yaşamdan kopukluğu, toplum sorunlanna karşı ilgisizliği, hastalıklı
duygusallığı ve yapaylığı ileri sürülerek eleştirilmiştir. Gerçekçi tiyatroyu
savunanlar günlük yaşam gerçeklerine eğilmek, bunları bilimsel yöntemle
incelemek, bulgulan süssüz bir anlatımla seyirciye sunmak savındadırlar.
Romantik akım, 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış, 19. yüzyılın ilk yansında tiyatro sanatında parlak dönemini yaşamış,
aynı yüzyılın ortalarında gücünü yitirmiştir. Fransız devrimini hazırlayan
görüşlerde romantik düşüncenin tohumlan ekilmiştir. Alman idealist
felsefesi ise bu akımın kuramsal temelini oluşturmuştur. Tiyatronun gün-
cel sorunlannı kapsayacak biçimde geliştirilmiş olan romantik tiyatro
düşüncesi, klasik akımın biçim kurallanna, eğiticilik anlayışına, tikıl ve
mantık ölçülerine karşı çıkmış, tiyatronun yansıtması öngörülen gerçe-
ğin, yeni bir tanımını yapmış, tiyatro sanatım yeni bir biçim, yeni bir
işlev anlayışı içinde değerlendirmiştir.
Onsekizinci yüzyıl tiyatro düşüncesi, klasik akımın ana ilkelerine bağlı
kalmıştır.

Onsekizinci yüzyılda toplumda meydana gelen değişiklikler, seyircinin
yeni beklentileri ve klasik akım oyunlarının bu beklentiyi karşılamakta
yetersiz kalışı, tiyatroda yeni eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Kısacası, XVII. yüzyılda, Fransa’da, kurulu düzenden yana, ahlak
açısından eğitici, ince anlatım tarzlan arayan, dile özen gösteren, kesin
biçim kurallan uygulayan, yalın ve durgun bir tiyatro sanatı gelişmiştir.
Bu tiyatro, derin düşünceler peşinde koşmaz, sorunlan tartışmaz, aşırı-
lıkları cezalandırmakla yetinir. Bu sanat anlayışı, iyi yazarların özlü ve
sağlam oyunlar yazmasını sağlamış, zayıf oyun yazarlannm elinde, kasın­tılı, kuru ve katı olmuştur. Bu çerçeve içinde ruhsal incelemelere girişilmiş
olması, bu incelemelerde şaşırtıcı bir gerçeklik gözetilmesi, Fransız klasik
tiyatrosunun başarısıdır.
Örneğin, İngiltere’de Rahip T. Wilcocke, 1577’de verdiği
bir vaazda, kalabalıkların doldurduğu tiyatroların Londra’nın budalalık
ve savurganlık anıtı olduğunu ileri sürüyor, veba salgını dolayısı ile tiyatro-
ların kapatılmasına değinerek, bu önlemin hastalığı ancak geçici olarak
önleyebileceğini, hastalık nedenini ortadan kaldıramayacağını, çünkü
asıl nedenin insanların günahı olduğunu ve bu günâha oyuncuların yol
açtığını, dolayısıyla veba hastalığına tiyatronun neden olduğunu söylüyor-
du. Bu ve buna benzer suçlamaların etkisi ile oyunları da, oyuncuyu da,
seyirciyi de denetim altında tutacak bir devlet sansürü gelişti.2
Komedyanın Dionysos için düzenlenen
bağbozumu törenlerinden doğduğu varsayılır. Bolluğu, üremeyi kutsayan
ve köylerde yapılan halk geçit törenlerine komos deniliyordu. Komedya,
bu eğlenceli geçit törenlerinde yapılan açık saçık taklitlerin düzenli bir
biçim kazanmasıyla oluşmuştur.
Tragedyanın, Antik Yunan uygarlığının Arkaik Çağı sayılan 1.0. VII.
ve VI. yüzyıllarda Tanrı Dionysos onuruna yapılan törenlerde söylenen
dithirambos şarkılarından doğduğu varsayılmaktadır. Bu koro şarkılarını
söyleyenler, Dionysos’un kutsal hayvanı olan teke kılığına giriyor, şarkılar
söylüyor, kaba saba danslar yapıyorlardı. Giderek belli biçim kalıplarına
göre yazılmaya ve şiirsel bir nitelik kazanmaya başlayan bu koro şarkılanna
bir de konuşan kişi hipokrites (yanıt veren) eklenince tiyatronun dialog
çekirdeği oluşmuş oldu.
Tiyatro konusunda ilk sistemli düşünce ürünü, Aristoteles’in Poetika’sı
oldu. Poetiloı’da, sanatlar sınıflandmldıktan sonra özellikle tragedya türü
üzerinde duruluyor, bu türün tanımı yapılıyor, özellikleri, bölümleri sapta-
nıyor, destan türünden farkları belirtiliyordu. Aristoteles tiyatro konusun-
daki görüşlerini Antik Yunan’ın oyun yazarlarının yapıtlarından yola çıka-
rak ve bu oyunlardan örnekler vererek açıklamıştır.
Schelling’e göre sanatçı ile filozof, evrenin özüne inebilen, sonsuzu sonluda ifade edebilen kişilerdir.
Sezgiler, duygular kurallarla kısıtlanamaz, sanatçı ancak özgür bırakılırsa yaratabilir.
Ülkemizde romantizm, Namık Kemal’in Celaleddin Herzemşah adlı oyununa yazdığı önsöz ile sanat düşüncesine tanıtılmıştır. Bu önsözde Namık Kemal, Victor Hugo’nun Cromwell önsözünde ifade ettiği görüşleri yinelemektedir. Bu yazı Türk tiyatro düşüncesinin oluşmasında ilk önemli adımdır. Namık Kemal, günün siyasal ortamının etkisi altında, coşkulu bir sanat anlayışını benimsemekte; edebiyatı, ulusallık bilincinin gelişmesinde, özgürlük savaşımında, heyecanların coşturulmasında etkin bir araç olarak değerlendirmektedir.
Romantizm, Fransa’da ağır ve zor bir gelişim izledi. 1840’larda bu yeni akımın heyecanı söner gibi oldu. Victor Hugo’nun 1840’da sergilenen Les Burgraves adlı oyununun başarısızlığı, bu ülkede romantizmin sona erdiğini gösterir.
Romantik sanat kuramı Alman idealist felsefesinin bağlamı içinde belirlenmiştir. Yeniplatoncu eğilimi sürdüren idealizm, sanata özel bir önem verir. Onu, aşkın gerçeğe yönelik insan düşüncesinin üstün bir olgusu sayar. Sanat yaratısını tanrısal yaratıyla eş tutar ve sanat yapıtının uyumunda, evrenin büyük uyumunu görür.
Romantik düşünce ulusçuluk ilkesini benimser. Klasik akımın Antik Yunan hayranlığına tepki gösterilir. Tiyatroda Yunan mitolojisinden alınan konular, yerini yerli efsanelerden alınan konulara bırakır. Hellen hayranlığının yerini ise ortaçağa
duyulan ilgi almıştır. Romantizmin esin kaynağı ortaçağdır. Antik Yunan kültürünün ve sanatının pagan karakterine karşın Hıristiyan değerleri yüceltilir.
Romantik tiyatronun amacı, tanrısal gerçeğe ve insanın doğal özüne ışık tutmak; görevi, insan kişiliğini bu gerçek doğrultusunda yoğurmak, yetkinleştirmektir.
Kişi “duygu eşliği” yolu ile kendini başkasının yerine koymaktadır. Seyirci başkalarının acılarına seyirci kalamaz, onlara ilgisiz duramaz. Şiir, resim ve öteki sanatlar, bu gerçekten hareket eder. Sanatçı, eseri ile okuyucusu veya seyircisi arasında bir duygu bağı yaratır. Sanat yolu ile heyecanlar bir yürekten, ötekine geçer.
Sevinme ile hüzünlenmenin dokunaklı çatışması insanın duyabileceği en tatlı duygudur ve sanatın en güzel zaferidir.
Kişi, iyi insanın acılarını paylaşır, kendini onun yerine koyar, yazgısına ortak olur. Oyun seyrederken iyi kişinin de, kötü
kişinin de gözyaşları birbirine karışır. Kötü kişi, kötülüğe karşı daha az eğilim duyar, yaptığı haksızlıkları anlar, kendini yargılar. Seyircinin ruhundan kopup gelen uzun bir iç çekiş, alkıştan daha değerli bir ödüldür yazar için.
Yazara göre, annemizin, babamızın, dostlarımızın kendimizin başına geleceğinden korkup titrediğimiz olaylar bizi en çok etkiler. Yazgının kötüye dönüvermesi, onurunu yitirme, yoksulluğa düşme korkusu, korkunç bir ölümün uyandırdığı umutsuzluk hiçbirimizin yabancısı değildir. Bunlar bizi bir zorbanın olağandışı durumundan, bir çocuğun Atina, ya da Roma tanrılarına kurban edilmesinden daha çok heyecanlandırır.
Sanat kurallarının ana ilkesi, doğa yasalarının ana ilkesi olan yalınlık ve ölçülülük olarak saptanır. Doğa gerçeğinin ancak böyle bir yalınlık ve ölçülülük içinde yansıtılabileceği belirtilir. Sanatın görevi, aynı ölçülülüğün insan davranışlarında ve toplum ilişkilerinde gözetilmesini sağlamak olacaktır.
“Othello’yu adalete, yasalara, insanlığa
aykırı görür. Rymer’e göre, ne zenciden bir general olabilir, ne de böyle bir generale Türklere karşı savaşacak bir ordu emanet edilir. Desdemona’nın böyle bir evlilik yapması olanaksızdır. Bu oyun barbarcadır, gerçeğe aykırı, uydurma bir oyundur.”
[ ] Bazı Fransız ve İngiliz kuramcıları ise bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu yazarlara göre kurallar, toplumun gereksinmesinden doğar. Bu kuralları evrensel ve değişmez saymak yanlıştır. Fransız yazarlar, bu kurallara uymadan da güzel eserler vermiş, yeni sanat kuralları bulmuşlardır. İngiliz yazarları doğanın gerçeğine daha iyi ışık tutabilmekte, insanı daha iyi yansıtmakta ve böylece daha çok hoşa gitmektedirler. François Ogier, her ulusun zevk ve güzellik ölçülerinin ayrı olduğunu belirtmiştir. Öykünmenin yanlış bir yol olduğunu, yazarın, kendi ülkesinin insanına göre yazmasının daha doğru olduğunu ileri sürmüş, Klasiklere benzeme çabası yüzünden eski yazarın başarısına erişilemediğine dikkati çekmiştir. Pierre Corneille, koşulların değiştiğine ve körükörüne kopya etmenin tehlikeli olduğuna değinmiştir. Molière, yerli sanatın halkın beğenisine hizmet ettiğini belirtmiş, ölçütün halkın alkışı olduğunu söylemiştir.
Klasik akım tiyatroda en başarılı ürünlerini XVII. yüzyıl Fransız tiyatrosunda vermiştir. Pierre Corneille, Jean Racine, Jean Baptiste Poquelin Molière gibi büyük oyun yazarlarının yetiştiği klasik dönem, Fransız tiyatrosunun en parlak dönemidir.
İnsanın sanat eserlerinden hoşlanması onda bir düzen fark etmesinden ileri gelir. Hoşa giden, sanat eserinin evren düzenine eş olan düzenidir.
Sanatçılar korunmakta, sanatsal gösterilere bol para harcanmaktadır. Bu konuda Fransa Sarayı öteki Avrupa saraylarına öncülük eder. Akıl ve bilgi güneşi, Kral XIV. Louis’nin sarayında doğmaktadır. Kralın bir tiyatro gösterisi sırasında sahnede güneş rolünü oynaması, resmi yaşantısında da bu rolü ne kadar benimsediğini gösterir. Öteki ülkeler Fransız kültürünün üstünlüğünü tartışmasız olarak kabul etmişlerdir. Fransa Sarayının savurganlığına değilse de şatafatlı görüntüsüne öykünülür.
Cervantes, İspanyol tiyatrosunu “üç birlik” kuralına uyulmadığı için yerer. Bir oyun kişisinin ilk sahnede kundaklı bir bebek, ikinci sahnede karşımıza sakallı bir adam olarak çıkarılmasını, oyunun bir perdesinin Avrupa’da, İkincisinin Asya’da, üçüncüsünün Afrika’da geçmesini bir bilgisizlik ve ilkellik örneği olarak görür ve dördüncü bir perde olsa, onu da Amerika’da geçirtecekler, diye alay eder.
Daniello, şiirin felsefeden daha hoş ve eğlenceli bir biçimde eğittiğini, bunun tıpkı hekimin acı ilacı şekere bulayıp yutturmasına benzediğini söylemiştir.
İngiltere’de Rahip T. Wilcocke, 1577’de verdiği bir vaazda, kalabalıkların doldurduğu tiyatroların Londra’nın budalalık ve savurganlık anıtı olduğunu ileri sürüyor, veba salgını dolayısı ile tiyatroların kapatılmasına değinerek, bu önlemin hastalığı ancak geçici olarak önleyebileceğini, hastalık nedenini ortadan kaldıramayacağını, çünkü asıl nedenin insanların günahı olduğunu ve bu günâha oyuncuların yol açtığını, dolayısıyla veba hastalığına tiyatronun neden olduğunu söylüyordu.
İngiltere’de ve İspanya’da oyun yazarlığı şahlanır. Derme çatma fakat çoğunluğun rahatça gidip izleyebileceği gösterilerde dünya tiyatro tarihinin başyapıtları, büyüklüklerinden habersiz, seyircinin tutup tutmayacağı, gişe yapıp yapmayacağı endişeleri içinde sergilenir.
XV. ve XVI. yüzyıllarda Avrupa’da çok canlı bir tiyatro hareketi görülür. Bu dönemde tiyatro, küçük esnafı da, varlıklı orta sınıfı da, soyluları da ilgilendirmektedir. Tiyatro, her sınıfın isteğine cevap verdiği için farklı sanat ölçülerinin başarılı bir sentezini yapmış, kendini canlı, hareketli, eğlenceli ve anlamlı bir sanat dalı olarak kabul ettirmiştir.
Kilisenin tiyatroya karşı tavrı tümden düşmancadır. Tertullian, Jerome, I. Gregory gibi Kilise Babaları, şiiri ve tiyatroyu toplum ahlakına aykırı bulduklarını ifade ederler ve savlarını Platon’dan aktardıkları sözlerle desteklerler. Tiyatro yasaklanmış olduğu halde, kaçamak olarak oynanan halk oyunlarına karşı üst üste yeni yasaklar, buyruklar yayınlanmıştır.
Özgür yaratma ve özgün düşünme, Hıristiyanlığın yaşam anlayışına aykırıdır. Bu anlayışa göre insan kul olduğunu akıldan çıkarmamalıdır. Doğarken beraberinde getirdiği günâhlardan arınmak için tüm zamanını Tanrıya yakarmakla geçirmelidir. Bağışlanmayı hak etmek için yaşantısını Kilisenin buyruğuna göre düzenlemelidir.
Ortaçağda tiyatro düşüncesi, tiyatroyu suçlama biçiminde gelişir.
Sanat yapmayı amaçlayan kişi, en yüce olana yönelmelidir. Yükseklere tırmanamazsa yerin dibine düşer. Yazarlığın kuralı, usta olmayan kişinin yazarlığa özenmemesidir. Şairlik ciddi ve üstün bir iştir.
Ortaçağ eleştirmeni Donatus’a göre, Cicero, De Re Publika’da komedyayı şöyle betimlemiştir: “Komedya hayatın yansısı, adetlerin görünüşü, gerçeğin aynasıdır.” Cicero’nun bu tanımı kendinden sonra gelen kuramcılar tarafından benimsenmiş, komedyanın günümüze dek gelen en önemli tanımı olarak kalmıştır.
Tiyatro genel ve ortak sorunlardan, insan yazgısının trajik anlamından uzaklaşmış, bireysel ve öznel olana yönelmiştir.
Roma döneminde tiyatro sanatı ile ilgili en önemli eser, Horatius’un Ars Poetika’sıdır. Ars Poetika’da, tiyatronun eğitici işlevi ve biçimsel düzeni hakkında açıklamalar yapılmıştır.
Strabo’dan nakledildiğine göre, Antik Yunanda şiir, bize hayatı tanıtan, karakter, heyecan ve davranışlarımız hakkında ilk zevkli bilgileri veren bir felsefe başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Şiir, hem çocuklar için ilk ahlak dersi, hem yetişkinleri her çağda olumlu olarak etkileyen bir araçtı. Daha sonra felsefe ve tarih incelemeleri gelişmiş ve şiirin görevini üzerlerine almışlarsa da bu bilimler azınlığı ilgilendirmiş, büyük çoğunluğun eğitiminde en etkin araç gene şiir olmuştur.
Tragedya kahramanının seyircide istenen etkiyi yaratabilmesi, aynı zamanda seyircinin ahlak duygusuna ters düşmemesi için belli koşullara uyması gerekir. Eğer tragedyanın kaçınılmaz gelişimi içinde, mutluluktan yıkıma sürüklenen kişi çok erdemli ise, böyle erdemli bir kişinin yıkımı, seyircide korku ve acıma değil, öfke uyandırır. Öte yandan kötü bir kişinin yıkımı da seyirciyi çok etkilemez. Seyirci bunu doğal karşılar ve hakkın yerine geldiğini düşünür. Tersine, eğer kötü bir kişi mutluluğa erişirse, bu durum seyircinin adalet duygusunu çok incitir ve trajik etki yaratmaz. Onun için tragedyada karakterin ne çok iyi, ne çok kötü olmaması, bu iki tipin ortasında bulunması en iyi yoldur.
Olayların “ironik” (tersinlemeli) bir anlam taşıması, Antik Yunan tragedyalarında çokça rastlanan bir anlatım ustalığıdır. İronik olay veya durum, görünen gerçeğin ötesinde, gizli anlamları anıştırması ile öykünün anlamını zenginleştirir. Seyircinin bu gizli gerçeği, baş oyun kişisinden önce fark etmesi, buna karşın, oyun kişisinin bilmezlik içinde hatasını sürdürmesi ve yıkımını hazırlaması seyirciye bir anlayış üstünlüğü verir. İronik anlatım, seyircinin düşüncesini kurcalayan bir anlatım hüneridir.
Sanatçı, gerçekleri, olduğu gibi, bilindiği, inanıldığı gibi, istendiği gibi taklit eder. “Nasıl olması gerekiyorsa ifadesi, şairin düzeltici ve mükemmelleştirici işlevini göstermektedir. Sophokles’in oyunları, gerçeğe uymuyor diye eleştirilecek olursa, ona verilecek yanıt, Sophokles’in, insanları olması gerektiği gibi anlattığıdır.
Aristoteles, sanata ahlak eğiticiliği görevi yüklememekle beraber, sanat yapıtının toplumun değer yargılarına ters düşmemesi gerektiğine de değinmiştir.
Müzik insanın ruhunu yansıtır. Müzikte, insanın ruhsal özellikleri bulunur. Onun için kişi müzik dinlerken onda kendini bulur.
Şiir-okuyanların iyi konuşmalarını sağlayan yetenek tanrıdan gelmektedir, bilinçli bir çabadan değil. Şairler için de aynı şey söylenebilir. Onları da esinleyen, kendi sanatları değil, sanat perileri olan Musa’lardır. Şairlerin aklı başında olmaz yazarlarken. Onlar tanrısal esinle esriktirler. Tanrının sözü, şairler aracılığı ile insanlara iletilir. Şairler, yalnızca çeviricidirler.
Şiir, musiki ve resim sanatlarında eğitim görmüş olduğu halde Sokrates’in öğrencisi olup felsefeye bağlanınca sanat uğraşından vazgeçen Platon, şiiri, halk üzerindeki büyük etkisi açısından tehlikeli buluyordu.
Antik Yunan uygarlığının İ.Ö. V. ve IV. yüzyıllarını kapsayan Klasik Çağı, sanat ve kültür açısından en parlak dönemi olmuştur. Tragedya ve komedya türünde en büyük yapıların yazılması bu döneme rastlar.
[ ] Bazı Fransız ve İngiliz kuramcıları ise bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu yazarlara göre kurallar, toplumun gereksinmesinden doğar. Bu kuralları evrensel ve değişmez saymak yanlıştır. Fransız yazarlar, bu kurallara uymadan da güzel eserler vermiş, yeni sanat kuralları bulmuşlardır. İngiliz yazarları doğanın gerçeğine daha iyi ışık tutabilmekte, insanı daha iyi yansıtmakta ve böylece daha çok hoşa gitmektedirler. François Ogier, her ulusun zevk ve güzellik ölçülerinin ayrı olduğunu belirtmiştir. Öykünmenin yanlış bir yol olduğunu, yazarın, kendi ülkesinin insanına göre yazmasının daha doğru olduğunu ileri sürmüş, Klasiklere benzeme çabası yüzünden eski yazarın başarısına erişilemediğine dikkati çekmiştir. Pierre Corneille, koşulların değiştiğine ve körükörüne kopya etmenin tehlikeli olduğuna değinmiştir. Molière, yerli sanatın halkın beğenisine hizmet ettiğini belirtmiş, ölçütün halkın alkışı olduğunu söylemiştir.
Klasik akım tiyatroda en başarılı ürünlerini XVII. yüzyıl Fransız tiyatrosunda vermiştir. Pierre Corneille, Jean Racine, Jean Baptiste Poquelin Molière gibi büyük oyun yazarlarının yetiştiği klasik dönem, Fransız tiyatrosunun en parlak dönemidir.
İnsanın sanat eserlerinden hoşlanması onda bir düzen fark etmesinden ileri gelir. Hoşa giden, sanat eserinin evren düzenine eş olan düzenidir.
Sanatçılar korunmakta, sanatsal gösterilere bol para harcanmaktadır. Bu konuda Fransa Sarayı öteki Avrupa saraylarına öncülük eder. Akıl ve bilgi güneşi, Kral XIV. Louis’nin sarayında doğmaktadır. Kralın bir tiyatro gösterisi sırasında sahnede güneş rolünü oynaması, resmi yaşantısında da bu rolü ne kadar benimsediğini gösterir. Öteki ülkeler Fransız kültürünün üstünlüğünü tartışmasız olarak kabul etmişlerdir. Fransa Sarayının savurganlığına değilse de şatafatlı görüntüsüne öykünülür.
Cervantes, İspanyol tiyatrosunu “üç birlik” kuralına uyulmadığı için yerer. Bir oyun kişisinin ilk sahnede kundaklı bir bebek, ikinci sahnede karşımıza sakallı bir adam olarak çıkarılmasını, oyunun bir perdesinin Avrupa’da, İkincisinin Asya’da, üçüncüsünün Afrika’da geçmesini bir bilgisizlik ve ilkellik örneği olarak görür ve dördüncü bir perde olsa, onu da Amerika’da geçirtecekler, diye alay eder.
Daniello, şiirin felsefeden daha hoş ve eğlenceli bir biçimde eğittiğini, bunun tıpkı hekimin acı ilacı şekere bulayıp yutturmasına benzediğini söylemiştir.
İngiltere’de Rahip T. Wilcocke, 1577’de verdiği bir vaazda, kalabalıkların doldurduğu tiyatroların Londra’nın budalalık ve savurganlık anıtı olduğunu ileri sürüyor, veba salgını dolayısı ile tiyatroların kapatılmasına değinerek, bu önlemin hastalığı ancak geçici olarak önleyebileceğini, hastalık nedenini ortadan kaldıramayacağını, çünkü asıl nedenin insanların günahı olduğunu ve bu günâha oyuncuların yol açtığını, dolayısıyla veba hastalığına tiyatronun neden olduğunu söylüyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir