İçeriğe geç

El Kadim Kitap Alıntıları – Cihan Çetinkaya

Cihan Çetinkaya kitaplarından El Kadim kitap alıntıları sizlerle…

El Kadim Kitap Alıntıları

Ve yalnızlık, fiziki bir tanım değildi. Ruha hitap eden soyut bir manası vardı
Kendini bulmak için kaybetmen gerek; şüphe etmen, düşünmen, hatta buhranlar yaşaman,araman gerek. Netice, sebebin evladıdır. Sebepler ne kadar salih olursa,evladı da o ölçüde salih olur.Öyleyse yürü; durma yürü! Akıbetine doğru yürü ve ara.Yol yoktur, ancak sen yürürsen yol olur.
Başına taş yemeden Taif’i geçtiysen,Bu Taiflilerin uslandığına değil,senin eksik olduğuna delalettir.
Bazı şeyleri seçemeyiz; ailemizi, doğduğumuz ülkeyi, yaşadığımız muhiti seçemeyiz mesela. Fakat bir çiçek ekmeyi seçebiliriz; sevmeyi, gülmeyi, ağlamayı, şiir okumayı ya da göğe bakmayı seçebiliriz. Nerede veya kim olursak olalım, güzele dair olanı seçebiliriz…
Eskiler avluya hayat derlerdi. Neden böyle derlerdi acaba? Belki de hayat denilen mefhum en hakiki tezahürü avluda can bulurdu, kim bilir.
Sebepli sebepsiz düşünceler, insanların ölüme yakın aklını kurcalarmış. Ve insan en kötüsüne hazırlık yaparken, en iyi anılarını seçermiş. En iyi halinde ise kötülük arar dururmuş.
Varlık ile yokluk arasında bir boşluk gibi, akrep ve yelkovanın sayamadığı bir zaman diliminde sıkışmıştı sanki.
Cevher hârda, insan darda işlenir.
Cibran, Aynı duyguyu paylaşan kederli ruhlar, birbirleriyle karşılaştıklarında huzur bulurlar der. Hakikaten kederin kuvveti, başka hiçbir hisse bahşedilmemiş. İnsanları birbirine yakınlaştıran en kesin duygu; acılardır, kederdir.
Kaskatı demirin ateşle imtihanı gibi insan da dert ile imtihandadır. Demiri ateşte, insanı dert ile, biçim alsın diye döverler.
Kerpetenlerle dili sökülmüş,fısıldamaya çalışan şehirdi İstanbul
Geçmişi düşünmek yersiz,geleceği düşlemek bir kör dövüşü;çünkü insan geçmiş zamanın ölüsüdür.Gelecek zamanın doğmamış evladı
Düşünceler,deli gömleklerini yırtabilir miydi?
Taşıyamadığı yük,taşımak istediklerinden çok daha ağırdı.
Yasalar eğer ki utanmadan bir zalimin tarafında yer alabiliyorsa,o yasalar zaten hükmünü kaybetmiş demekti.
Yalnızlık,cevapsız sorularla başlardı önce.Ve yalnızlık,zehirli fikirlerin rahmiydi.Can yakıcı hatıraların bellekte tezahürü,ancak ve yine salt bir yalnızlıkla mümkündü.
Adım adım tükenen yollar hayatın tezahürü gibidir Murat Ve kimse geriye doğru adım atarak yürümez.
Bugün geçmek bilmez sıkıntılar,kim bilir,belki de yarının mesut günleri olabilir.
Ruhuna geçirdiği prangalar,özgür kararlar almasına engeldi
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir şeylerden kaçmak ve kurtulmak,bedel ödemekle mümkündü.Gerçekten uzaklaşmak için terlemek gerekirdi.
Yazık,hayaller hayatlara hiç dokunamıyor.Onlar sanki birbirine küs iki kardeş gibi ; barışmaları mahşere düğümlü iki kardeş
Lakin insan başkasına öğütçü,kendisine zalimdi.
Kibirdi bu;Allah’ı bilmeyen düşmanın en büyük zaafıydı !
Ey mücahitlet! Arkanızda düşman gibi bir deniz,önünüzde deniz gibi bir düşman Nereye kaçacaksınız ?
Şimdi düşününce, Haydarpaşa Limanı’nda başlayan yolculuk onlara pek çok şey öğretmişti de bir tek ayrılığı öğretememişti.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Cesede dikilmiş ruhları çok iyi biliyordu. Fakat bunu ceset hücresine sıkışmış, hafızası yok edilmiş bir ruha anlatmak, kendilerinin yapabileceği bir şey değildi.
Düşünüyordu. Peki, düşünmek nedendi? Söylenecek asıl kelimeler ne olmalıydı? Ve kime söylemeliydi? Ruh diye tanımladığı varlık kendisi miydi? Yoksa asıl benliği ruhu bedenine hapseden gaddar bir gardiyan mıydı? ‘Tanıma ihtiyaç duyan bir kişilik, ne kadar da aciz bir mahlûktur!’ diye düşündü.
Zaman bir boşluktu. Ne başı belliydi ne de sonu. Zaman azgın bir nehirdi. Bir nehirde akan su nasıl da taşlara ve kayalara çarpıp un ufak ediyorsa, zaman da insanlara çarpa çarpa ilerliyor, önüne çıkan her şeyi un ufak ediyordu
Ah Aksa Arap tavırlı güzel,
Bir Ümmü Gülsüm şarkısı gibi acı yüklü tebessümdü
Sözün ağır yük olduğunu söyleyen azizler, bize susmanın yükünü anlatmadılar
Susmanın ne çok kelimeleri vardı öyle. Susmak ilmin yarısıdır, derlerdi de sancının tümüdür, demezlerdi.
Her hasret, İsa Peygamberi bekleyen bir ölümdür, derdi eskiler. Ölüm kadar kesin, diriltilmeyi beklemek kadar küçük bir umuttu hasret.
Nice bilinmeyenler, bilinmesi yasak olanlar ve bilinmek istenmeyenler, ruhunun en derin kuyularında hapisti. Hani bir ip uzatacak olsa, ne tutanı vardı, ne de rıza göstereni.
Hani bir şey dilinin ucuna gelirde çıkmaz. Sonra bu araf hali zulüm olur insana. İşte şimdi tam da böyle bir haldeydi.
Galata, sen yok musun; Latin çirkini! Çok güzelsin
Onu hatırlamak için unutmam gerekliydi. Oysa ben onu hiç unutmadım Arthur.
Hani, yolun diyeti yürütmektir, derlerdi. Bolluk içindeki zengin bir ülkeye ulaşan adımlardı yürümek. Muhabbetse, muhabbet ise şüphesiz yolculuğun azığıydı, suyuydu.
Düşünüyordu. Peki, düşünmek nedendi? Söylenecek asıl kelimeler ne olmalıydı? Ve kime söylemeliydi? Ruh diye tanımladığı varlık kendisi miydi? Yoksa asıl benliği ruhu bedenine hapseden gaddar bir gardiyan mıydı? ‘Tanıma ihtiyaç duyan bir kişilik, ne kadar da aciz bir mahlûktur!’ diye düşündü.
Korkmak, bıçağın keskin tarafıyla ilgili bir şey değildi. Zira korkmak, bizatihi bıçağın var oluşuydu
Beklemekten daha kötü bir şey varsa, artık bekleyebileceğin hiçbir şeyin kalmamasıdır. Bu, yaşarken ölmek gibidir; çünkü hayat, umut etmek demektir. Öyleyse yine de bekleyeceğiz, neyi beklediğimizi bilmeden.
Artık gerçek diye bildiğin her şeyi unutmalısın. Orada okyanus semâ eder; Rabbine hamd ve şükür eder. Tadı tatlı bir su, en dipten çıkar, yüzeye kadar ilerler. Yerde balıklar, gökte kuşlar,bu semâya hayret eder. Allah her şeye kâdirdir; üzerinden giden mağribden çıkar, altından giden şimâlden..
Ey mücahitler! Arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman Nereye kaçacaksınız?
her hastalığın bir hekimi olurdu da
sevdaya ne çare.
‘insan çok zalimdi. çünkü kendine zulmetti. cahildi çünkü zulmedeceğini bilmiyordu.’
hasretin sırtına yüklediği dert, onca derdinin arasında artık unuttuğu bir kalp sızısını hatırlatmıştı ona. hani derdini dökse, davalıdan başkası anlamazdı; davalı kendisiydi.
işte bu zamanlarda dost edindiği kitapları da olmasa, belki de zayıf kalbi bu sıkıntılara daha fazla dayanamayacaktı.
kendini bulman için kaybetmen gerek; şüphe etmen, düşünmen, hatta buhranlar yaşaman, araman gerek. netice, sebebin evladıdır. sebepler ne kadar salih olursa, evladı da o ölçüde salih olur. öyleyse yürü; durma yürü! akıbetine doğru yürü ve ara. yol yoktur, ancak sen yürürsen yol olur.
‘masivaya aldanma; çünkü o sana herşeyi unutturmak için var. yokluk içindeyiz ama varlığın kıymetini bilmiyoruz. çünkü yokluğumuzu varlık zannediyoruz. oysa varlık da yokluk da izafidir. peki, bunun farkındalığına ne zaman ulaşırız? insanın yaradılış gayesi ruhuna sırlanmıştır. vakti geldiğinde aşikâr olur. aşikâr olan akıbet olur. velhasıl ne için yaratıldığını hatırlamak, sırrı çözmeye teşebbüstür.’
bilemezsin.. kimin ne kadar nasiplendiğini ancak Allah bilir. kendine çizdiğin hududa aldanma sakın; zira gönle hudut çizilmez.
velhasıl nedendir bilinmez, anlayamadığım, tanımlayamadığım garip bir huzur içerisindeyim.
Bir insan gözlerini kapatsa, sonra bulunduğu yerden başka bir yerde, mesela geçmişte başka bir yaşta olduğunu düşlese, ilk hissedeceği duygu pişmanlıktır. Hem de öyle bir pişmanlık ki bir daha düş kurmaya dahi mecali kalmaz..
efkârı demir gibi adeta kurşun gibi damarlarında gezinirken huzura kavuşması imkânsızdı. durmadan düşünüyordu. düşündükçe düşünceleri suçluyordu.
hani bir şey dilinin ucuna gelirde çıkmaz. sonra bu araf hali zulüm olur insana. işte tam da öyle bir haldeydi.
kim demiş ‘merhamet müslümanların zaafıdır’ diye? zulme merhamet, zayıflıktır!
sözün yükünü her heybe taşımaz, her omuz kaldıramazdı. ya söylenmeyen sözün yükü, yok muydu sanki?
Her şey Allah’ın ilmide gizlidir. O, ilmini dünyadaki her kum tanesinden, su zerresine kadar yaymıştır. Elbette biz ancak bu ilmi takip ederek bir şeyler yapabiliriz.
Şunu söyleyebilirim ki ben sadece bir aşçı değilim. Bir aşçı olarak da ölmeye hiç niyetim yok. İnsan metafiziki gücünün asıl sahibini bulduğunda anlayacaktır. Ömrü hayatını dünyevi bir işle yok etmenin ne kadar aptalca olduğunu.. Ve sebepleri sorguladığında, inan ki sonuçları yönlendirebilirsin.
Geçmişi düşünmek yersiz, geleceği düşlemek bir kör dövüşü; çünkü insan geçmiş zamanın ölüsüdür. Gelecek zamanın doğmamış evladı.
Başına taş değmeden Taif’i geçtiysen, bu Taiflilerin uslandığına değil, senin eksik olduğuna delalettir,
Yoruyor. Açıklamalar yoruyor, anlaşılmamak, anlatamamak, anlayamamak ve hatta bazen anlamak bile yoruyor.
“Susmanın ne çok kelimeleri vardı öyle. Susmak ilmin yarısıdır, derlerdi de sancının tümüdür, demezlerdi..”
‘geçmişi düşünmek yersiz, geleceği düşlemek bir kör dövüşü; çünkü insan geçmiş zamanın ölüsüdür. gelecek zamanın doğmamış evladı.’
‘ne dert olaydı ne, ne derman
ne sûr olaydı, ne matem,
ne aşiyâne-i vuslat, ne bari-firkat olaydı..’
‘bence hayatımızda bir kez olsun uçurumun kenarında birinin bizi itmesini beklemeyelim. atlayalım o uçuruma ve olacakları görelim.’
‘nazar edin. zira kulun nasibi ancak göktedir! yeryüzüne değil, gökyüzüne bakın.’
Düşünmek! Evet, düşünmek. İnsan kendi tabularını yine ancak kendi yıkabilirdi. Öyleyse düşünceye sevk etmek, öğretmekti
güneş her gün yenidir. zıtların toplamı birdir ve en güzel ahenk, ahenksizliklerden gelendir; her şey tezattan doğar.
Kendini bulmak için kaybetmen gerek; şüphe etmen, düşünmen, hatta buhranlar yaşaman,araman gerek. Netice, sebebin evladıdır. Sebepler ne kadar salih olursa,evladı da o ölçüde salih olur.Öyleyse yürü; durma yürü! Akıbetine doğru yürü ve ara.Yol yoktur, ancak sen yürürsen yol olur.
şu kalbin anlatmak istedikleri, akla galip gelmez miydi? hem akla inanmaktansa, kalbe inanmak mucizelerin gizli anahtarı değil miydi?
zaman bir boşluktu. ne başı belliydi ne de sonu. zaman azgın bir nehirdi. bir nehirde akan su nasıl da taşlara ve kayalara çarpıp un ufak ediyorsa, zaman da insanlara çarpa çarpa ilerliyor, önüne çıkan her şeyi un ufak ediyordu.
baba şefkâti dedikleri tam da böyle bir şey olsa gerekti. her şeye rağmen sevmek, karşılıksız sevmekti.
gözler kalbin anahtarıdır, derdi eskiler. ruhların tanışması, sevmesi ve sevilmesi dil ile değil bakışlar ile olurmuş, derlerdi. samimiyet, gözlerin renginde değil, ruhun ahenginde belirirmiş sonra. işte bu bakışlar ki kelimeleri kullanmaz da rivayet edermiş, mânâ edermiş bilhassa
birbirimizden farkli olsak da, hemen hepimiz ölümlü olmak ile ortak bir kadere sahibiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir