İçeriğe geç

Anılar Kitap Alıntıları – Farah Pehlevi

Farah Pehlevi kitaplarından Anılar kitap alıntıları sizlerle…

Anılar Kitap Alıntıları

Eşim artık ömrünün çok sınırlı olduğunu bildigi için ülkeyi kendisinden sonraki döneme hazırlamaya girişti. Oğlunun hükümranlığını kendisininki gibi olmayacağını defalarca tekrarlamıştı, az gelişmişlikten nihayet kurtulmuş bir ülke devralacağı için Rıza, İran’ın artık demokrasiyle yönetilmesi için çaba gösterecekti.
Ona yardım edememek korkunç bir duyguydu.
O 1976 yılının 21 Mart’ında Pehlevi Hanedanı’nın ellinci yıldönümünü kutladık. Özellikle o gün halkla rejim arasında bir şeylerin değiştiğini sezinledim; insanı aniden buz kesen bir esinti gibi tenimde hissettim bu soğukluğu. Halkla aramızda var olan uyum ve güvenin üzerinde gözle görülmesi mümkün olmayan lekeler oluşmuş gibiydi.
Tarım reformu çok sayıda büyük toprak ağasının kızdırmıştı. Din adamlarının sahip oldukları toprakların bir bölümünü topraksız köylüye dağıtarak, ruhban sınıfın önemli kesimini aleyhimize çevirmiştik. Kadının özgürlüğüne kavuşması ve başka kültürlere açılım için yapılan çalışmalar sadece mollaların rejime karşı besledikleri düşmanlığı arttırmaya yaramıştı.
Fransa Cumhurbaşkanı bizi muhteşem bir şekilde karşılayıp, onurumuza Versailles Sarayı’nın salonlarında son derecede görkemli bir davet düzenledi. Şah dünyanın bütün büyük ülkelerinin gözünde İran’ın nihayet saygınlık kazanmış olmasından dolayı mutlu ve gururluydu. Yarım asırlık bir sürede tamamlanmış olan eseri gözlerimizle görebiliyorduk.
Şah ülkenin, ekonomik olarak geri kalmışlıktan kurtulduğu zaman demokrasi alanındaki gelişimini de tamamlayacağını düşünüyordu; oysa ki ben, bir demokrasi için kültürel alandaki kalkınmanın en iyi itici güç olduğu kanısındaydım.
Gittiğimiz her yerde Mao’ya mekanik, coşkulu bir sevgi gösterilirdiğine ona adeta tapıldığına tanık oluyorduk.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Prag’a tekrar gittim. Charles Köprüsü’nün üstünde, bir zamanlar Kızılordu mensuplarının gururla taktıkları her türlü madalya bir iki dolara satılıyordu. Çok acı bir alay vardı bunda, bu madalyaları hak etmiş olan insanlar için ne hüzün verici bir durumdu. Ama insan, adalet er geç yerini bulur diye düşünmekten kendini alamıyordu.
1968 yazındaki Sovyet işgalinden sonra gittigimiz Çekoslavakya’da geçirdigimiz bir akşamı hatırlıyorum. Yöneticiler salondan ayrılır ayrılmaz insanlar şakalaşmaya başladılar.
İşçilerin hizmetinde olduğunu iddia eden rejimlerde yoldaş kelimesinin ve sahte bir samimiyetin nasıl, insanlar arasında var olan derin eşitsizliği saklamaya yaradığını görmekten acı çekiyordum. Mesela yöneticiler, göstere göstere, arabada ön tarafa, şoförlerinin yanına oturuyor ve kendilerine yoldaş diye hitap ettiriyorlardı ama şoförün bakışlarından, duyduğu korkuyu okumak mümkündü.
Bugün komünist rejim artık sona erdi. Tudeh’in bazı eski militanları sınırın öte yanında bir cennet bulmayı umarlarken, ne kadar içler acısı bir yaşam sürmüş olduklarını yazıp söylüyorlar
Yol kenarında yürümekte olan, taşıdığı yükün altında iki büklüm olmuş bir kadın gördük. Durdum ve kendisini bir yere bırakıp bırakmayacağımı sordum. Beni tanımadı, böylece çok doğal bir ortamda sohbet edebildik. Bana yaşamındaki sıkıntılarını anlattı, üzüntüsünü göstermiyordu, ağır başlıydı. Ülkenin kuzeyinde Babol’daydık. Kısa bir süre sonra, benim nereye gittiğini merak etti, kim olduğumu sordu. Ben de çok doğal bir ifadeyle cevapladım, günlük yaşamında büyük bir yoksulluk çeken bu kadın -60’lı yılların ortalarındaydık- öyle içten bir şekilde, öyle sıcacık elimi tuttu ki bu hareketi, bulmakta zorlandığı bütün kelimelerin yerini tutuyordu. Evi de yoktu. Onun kısa bir süre sonra bir ev sahibi olmasına yardımcı oldum.
Lise mezunu acemi erlerden oluşan bir Bilgi Ordusu kurulacaktı. 60’lı yılların başında İran’da okuma yazma bilmeyenlerin %80 oranınında olduğunu unutmamak gerekir. O dönemde yetişen ilkokul öğretmenlerinin sayısı ancak kentlerin ihtiyaçlarını karşılarken, bu çok büyük gecikme nasıl telafi edilebilirdi? Askerliğini er olarak yapan gençlerin, manevi tatmini çok yüksek olan bu devasa iş için görevlendirilmelerinin, sonradan bütün dünyada da ilgi çeken dahiyane bir fikir olduğu ortaya çıktı On yıl geçtikten sonra, büyük bir şevkle çalışan askerler ve Cehaletle Mücadele Örgütü sayesinde bu korkunç engel hemen hemen ortadan kalkmıştı: artık okuma yazma bilmeyenlerin oranı %20’ye düşmüştü; oranı tersine çevirebilmiştik
Yöneticilerin kendileri de mizah yapmayı denedikleri zaman büsbütün iç karartıyorlardı. Bir akşam Opera’da Aleksi Kosigin ile yan yana oturmuştuk. Kuğu Gölü oynuyordu. Siyah kuğu sahneye çıkınca, Kosigin bize doğru eğilip zoraki bir tebessümle “Sanki NATO’ya benziyor değil mi? demişti. “Daha çok Varşova Paktı’na benziyor” demek geldi dilimin ucuna ama, kuşkusuz kendimi tuttum.
Hiçbir komünist ülkeye gitmemiştim, o bomboş caddeler içime biraz korku salıyordu, sokakta pek seyrek karşılaştığımız insanların yüzünde gördüğümüz o hüznü ve suskunluğu başka hiçbir yerde görmemiştim. Bir de arabaya bindiğimizde veya etrafımız küçük bir grupla çevriliyken, başka ülkelerde yaptığımız gibi, normal bir şekilde havadan sudan söz etmek mümkün olmuyordu. Burada hemen aşırı bir propoganda başlıyordu, kimsenin ağzından rejimi övmeyen tek sözcük çıkmıyordu. Şu kadar bina inşa edilmiş, bu kadar okul yapılmıştı: bense ümitsizce bunların dışında biraz mizah, biraz incelik bekliyordum, ne mümkün! Kendimi robotlarla kuşatılmış gibi hissediyordum.
Ülkelerini ziyaret ettiğimde, büyük bir incelik göstererek, bana son imparatorluk dönemi kalıntılarını gezdirmekten sakınan Çinli yöneticilerin aksine, Ruslar 2 Nicolas’nın sarayını, yöneticilerin idam edildikleri yerlere varıncaya kadar gezdirmekten zevk alıyor gibi görünüyorlardı.
Köpek konuştu ve şöyle dedi: “Biz sanata karşı daha özenliyiz. Aya karşı atalarımıza göre daha ritmik şekilde havlıyoruz. Suyun üstündeki yansımamıza baktığımızda ayırt edici özelliklerimizin geçmişe göre daha belirgin olduğunu görüyoruz.”
SSCB’den destek alan Tudeh’in işgal ettiği Azerbaycan, 1946’dan sonra silahlı mücadele ile kurtarılmıştı. Sömürülen petrolümüze gelince, İngiliz çıkarlarına karşı sarsılmaz bir iradeyle sürdürülen çetin pazarlıklardan sonra, 1954 yılında nihayet petrolümüzü geri alabilmiştik. Böylece Şah artık ülkeyi geri kalmışlıktan kurtarma çalışmalarına başlayabilirdi. O da 1963 yılında referandum yoluyla Beyaz Devrimi’ni uygulamaya koydu. Ama bunu yaparken bütün dünyada büyük-küçük, kapitalist ya da komünist pek çok ülkede mekik dokudu, anlaşmalar yaptı, ekonomimizi sürekli geliştirme kaygısıyla ve İran’a bu ülkeler nezdinde saygın bir yer kazandırma amacıyla uğraşıp durdu.
Binlerce kadın idam edildi, içlerinden bakire olanlara, infazdan önce tecavüz edildi çünkü dini metinler bakirelerin doğrudan cennete gideceğini yazar
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Milli eğitim bakanı bayan Ferruhsu Parsa Onun özellikle kadınlar için oynadığı rolü bilen mollalar, kendisini ölüme mahkûm etmiş ve burada anlatmaktan utanç duyduğum bir yöntemle -İranlıların böyle bir şeyi yapabilmiş olmasından gerçekten çok utanıyorum- onu kurşuna dizmişlerdi: Kurşunlar altında düşerken giysileri açılabilir ve katillerinin nefsini tahrik edebilir diye, idam etmeden önce onu, bir kenevir çuvalın içine sokmuşlar
Genç hanımlar insanların kafasına aile planlaması fikrini sokmaya çaba göstermek için de bizden nöbeti devraldılar. Hükümet bu konuda din adamlarına danıştığında, onlar önce karşı çıkmışlar, sonra da bir fetva vermeye razı olmuşlardı. İslam Devrimi’nin hemen ertesinde, Şah’ın aile planlaması konusunda müslümanların sayısını azaltmaktan başka bir gayesi olmadığını iddia ederek önce planlamayı kaldırdılar. Sonra, nüfustaki kaygı verici boyutlardaki artış karşısında yeniden aile planlamasını uygulamaya koydular.
“Neden biz de okuma yazma kurslarında görev almıyoruz? diye sormuşlardı. Bu genç kızlar haklıydılar, hem de iki kez haklıydılar çünkü bazı bölgelerde, öğretmen erkek olduğu için ana-babalar kızlarını okula göndermeyi reddediyordu. Eşim, kadınların katılımıyla kurulacak kadın bilgi ordusu fikrini heyecanla kabul etti, artık özellikle direnen ana-baba engelini de aşabilecektik.
Çöl dünyanın dışında insan için bir meditasyon, bir sıkıntılarından arınma yeridir, onca yoğun geçen günlerden sonra, ben de bir ruh erincine ulaşmak için çölün sessizliğine ihtiyaç duyuyordum. Orada bir ateş yakıyor ve hiç usanmadan gökyüzünün sonsuzluğuna dalıp gidiyorduk, insanı büyüleyen yıldızlardan gözümüzü alamıyorduk,
Eşimin, bütün gücüyle sürdürdüğü, bazen insanın cesaretini kıran, nankör olduğunu sandığım çalışmasının aslında doğru olduğunu, emeklerinin boşa gitmediğini görüyordum. Bu sevgi gösterileri, hükümetin bütün girişimlerinin, zor gibi görünse de sonunda amacına ulaştığının göstergesiydi çünkü bu insanlar hükümdarlarına inanıyorlardı.
Yaptığım bu geziler sırasında, din adamlarının kadının özgürleşme hareketlerine ya da tarım reformuna karşı görüşlerini açıkladıklarını asla duymadım. Daha sonra, ülkeyi savaşa ve karanlığa sürükleyecek olan bu mollalar beni her yerde, toplum için yaptıklarıma övgü dolu sözlerle, güleryüzle karşılıyorlardı, onların samimiyetine inanıyordum.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Oğullarına gelince, spor arabalara ve uçaklara duydugu ilgi ve tutkuyu onların da paylaştığını görmekten için için gurur duyuyordu.
Benim kendi adıma hiçbir iktidar talebim yoktu. Amerikalı bir gazeteci, bana adadığı filminin sonunda şu yorumu yapmıştı: “O bu dünyaya ait değil.”
Eşim taç giyme törenini sürekli ertelemişti. Tacını giymesi için onu zorlayanlara ciddi bir şekilde, ancak ülkesinin gelişme yolundaki adımları kararlı bir şekilde attığına emin olduğunu hissettiği zaman tacını takacağını, bu süreci beklerken hâlâ fakir ve bir bölümü okuma yazma bilmeyen bir halkın önünde taç giymekten gurur duymasına imkan olmadığı cevabını veriyordu.
Gezgin kütüphane çalışanları, Bilgi Ordusu nun en uzak köylere ulaşabilen genç öğretmenleriyle sıkı bir işbirligi içine girdiler. Ümidimizi gitgide daha çok yeşerten sahneler yaşanıyordu: ana-babanın okuma yazma bilmediği bir aile ortamında, çocuklar artık kitap okuyabilmekteydiler. İnsanın sadece kalbinin sesini dinlemesi, yardımlar yapması güzeldi, ancak yapılan yardımlar sorunları kökünden çözmekte yetersiz kalıyordu.
Bana naiplik verilmesi kararını, meclis tarafından resmen onaylanmasına karşın, tamamen biçimsel bir saygı gösterisi olarak kabul ettim. Benim nazarımda bu karar, eşimin beni takdir ettiğinin ve bana olan güveninin kanıtından başka bir şey değildi. Bundan için için gurur ve mutluluk duyuyordum.
Zaten her yeni yaşam da, bir düş kurarak gerçekleşmeye başlamaz mı? Evet, eğer çocuklara kitap okuma alışkanlığını verebilirsek, onların, çağdaş fikirleri daha kolay anlamalarına, sorumluluk duygusu ve etik değerler kazanmalarına yardımcı olabilirdik.
Eğer çocukların günlük yaşamına kitabı sokmayı başanrsak, onlara nasıl olağanüstü bir kültürel açılım sağlayabilecegimizi düşündük. Kitap kuşkusuz, başkalarının yaşamöyküleri ve yazgılarından yararlanarak, insana kendi geleceğini tasarlama imkânını veren en iyi araçtır.
Humeyni, daha sonra Şah’tan aldığı izinle yerleştiği Irak’ta rejimi temelinden yıkma çalışmalarını sürdürdü. İslam Devrimi sonrasında Tahran’a dönünce ilk idam ettirdiklerinden birisi onun hayatını kurtarmış olan General Pâkravân oldu.
Sevgiyle dikilen bir tohumun asla kaybolmayacağına bütün benliğimle inanıyorum.
Beşinci önlem de çok ağır sonuçlar doğurabilecek bir önlemdi: kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilecekti. Köktendinci ve aydınlık düşmanı bir kısım mollalar bundan hemen rahatsız olmuşlardı. Daha 1936 yılında kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmasını isteyen Rıza Şah, çarşaf giyilmesini yasaklayarak, ruhban sınıfının şimşeklerini üzerine çekmişti.
Günde on iki saat İranlıların refahı için çalışan biri olarak, Şah’a şunu söyledim: Oraya gidip gene hakaretlere maruz kalmaktansa, Tahran’da kalırım, burada daha yararlı olurum. Yirmi yıl sonra gene aynı göstericilerin, vatanından sürülmüş, üstelik hastalıkla savaşan Şah’ın kaldığı New York Hastanesi’nin pencerelerinin altına gelip bağıracaklarını, eşimin ölmesi için dua edeceklerini bilemezdim
200.000 hektar kamu arazisinin 42.000 çiftçiye dağıtımı başarılabilmişti. Bu daha sadece bir başlangıçtı: gene de bu başlangıç, aralarında, gelirlerinin büyük kısmını topraktan elde eden din adamlarının da bulunduğu, büyük toprak ağalarını çok öfkelendiriyordu.
Çok büyük nüfuz sahibi Şii din adamlarıyla uğraşmak hiç de kolay değildi. Şah bunu biliyordu ama bildiği başka bir şey daha vardı: gerçekleştirmek istediği reformlar ve demokratik açılımlar için bazı kalıplaşmış düşüncelerin değişmesinin zorunlu olduğu.
Topraksız köylüler sıkıntı içindeyken, uçsuz bucaksız topraklara sahip ağalara bu sorunu çözme konusunda örnek olmak üzere Şah, daha 1941 yılında kendi topraklarını hükümete devretmiş, topraklarının halka dağıtılmasını istemişti.
Charlot’nun soytarlıklarına güldüğü kadar güldüğünü görmedim. Çocuklar gibi gülmekten katılıyordu, ben de kendi kendime onun eğlenip rahatlamasını sağlayan böyle küçücük bir sinema salonumuz olduğu için seviniyordum Bazı tarihi kahramanların yiğitlik öykülerini anlatan tarihi ve savaş filmlerini de severdik.
Günün küçük olaylarını, oyun sahneliyormuşum gibi anlatmaya bayılırım. Çocukken gevezeliklerimle kuzenim Rıza’yı serseme çevirirdim, bazen dayanamayıp kaçtığında peşinden koşup kendisini beni dinlemeye zorlardım. Şah’a gelince, o bıkmıyordu
Büyük babası Rıza Şah gibi solak olduğu ortaya çıktı. Ama bu benzerlik, eşimin bir asker olan doktoru General Abdul Kerim Ayadi’yi sakinleştirmeye yetmedi. ”Velihat Prens’in solak olması iyi bir şey değil, onu bu alışkanlığından vazgeçirmek gerekir dediğinde ben de yanıtlıyordum: Hayır, hiç önemli değil bu. Askeri selam vermesi gerektiği gün selamı sağ eliyle verebilir. Doktor ikna olmamıştı, eşim ise gülüyordu.
Paris’ten saçımı yapmak için özel olarak gelen Carita kardeşlerin usta ellerine kendimi bırakmam gerekiyordu. Onlar benden çok daha heyecanlı ve gergin görünüyorlardı, ben onları rahatlatmaya çabalayınca etrafımızdakiler gülmekten kendilerini alamadılar. Duygu yüklü, uzun bir gün bizi bekliyordu
Daha önce hiç böyle bir kargaşaya tanık olmamıştım. Dört ay önce, aynı havaalanından ayrılırken kimsenin fark etmediği, sıradan biri olarak, bu kalabalığın nedeninin ben olduğumu nasıl kabullenebilirdim?.. Kendinden geçmiş bir vaziyette bağırarak adımı söyleyen, birbirini ezen bu kalabalıktan beni kurtarmak için her çareye başvuruldu. Birileri tarafından çekiştirildim, adeta sürüklendim, o kadar çok flaş patlıyordu ki hiçbir şey görmüyordum; beni nereye götürdüklerini bile bilmiyordum, hatta pistlerin yakının da bir yerde, çimenlerin üzerinde ayakkabımın bir tekini kaybettim ve bu dehşet verici durumdan on beş dakika sonra, aniden kendimi lüks bir arabanın sessiz ortamı içinde buldum: İran Büyükelçiliği’nin arabasıydı bu!..
Önce yanlarından geçtiğimi fark etmemişlerdi bile. Ama bundan sonra, makineli tüfekle ateş eder gibi durmadan çektikleri resimlerle yüzüm dünyayı dolaşacaktı. O andan itibaren, herhangi bir kadın gibi rahatça dolaşabilme özgürlüğümün üzerine bir çizgi çekilmişti ama bunu henüz bilmiyordum.
Kendisine Paris’te İran Büyükelçiliği’ndeki toplantıda benimle karşılaşmasını anımsayıp anısamadığını sorma cesaretini buldum. Hatırlamadığını söyleyip bana ayrıntılarıyla anlattırdı. Her ayrıntıya verdiğim önemin onu çok eğlendirdiğini gördüm, resmi bir ziyaretteki böyle küçük şeyler onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. O güldü. Ben de güldüm.
Herkese küçük hediyeler götürmek istiyorum. Ayrıca beni gördüklerinde kıyafetimi beğenmelerini, tam bir Parisli hanım gibi giyindiğimi düşünmelerini sağlamalıyım. Fil dişi ve uçuk yeşil tonda, çiçekli, emprime bir ipek bluz, aynı fildişi tonda, vücudumu saran bir dar etek, çok yüksek topuklu, fuşya renkli ayakkabılar, asorti bir çanta ve nihayet zeytin yeşili, süet deriden, hafif bir manto satın aldım. Dört ay sonra bu defa müstakbel Kraliçe olarak çeyizimi hazırlamak için Paris’e geri dönüp, Crillon Oteli’nde kalacağım, yeniden mağazalarda koşuşturacağım aklımın köşesinden bile geçmedi!
Öyle sevinçliyim ki kabıma sığamıyorum sanki.
Cezayir savaşına karşı yapılacak gösteriye katılmayı reddedince, arkadaşım cesur olmadığımı söyleyerek benimle alay etti. Sonuç olarak ona bunun aksini kanıtlamak için mi bu gösteriye katıldım? Hiç şüphe yok ki öyle. O gün ne söylediğimizi tamamen unuttum ama erkeklerin çoğunun deri ceketlerinin altında coplar, demir çubuklar sakladıklarını görünce şaşkınlıktan donakaldığımı çok iyi hatırlıyorum.
Onlara göre, bu gezegende Sovyetler Birliği dışında korunacak başka hiçbir şey yoktu.
Eger birisi gelip benden matematikte yardım isterse ben elimden geleni yapıyordum, başka türlüsünü düşünmezdim bile. Ama aksi bir durum söz konusu olduğunda herkesin bir bahaneyle ortadan kaybolduğunu görüyordum. Bunu son derecede incitici buluyor, üzülüyordum.
Mimarlık okulundaki zihniyet Jeanne-d’Arc ve Razi Lisesi’nden çok farklıydı. Yıllar boyunca bize dayanışma ve takım ruhu öğretilmişti, burdaysa başarılı olmak için tam aksini uygulamak gerekiyordu. Benim dönem arkadaşlarımda hakim olan değerler bireyselcilik ve seçkincilikti.
Öğrenci konusunda çok seçici olma şöhretine sahip mimarlık okuluna kabul edilmiştim. Bürokrasi ile ilk tanışmam, asla alamadığım bu burs vesilesiyle oldu. Sanki engelli koşuda yarışıyordum. Günlerce uğraştığım Eğitim Bakanlığı’nda hiç kimse, hatta ailemin tanıştığı ve görüşme imkânı bulduğum bakan bile bana nasıl bir yol izleyeceğimi söyleyemedi. Bir dil sınavına girmem gerektiğini iddia edenler de oldu ama bu sınavın sorumlusunun kim olduğunu ve nasıl kayıt yaptıracağını açıklamaktan acizdiler. Haftalar geçti, yaz bitti ve benim burs dilekçem Milli Eğitim Bakanlığı’nın değişik masaları arasında kayboldu gitti.
İran’ın en önemli şahsiyeti ile evlendiğinde bu soyadını kesinlikle kaybettim. Ama kaderin cilvesine bakın ki birçok ülkede, özellikle Fransa’da bana Farah Diba demeyi sürdürüyorlar. Oysa resmi olarak ve tarih önünde, bütün benliğim ve bütün ruhumla ben Farah Pehleviyim.
Soyadımızın yok olup gitme tehlikesi vardı. Bu konuda kuzenlerime, dostlarıma, amca ve halalarıma söylediklerimi çok iyi anımsıyorum: “İyi bir öğrenim görür ve olağanüstü başarılı bir kadın olursam belki de soyadımı korumama izin verirler, ne dersiniz?”
İranlı annelerin çoğunun aksine, annem benim görücü usulüyle evlenmemin lafını bile ettirmiyordu, ben de elbette buna karşıydım. Aileden birilerinin gizlice onu teşvik ettiklerini biliyordum, onlara göre, benim için iyi bir kısmet aramanın normal olduğu bir yaşa gelmiştim. Ama annem ve ben, evliliği düşünmeden önce ögrenimimi bitirmem gerektiğine inanıyorduk. Annem liseyi bitirmiş, aydın bir hanımdı. Onunla beraberken evlilikten söz açıl dığında benim tek düşüncem, babamdan bana miras kalan, kalben çok bağlı olduğum Diba soyadımızı muhafaza edebilmekti.
Babam Fransa’ya, özelikle onun başkentine karşı beslediği sevgi ve dostluk duygularını bana da geçirmişti.
Yüreğim eziliyordu, üzüntüm öyle derindi ki ağlayamıyordum.
Sürgündeyken ve nereye gideceğimizi bilemezken, sonunda denizde karar kıldığımızı hatırlıyorum. Ama o tarihte plaj kapalıydı ve benim güvenliğinden sorumlu olan kişilerin muhatabı, bir plaj bekçisiydi. Ona Nevruz geleneğimizden söz ettiğimde -Amerikahlar gelenekler konusunda son derece duyarlıdırlar- bekçi bizim buğday filizlerimizi dalgalara bırakmamıza izin verdi.
Kanımca pohpohlamalar, içten gelmeyen davranışlar, insan zekâsına hakaret anlamını taşır.
Sevgi gösterilerini kabul etmek eğilimiyle, kulağıma çok hoş gelen o sevgi sözlerinin samimi olmadığını fısıldayan iç sesime inanma arasında bocaladım durdum. Bu endişem daha sonra geçti. Ama bu dönemden kalma bir şüpheciligim vardı, bana yapılan iltifatları sorgulanım. Bu nedenle kraliçe olduğumda dalkavuklardan, saraydaki yaltakçılardan hep sakınmışımdır.
Yeryüzünde gelip geçici olduğumuz kabul etmenin ve alçakgönüllülükle düşünürlerimizin bilgeliğine sığınmanın bir başka yoluydu şiir. Ben gene Şirazlı olan Sadi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Ömer Hayyam’ı ve çağdaş şairlerimizden Füruğ Ferruhzadeyi, Feridun Meclisi’yi, Sohrap Sepehri’yi ve daha birçoklarını da severim.
Annem tepeden tırnağa şiirle dolu yaşardı. Her olayla ilgili hatı ladıgı bir şiir olurdu mutlaka, yüzü aniden aydınlanır, şiirini ezbere okurdu.
Bana göre şairlerimizin en insancıl, en cömert, en sıradışı olanıdır Hafız. İnsan karmaşık bir ruh hali içindeyken ne karar vereceğini, nereye gideceğini bilmiyorsa, eseri rastgele açıp cevabı mutlaka onun dizelerinde bulur.
Şiraz’da onun kabrini ziyaret etmiş, akşam serin bir rüzgâr eserken yaşam ve mutluluk konusunda düşüncelere dalmış tim. Hafız da kabrine uğrayan gezginleri buna davet eder: “Benim toprağıma şarap ve sazla otur, ta ki kokunu duyarak ben de kalkıp raksla sana eşlik edinceye kadar ”
Büyüdüğüm İran ise artık okullara, üniversitelere sahipti; tümüyle asfalt olmasa da yollar yapılmıştı, en azından ulaşım sağlanmıştı; ve nihayet Iran Demiryolları, Hazar Denizi’ni Basra Körfezi’ne bağlıyordu. Hiç şüphesiz daha yapılması gereken pek çok şey vardı, ama katedilen mesafeye bakıldığı zaman, ebeveynimin kuşağına göre Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’de ne yapmışsa, Rıza Şah da ülkesinde aynı başarıyı göstermişti
Başka bir dünyanın güçlüklerini öğrenmeye başlamıştım; adaletin olmadığı, acımasız, ilkel bir dünyanın Toprak reformu henüz yapılmamıştı, fakir bir köylü, ailesini beslemek için biraz buğday çalar ya da yanlış bir şey yaparsa toprak ağası onu dövebilir, hatta daha ağır bir ceza verebilirdi. Bu durumu kabullenemiyor, isyan ediyordum, hatta iki üç kez köylüleri sömüren bu büyük toprak ağalarına çok kızmış, hırsımdan ağlamıştım.
Catı katındaki dairemize taşındık. Kocaman terasından başkentin büyük bir kısmının, özellikle Tahran Üniversitesinin şantiyesinin görülebildiği bu daireye hemen ısındım. 50’li yılların başındaydık. Üniversitenin, sayısı hızla çoğalan yeni nesil için yeni binalara gereksinimi vardı. Vinçlerin çalışmalarını, kamyonların manevralarını izleyerek, geçen yüzyıldan kalan bir şehrin, yer yer gökdelenlerin yükseldiği, otomobillerin sel gibi aktığı geniş caddelerle bölünmüş devasa bir başkente dönüşmesini izleyerek ne uzun saatler geçirdim bu terasta!.. Öyle sanıyorum ki, birkaç yıl sonra seçtiğim mimarlık mesleğine olan ilgim bu dönemde başladı. Bizimle aynı evde oturan dayım da mimardı, akşam onu, projelerinin üzerine eğilmiş çalışır ken seyretmek hoşuma giderdi.
Ben Azerbaycan’ı bilmiyordum. Babam bir gün birlikte gideceğimize söz verdi, ancak ailesinin yaşadığı yerleri bana göstermesi kısmet olmadı; ertesi yıl babamı kaybettik.
10 Mayıs 1946’da Sovyet birliklerine İran topraklarından çıkma emri verildi. Ama özerkliğini ilan etmiş olan Azerbaycan’da hala Tudeh Partisi’ne mensup olan isyancıların işgali devam ediyordu. Yasal düzeni kurmak için İran ordusu Azerbaycan’a girdi ve sonunda 12 Aralık 1946’da başkent Tebriz kurtuldu.
Benim çok uzun zaman komünistlere karşı duyduğum korkunun nedeni işte bu 1945-1946 yıllarında akrabalarımızın yaşadıklarına tanık olduğum felaket ve anne-babamın üzüntüsüydü, Komünistleri sevmiyordum, Şah’a karşı oldukları için onlardan korkuyordum. Başka bir politik görüşüm yoktu Çok koyu Şah yanlısı ve meşruiyetçi olan anne-babamın gözünde Tudeh Partisi İran’a ihanet ediyordu, bu da kötülüğün ta kendisiydi çünkü bu eylemiyle topraklarımızın bir bölümünü yabancı bir güce bırakıyordu.
İngiltere ve SSCB, 1942 yılında imzaladıkları bir anlaşmayla, çarpışmalar sona erdikten en geç altı ay sonra birliklerini topraklarımızdan geri çekmeyi kabul etmişlerdi. İki ülke bu anlaşmaya sadık kaldılar ama Moskova, birliklerini Azerbaycan’da tutmaya devam etti. 1942 yılında kurulmuş olan komünist Tudeh Partisi, Sovyetler’in varlığından yararlanarak özellikle Azerbaycan’da çok büyümüştü. Azerbaycan Demokratik Partisi’nin lideri komünist Cafer Pişevari artık Azerbaycan’ın bağımsızlığını talep ediyordu. Sovyetler Birliği de bölgenin kucağına düşmesini bekliyordu. Bu olasılık gerçekleşti, akrabalarımızın bu trajediyi nasıl yaşadıklarını anlatacak kelimeleri bulamıyorum. Annemin ailesinde dayılarım ve teyzelerim, bir zamanlar Sovyet Sosyalist Gilan Cumhuriyeti olarak ilan edilen Gilan şehrinden, 1920 yılında komünistler tarafından zor kullanılarak sürülmelerinin acı izlerini belleklerinden silememişlerdi. O komünistler yüzünden annem daha çocukken Tahran’a gelmişti. Ve işte şimdi aynı dayatma, bu defa babamın yakınlarına yapılıyordu.
Yedi sekiz yaşlarındayken Hazar kıyısında kutsal bir yerdeydik, orada bir çocuğun belleğinde unutulmaz bir iz bırakan, görünüşte önemsiz ve anlamsız bir olay yaşadım: başım açıktı, bir molla bana sert bir tonla “Saçlarını ört, yoksa cehenneme gidersin! diye bağırdı. Hoşgörüden yoksun bu adamın bende uyandırdığı korkuyu hiç unutamadım. Otuz dört yıl sonra Ayetullah Humeyni bu korkuyu yeniden canlandırdı.
İlk gençlik yıllarımda geleceğimi düşünürken, kendimi kültürlü, gurur duyacağım bir erkeğin yanında hayal ederdim. Gitgide daha çok sayıda kadının İran’ın gelişmesine katkıda bulunmak için seferber oldukları bir dönemde, 50’li yılların sonunda, öğrenimimi bitirmeden önce evlenmeyi düşünmüyordum. Günün birinde ülkemizin en büyük insanı ile evlenmek aklımın köşesinden bile geçmezdi. Şah’a bir gün: “Niçin beni seçtin?” diye sormuştum O da hafif bir tebessümle şu cevabı vermişti: “İlk karşılaşmalarımızdan birinde, bir ogleden sonra yedi taş oynamıştık, hatırlıyor musun? Oldukça kalabalıktık. Taşların çoğu hedefe ulaşmadan düşüyordu, sen de çok nazik bir şekilde hemen koşup oyuncuların taşını topluyordun. Seni daha önceden de beğenmiştim ama o gün doğallığını sevdim.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir