İçeriğe geç

Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ Kitap Alıntıları – Halil İnalcık

Halil İnalcık kitaplarından Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ kitap alıntıları sizlerle…

Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ Kitap Alıntıları

Yaşamını yalnız bir bilgi dalına adayan kişi, ilahi gerçeğin uzağına düşer.
Konstantin Jireček, Osmanlı topraklarında ulaşım hakkında, “ Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından beri hiçbir Avrupa devleti yol sistemine bu denli özen göstermemiştir.” Diye yazar.
Dönemin tarihçisi Neşrî’ye göre “İstanbul’u sultan Mehmet yapmıştır.”
Merkantilist batı devletleri, kapütülasyonların ilk şeklini değiştirip zorunlu ayrıcalıklar haline sokarak ve genişleterek, Osmanlı ekonomisini sonunda bir ekonomik sömürü aracına dönüştürmeyi başarmışlardır. Osmanlı ekonomik yapısı buna izin veriyordu. Osmanlılar, Batı’dan ithal sanayi mallarının imparatorluğa sürekli akımını teşvik ediyorlardı. Gene de avrupa’dan yapılan ithalat, birkaç kalemle, genellikle yünlü kumaşlar, maden ve kimyevi maddeler ile sınırlı olduğundan yerli lonca üretimine büyük zarar vermemiştir.

Merkantilist Avrupa devletleri, sanayi malları ihracına önem vererek Doğu’ya özgü bazı malların üretimini özellikle ipekli, pamuklu ve sog endüstrilerini geliştirdiler; boyalar, kahve ve şeker gibi koloni malları osmanlı pazarını istilâ etti. Meksika’nın ucuz gümüşü, osmanlı gümüş madenlerinin kapanmasına ve osmanlı para sisteminde kargaşaya neden oldu.

Erken dönemde batıya alışverişte en önemli maddeler gümüş ve gümüş sikkelerdi. Gümüşün serbestçe ithalini teşvik için osmanlılar gümüş ve gümüş para ithalinde gümrüğü kaldırmışlardı. 1580’lerden başlayarak Doğu Akdeniz pazarını kaplayan ucuz Amerikan ve Avrupa gümüş ve gümüş paraları, Osmanlı ekonomisini ve onunla birlikte devlet ve toplumun geleneksel temellerini sarsan bir fiyat devrimine yol açmıştır. Herhalde Osmanlılar, 17. Yüzyıldan itibaren Avrupa karşısında savaş teknolojisinde olduğu gibi ekonomi bakımından da bağımlı duruma düştüler.

Arap ülkelerinin, özellikle de Mekke ve Medine’nin Osmanlı İmparatorluğu’na katılmaları, yeni bir çağın başlangıç noktasıdır. İmparatorluk artık bir sınır devleti değil, bir İslâm halifeliği idi.
Kul (Gulam) sistemi Osmanlı devlet idaresinin temel kurumlarından biridir. Sarayda ve devlet hizmetinde kullanılmak üzere kölelerden gençler yetiştirilmesi Osmanlılara, Ortadoğu İslam devletlerinden gelen eski bir gelenektir.
Derviş Sarı Saltuk, Osman Gazi’ye şu öğüdü verir: Adil ol, yan tutma; yoksulun ahını alma; uyruklarına kötü davranma,
kadı ve valilerini denetle ki iktidarda kalasın ve uyruklarının, bağlılığını yitirmeyesin.
II. Süleyman ( 1687-1691), tahta çıkmak üzere çağrıldığında kendisini kafesten almaya gelen saray görevlilerine, Ölüm fermanım çıkmışsa söyleyin. Namazımı kılayım da aldığınız buyruğu öyle yerine getirin. Çocukluğumdan beri, kırk yıl hapislik çektim. Hemen ölmek, her gün biraz ölmekten yeğdir. Tek bir nefes için ne korkulara katlanıyoruz! diye ağlamıştır.
Kanuni Sultan Süleyman, bütün dünyayı kapsayan gücünü, Bender kalesinde 1538 tarihli bir yazıtta şöyle dile getirmiştir:

Ben, Tanrı’nın kulu, bu dünyanın sultanıyım. Tanrı’nın inayetiyle ümmet-i Muhammed’in başındayım. Adına Mekke ve Medine’ de hutbe okunan Süleyman’ım ben. Ben, Bağdat’ta şah, Bizans diyarlarında kayser, Mısır’da sultanım, donanmalarını Akdeniz, Mağrip ve Hind’e yollayan sultanım. Macar taht ve tacını alan ve onları bir kuluna bağışlayan sultan benim. Voyvoda Petru başkaldırdı, ancak atımın ayakları onu toz eyledi; Boğdan’ı da fethettim.

Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı imparatorluğu’nun gerçek kurucusudur. Avrupa ve Asya’ da başkenti İstanbul olmak üzere, dört yüzyıl boyunca büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeği olacak bir imparatorluk kurmuştur. Fatih, Sultanu’l-Berreyn ve Hakanu’l-Bahreyn (İki karanın ve iki denizin hükümdarı, yani Rumeli-Anadolu’nun ve Akdeniz-Karadeniz’in hükümdarı) lakabını kullanıyordu. Dünya hakimiyeti için savaşan, ama aynı zamanda bir hoşgörü ve kültür adamı da olan bir savaşçıydı.
Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı imparatorluğu’nun gerçek kurucusudur. Avrupa ve Asya’da başkenti istanbul olmak üzere, dört yüzyıl boyunca büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeği olacak bir İmparatorluk kurmuştur. Fatih, Sultanu’l-Berreyn ve Hakanu’l-Bahreyn (iki karanın ve iki denizin, yani Rumeli-Anadolu’nun ve Akdeniz-Karadeniz’in hükümdarı) lakabını kullanıyordu. Dünya hakimiyet için savaşan, ama aynı zamanda bir hoşgörü ve kültür adamı da olan bir savaşçıydı.
Savaşlara orduyla beraber esir tacirleri de gider ve savaştan hemen sonra esir pazarı kurulurdu. 17. yüzyıl İstanbul kayıtları, şehre 20.000 kölenin girdiğini kaydeder.
Eğitim için alıkonan her içoğlanı muhakkak bir sanatta uzmanlaşmak zorundaydı. Her istedikleri zaman konuşamaz, dışarısı ile hiçbir bağlantı kuramazlardı. Saraydan çıkıncaya kadar kadın yüzü göremezlerdi. Hadımlar aralarında yatar ve böylece her hareketleri gözetilirdi.
Fatih, kenti kuşatmadan önce, dedesi Bayezit’in yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın karşısına, Avrupa kıyısında Rumeli Hisarı’nı yaptırtarak Boğaz’ın denetimini ele geçirmişti. Artık Boğaz’dan geçmek isteyen bütün gemilere onun izni gerekiyordu. Kostantiniye kuşatması, 6 Nisan 1453 ‘ten 29 Mayıs’a kadar, elli dört gün sürdü. Savunma güçleri 8.500 kişi kadardı; düzenli Osmanlı ordusu ise en az elli bin kişilikti. Fatih, kenti o zamana dek görülmemiş büyüklükte toplarla dövdü. Ortaçağın en güçlü istihkamları olan kent duvarlarının saldırıyla ele geçirilmesi, bu yeni silahların zaferidir. Osmanlı ve Batı kaynakları, Türklerin kente, duvarlarda topla açılan gedikten genel bir saldırıyla girdikleri noktasında birleşir.
II. Murat öldüğünde Osmanlı İmparatorluğu, genç II. Mehmet ve lalaları Şihabeddin ve Zağanos’a fetih planlarını gerçekleştirmelerine imkan verecek denli güçlü idi. Mehmet’in temel amacı, Tuna’nın güneyindeki bütün Balkan ülkeleri ile Fırat’ın batısındaki tüm Asya ülkelerini doğrudan doğruya Osmanlı yönetimi altına sokarak atası Bayezit’in merkeziyetçi imparatorluğunu diriltmekti. Ancak
büyük dedesinin tersine, onun ilk amacı Konstantiniye’nin fethi idi. Bunun kendisine bir imparatorluk kurmak için gerekli saygınlık ve gücü sağlayacağının bilincindeydi. Tahta geçtikten sonra Çandarlı’yı vezir-i azamlık makamında tuttuysa da, gerçek iktidar şimdi savaşçı gruba geçmişti. Murat’ın ölümü üzerine 1451 yazında başkaldıran Karamanlılara karşı kısa bir seferden sonra Konstantiniye’nin fethi hazırlıklarına başlandı.
II. Murat’ın hükümdarlık süresi önemli bir ekonomik gelişme dönemi
olmuştur. Ticaret artmış, Bursa ve Edirne gibi Osmanlı kentleri önemli ölçüde büyümüştü. Casus Bertrandon de la Brocquiere, 1432 ‘de yıllık Osmanlı gelirinin 2.500.000 altın dükaya çıktığı, Murat’ın elindeki kaynakları kullansa, Avrupa’yı kolayca istila edebileceği gözleminde bulunur.
Mehmet’in 1421 ‘deki ölümünü üç yıl süren bir bunalım izledi. Bizanslılar, Gelibolu’yu Bizans’a bırakmayı kabul eden Şehzade Mustafa’yı salıverdiler. Rumeli’nin tümü kendisini sultan tanıdı. Yeniçeriler ve ulema ise, tahta Osmanlı başkenti Bursa’da çıkmış olan Mehmet’in on yedi yaşındaki oğlu Murat’ı destekliyordu. Murat, ucbeylerinin başında Rumeli’den kendisine karşı yürüyen amcasını 1422 ‘de yendi. Daha sonra bütün güçlerini toplayıp, rakibini desteklemiş olan Bizans’ı 2 Haziran’dan 6 Eylül’e kadar, kuşatma altına aldı. Bu sırada Anadolu’daki bağımlı beylerin hepsi ayaklanmış, I. Mehmet’in binbir güçlükle fethettiği toprakları yeniden ele geçirmişlerdi. Murat’ın küçük kardeşi Mustafa’yı da isyana teşvik edip Bursa’yı kuşattılar. Murat, İstanbul kuşatmasını kaldırdı, 20 Şubat 1423’te kardeşini yendi, onu kışkırtan Anadolu beylerini de cezalandırdı. Çandarlılar ve Karamanlılar dışında, Batı Anadolu beyliklerine boyun eğdirdi. Böylece genç sultan, devletin iç sorunlarından kurtulmuş, durumu babasının ölümünden önceki biçimine getirmişti; artık dikkatini Balkanlar’daki topraklarını tehdit eden devletlere çevirebilirdi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ankara bozgunundan sonra Osmanlı devleti tamamen parçalanabilirdi; fakat 1416’da Osmanlılar, Rumeli ve Anadolu’daki eski konumlarını elde etmişlerdi bile. 1453 ‘te İstanbul ‘un fethiyle de I. Bayezit’ in imparatorluk özlemini gerçekleştirmişlerdir. Dolayısıyla, 1402 ile 1453 arasındaki dönemin can alıcı tarihsel sorunu, Osmanlı İmparatorluğu’nun iç savaş, haçlı işgalleri ve başka bunalımlar yüzünden toptan yıkılma tehlikesiyle karşılaştığı bir zamanda bu şaşırtıcı kalkınışı nasıl başardığını açıklayabilmektir.
Osman’ın oğlu Orhan, ilk gümüş parasını 1327’de Bursa’da bastırmış, 1331’de İznik’te bir medrese kurmuş, 1340’ta ise bir pazar ve bedesten ve değerli malların satıldığı bir kapalıçarşı yaptırarak, Bursa’da bir ticaret merkezi yaratmıştır. Arap gezgini İbn Battuta, 1334 dolaylarında ziyaret ettiği Bursa’yı, güzel çarşıları ve geniş sokakları olan büyük bir kent olarak betimler.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Osmanlılar imparatorluklarını, Müslüman Anadolu ile Hıristiyan Balkanlar’ı kendi yönetimleri altında birleştirerek kurdular. Her ne kadar gazanın sürekliliği devletin temel ilkesi idiyse de, imparatorluk Ortodoks Kilisesi ile milyonlarca Ortodoks Hıristiyanın koruyucusu olarak doğmuştur. İslam, itaat etmek ve cizye ödemek koşullarıyla, Hıristiyan ve Yahudilerin mal ve can güvenliğini sağlıyordu. Onlara dinlerini özgürce uygulama izni veriyor, kendi dinlerine göre yaşamalarını sağlıyordu. Sınır toplumunda Hıristiyanlarla beraber yaşayan Osmanlılar, İslam’ın bu ilkelerini büyük bir cömertlik ve hoşgörüyle uygulamışlardır. Osmanlılar, imparatorluğun başlangıç yıllarında savaşa başvurmadan önce, Hıristiyanların gönüllü teslim olma ve güvenlerini sağlamaya çalışan bir politika izlemişlerdir. Bu siyaset, yönetenler için gelir kaynaklarını güvence altına almak için zorunlu idi.
Pachymeres’e göre Osman Gazi, 1302 dolaylarında eski Bizans başkenti İznik’i kuşatmış, imparatorun kendisine karşı gönderdiği iki bin kişilik ordusunu pusuya düşürüp 1302 yazında Koyunhisar’ da (Bapheus) yenmişti. Bir imparatorluk ordusunu yenmiş olması Osman’ın ününü yaydı. Osmanlı ve çağdaş Bizans kaynakları, Anadolu’nun her yanından gazilerin onun bayrağı altında nasıl toplandığını betimler. Bunlar, öteki sınır beyliklerinde olduğu gibi, önderlerinin adıyla, Osmanlılar olarak tanınıyordu. Kolay fetih ve yerleşme beklentisi, Orta Anadolu’dan kökenleri değişik yeni yerleşimci dalgaları çekiyordu. Osmanlı Beyliği’nin gerçek kuruluşu bu 1302 zaferinden sonradır.
14. yüzyıl başında kuruluşu sırasında Osmanlı devleti, İslam dünyasının sınırlarında kendini gaza ya, yani Hıristiyanlığa karşı kutsal savaş a adamış küçük bir beylikti. Bu önemsiz sınır devleti, Anadolu ve Balkanlar’daki eski Bizans topraklarını adım adım alıyor ve kendine katıyordu; 1517 #8242; de Arap ülkelerinin fethiyle de İslam dünyasının en güçlü devleti oldu.
Fâtih Sultan Mehmet’i çağdaş Rönesans hükümdârları arasında saymak biraz abartılıdır. Fâtih, her şeyden önce gâzî bir İslâm hükümdârıdır; amacı da devletini dünyanın en güçlü imparatorluğuna dönüştürmekti.
1596’ya kadar dünyada, Osmanlıları bir biçimde ilgilendirmeyen uluslararası tek bir politik sorun olmamıştır.
Tek bir nefes için ne korkulara katlanıyoruz!
Sizi Tanrı’ya emanet ederim.
Ulemâ Peygamber bilgisinin vârisidir .
Dönemin tarihçisi Neşrî’ye göre İstanbul’u Sultan Mehmet yapmıştır .
Adâletsiz bir toplum ayakta kalamaz.
I. Hüsrev (531- 579) ise başka bir görüş öne sürmüş: adâlet ve denge olursa halk daha çok üretir, vergi geliri artar, devlet de zenginleşip güçlenir. Güçlü bir devletin temeli adâlettir .
İbrahim, elinde Kur’an bağırdı: Bakın! Tanrı’nın kitabı! Hangi emirle katledeceksiniz beni?
İbrahim, kendini hal’eden şeyhülislâma, Bu yüce makama seni ben atamadım mı? diye direnmiş, şeyhülislâm da hayır, beni Tanrı atadı! yanıtını vermiştir.
İktidar savaşlarına şeyhülislâmlar, bazen yalnızca alet olurlardı; ancak onların fetvâları çoğu kez kamuoyunu yansıtmıştır.
I. Süleyman, tahtı ele geçirmek için düzen kuran oğlu Bayezid’e, geleceğe ilişkin her şeyi Tanrı’ya bırakmalısın; çünkü hükümdârlıkları ve yönetimlerini düzenleyen, kişiler değil, Tanrı’nın istencidir. Tanrı ülkenin benden sonra senin olmasını istemişse, yaşayan hiç kimse bunu engelleyemez , demiştir.
Kostantiniye kuşatması, 6 Nisan 1453’ten 29 Mayıs’a kadar, elli dört gün sürdü. Savunma güçleri 8.500 kişi kadardı; düzenli Osmanlı ordusu ise en az elli bin kişilikti. Fatih, kenti o zamana dek görülmemiş büyüklükte toplarla dövdü.
Adâletsiz bir toplum ayakta kalamaz.
Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek kurucusudur.
Osmanlılar, iki cephede birden çarpışmak zorunda kalmaktan kaçınmaya bütün tarihleri boyunca özen göstermiştir. Bu, Çanakkale Boğazı’nı henüz denetleyemedikleri erken dönem boyunca, bir ölüm kalı sorunu idi.
Devlet bütün tartı ve ölçüleri teftiş eder ve muhtesib, yani ihtisab kurallarını uygulayan görevli, bu yasaların uygulanmasını sağlamak için çarşıları sürekli dolaşır, yasaları çiğneyenleri yöre kadısının huzuruna çıkarır ve kadının kararıyla onları kırbaçlatır ya da para cezasıyla cezalandırırdı.
Fatih Sultan Mehmet’i çağdaş Rönesans hükümdarları arasında saymak biraz abartılıdır. Fatih, her şeyden önce gazi bir İslâm hükümdarıdır.
Avrupa, Kudüs’ü geri almak için değil de konstantiniye’yi osmanlılardan kurtarmak için bir Haçlı seferi planlanıyor, Latin ve Yunan kiliselerinin birleşmeleri projesi artan bir şevkle yeniden ele alınıyordu. Gelibolu’nun fethinden sonra 1354’te Osmanlıların eline esir düşen Selanik Başpiskoposu Grigoryos Palamas, kendisini tutsak alanların ona İslam’ın doğudan batıya sürekli ilerlemesinin Tanrı’nın kendilerine yardım ettiğinin ve İslamiyet’in doğru din olduğunun açık kanıtı olduğunu söylediklerini bildirir.
İslam, itaat etmek ve cizye ödemek koşullarıyla, Hıristiyan ve Yahudilerin mal ve can güvenliğini sağlıyordu. Onlara dinlerini özgürce uygulama imkanı veriyor, kendi dinlerine göre yaşamalarını sağlıyordu. Sınır toplumunda Hıristiyanlarla beraber yaşayan Osmanlılar, İslam’ın bu ilkelerini büyük bir cömertlikle ve hoşgörüyle uygulamışlardır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesinde gazâ ülküsü önemli bir etmendir. Sınır beylikleri toplumunun kültürü, sürekli gazâ ve Dârülislâm’ın bütün dünyayı kapsayana dek sürekli yayılması ülküleriyle kuşatılmıştı.
Taşköprülüzade’nin Osmanlı ulemasında seçkin bir yeri vardı. Halkın cahilliğini kullanarak onları yanlış yola sürükleyenlerden , o “Allah bizi din bağnazlarından korusun”, diye acı acı yakınırdı.
Bayezid yandaşları,yeniçerilerin taptığı Gedik Ahmet Paşa’nın desteğine güveniyorlardı;bu büyük savaşçıyı, İtalya seferi hazırlıklarının tam ortasındayken, Bayezid saflarına çağırdılar. Gedik Ahmet, Cem’i yenerek Bayezid’i tahta geçirdi, ancak gerçek iktidar Gedik Ahmet’le kayınpederi İshak Paşa’nın ellerinde kaldı.
Mehmet fethin ilk günü kente bir alayla girdi. Yağmayı durdurdu. Ayasofya’ya giderek namaz kıldı, kiliseyi camiye çevirdi ve ilan etti Bundan sonra tahtım İstanbul’dur.
Hemen ölmek, her gün biraz ölmekten yeğdir
Fatih Sultan Mehmet, büyük bir imparatorluk kurduğu halde kendi topraklarında öteki ülkedekilerle karşılaştırılabilecek ulemanın olmayışına üzülürdü.
Tanrı kulu insan, çaresiz ve eksikleri olan bir varlıktır, Tanrı ise rahimdir.
IV. Murat, çocukluk çağı sona erdikten (1632) sonra padişah olarak iktidarını pekiştirmek isteğiyle, İslam’ın savunucusu görünerek fakıların desteğini kazanmayı denemiştir. Tütün ve içki yasağı türünden yasaklar çıkarmış, bunlara uymayanları acımasızca cezalandırmıştır.
Hükümdar sevilmezse, halk arasında, şeriata saygı göstermediği, şarap içtiği ya da başka uygunsuz davranışlarda bulunduğu söylentileri ortalığa çıkardı. Bir despot olan IV. Murat, kendisi hem içki düşkünü, hem de içki yasağının en acımasız destekçisiydi.
III. Mehmet’in tahta çıkışında, babasının cenazesinin ardından, içinde kardeşlerinin cesetleri olan on dokuz tabut Saray’dan çıktığı zaman, dönemin bir tarihçisinin deyişiyle, göklerdeki melekler İstanbul halkının iç çekmelerini ve hıçkırıklarını işitiyordu .
Saraya girer girmez, III. Murat’ın ilk işi beş kardeşini boğdurmak olmuştur. III. Mehmet (1595-1603) ise, on dokuz kardeşini öldürtmüş ve şehzadeleri vali atama adetine son vermiştir.
Selim, hilafetin simgeleri sayılan Peygamber’in kutsal eşyalarını İstanbul’daki sarayına göndermişse de, Abbasi halifesi el-Mütevekkil’in halifeliği Selim’e devir ettiği, ya da Selim’in, geleneksel anlamda, bütün İslam dünyasının halifesi olduğunu iddia ettiği doğru değildir. Sünni öğretiye göre halife, Peygamber’in kabilesi Kureyş’ten olmalıydı, üstelik bütün İslam ümmeti için tek bir halife kavramının, 13. yüzyıldan beri hiçbir anlamı kalmamıştı
( ) bundan kısa bir süre sonra Anadolu’daki eski Moğol toprakları üzerinde Timur hak iddia edecek, yalnızca bir uçbeyi olarak gördüğü Osmanlı hükümdarının kendisini tanımasını isteyecekti. Daha sonra Timur’un oğlu Şahruh’un ileri süreceği aynı iddiaya Osmanlılar, kendi soylarını eski Orta Asya Türk hanlarına bağlayan bir soyağacı uydurarak ve efsanevi Oğuz Han soyundan geldiklerini iddia ederek karşılık verdiler.
Celalîler dönemi büyük bir malî bunalım zamanına rastlamış, imparatorluğu içinden hiç bir zaman çıkamadığı bir çöküntüye sürüklemiştir. İngiliz elçisi, 1607’de İstanbul’dan, Görebildiğim kadarıyla Türk imparatorluğu büyük bir çöküşte; yıkıldı yıkılacak , diye yazıyordu.
Taşköprülüzâde’nin Osmanlı ulemâsında seçkin bir yeri vardı. Halkın cahilliğini kullanarak onları yanlış yola sürükleyenlerden, o Tanrı bizi din bağnazlarından korusun diye acı acı yakınırdı. Taşköprülüzâde, Mevzuâtu’l Ulûm adlı kitabında her kişinin kendi mezhebini seçmekte özgür olduğuna, kendi mezhebini tartışmasız doğru, başkalarınınkini yanlış olarak görmenin ve herhangi bir Müslümana küfür yakıştırmanın gerçek Müslümanlığa aykırı olduğuna inananlardı. Ona göre gerçek mümini yalnız Tanrı seçebilirdi, bu bakımdan, fıkhın uygulamasındaki bağnazlık da tutarsızdı, çünkü bu konularda kimse yanılmazlık iddia edemezdi.
tarikata girmeye aday olan kadın ya da erkeğe âşık denir.
Taşköprülüzâde’ye göre öğrenci, bütün ilimleri okumalıdır, çünkü bunlar birbirlerini tamamlayarak tek bir kelime oluştururlar. Yaşamını yalnız bir bilgi dalına adayan kişi, ilahi gerçeğin uzağına düşer.
Hacı Bektaş,16.yüzyıl sonlarından başlayarak resmen yeniçeri pîri kabul edilmiş,bu tarihlerde bir Bektâşî babası daimî olarak ocakta kalmaya başlamıştır. Bektâşî tarikatıyla yeniçeri ocağı o denli birbirinden ayrılmaz hale gelmiştir ki,bir dede tarikat başkanı seçildiğinde İstanbul’daki yeniçeri kışlasına gelir,tacını kendisine yeniçeri ağası giydirirdi.
Hanefî mezhebi,devletin tanıdığı resmi mezhepti ve mahkemelerde Hanefî fıkhına göre karar verilirdi.İslâm hukukunda icmâ’a (consensus)önemli yer veren Hanefîlik,dört sünnî İslâm hukuk mezhebinden,toplum işlerinde en hoşgörülüsü ve esnek olanı idi. 10.yüzyıldan 12.yüzyıla kadar hüküm süren ve Orta Asya’nın ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılardan beri bütün Türk devletleri Hanefî mezhebini benimsemişlerdir.Türk hükümdârlarının kendi politika ve iktidarlarında olabildiğince özgür olma istekleri,bunun başlıca nedeni olmalıdır.Aynı zamanda bu,İslâm dünyası içinde Türk toplumlarına,ayrı bir toplumsal ve kültürel özellik veren başlıca etmenlerden biridir.
Osmanlı sultanlarının en özgür düşüncelisi hiç kuşkusuz Fâtih idi.Hristiyan dininin ilkelerini yetkili bir kişiden öğrenmek için Patrik Gennadius’a Hristiyanlık üstüne bir risâle yazmasını emretmiş;Trabzonlu Amirutzes,İmrozlu Kritovulos ve Anconalı Ciriaco gibi Yunan ve İtalyan bilginlerini sarayında toplamış,Amirutzes’e bir dünya haritası ısmarlamış,Batlamyus’un coğrafyasını Türkçeye çevirtmiş,sarayda Yunan ve Latin klâsiklerinden bir kütüphane kurmuştur.Saray duvarlarını İtalyan sarayları gibi freskolarla benzediğini ve portresini yapması için Venedik’ten getirttiği Gentile Bellini’ye iltifatlar yağdırdığını biliyoruz.Berlinghieri, Geofrafia’sını,Roberto Valturio De re Militari adlı önemli yapıtını Fâtih’e sunmayı arzu etmişlerdi.Giovanni-Maria Filelfo Amyris adlı kasidesinde Fâtih’i övmüştür. Bütün bunlar,bazılarının onu bir Rönesans hükümdârı olarak görmesine neden olmuştur;oysa bu gerçekten uzak bir görüştür.Fâtih’in Hristiyan dünyaya ilgisinin tek sebebi,Roma ve İtalya fâtihi ve yöneticisi olma isteğidir.
Galata’da 1577’de kurulmuş olan rasathanenin yazgısı,din bağnazlığının aklî ilimler üzerine açık zaferini gösteren bir olaydır.Rasathane Uluğ Beg’in Zic’ini düzeltmek amacıyla kurulmuş olup,İslâm dünyasının tek rasathanesi idi.Bu rasathaneyi sultanın baş astronomu Takiyyüddîn Mehmet kurmuş ve gözlemlerinin doğruluğunu arttırmak için birtakım yeni aletler,özellikle bir astronomi saati yapmıştı.Rasathane,o zamanlar Avrupa’daki en modern rasathane olan Tycho Brahe’ninkinden daha az gelişmiş değildi;gerçekte,bu iki astronomun kullandığı aletler arasında çarpıcı bir benzerlik vardı.Takiyüddîn,Avrupa’dan getirtilen saatleri nasıl incelediği ve alet yaparken bunları örnek olarak nasıl kullandığı üstüne bir de rapor hazırlamıştır.
III.Murat,rasathanesini astronomik gayelerden daha çok astrolojik amaçlarla yaptırmışa benziyor.Sultanın gözdeleri bunu onaylıyordu ama rakipleri olan ve aralarında şeyhülislâmın da bulunduğu bir grup ulemâ,astronomi ve astrolojiyle ilgilenmeyi büyücülük ve falcılık gibi dinsizlik ve uğursuzluk olarak görüyordu. Şeyhülislâm,sultana veba salgınının Tanrı’nın gizlerine nüfuz etmek için yapılan bu cüretkar çabaların sonucu olduğu anlamında bir âriza verdi.Rasathane, 1580’de bir grup yeniçeri tarafından yerle bir edildi.
Ulemâ,medresede yüksek tahsil görüp icâzetname alan sayılı bilim adamlarıdır. İslâm ilke olarak,Tanrı’yla kişi arasında, zorunlu bir dinî yetkiyi temsil eden bir ruhban sınıfının aracılığını kabul etmez. Gene de zamanla eski Ortadoğu uygarlıklarının ruhban sınıflarına benzer, dinî bir topluluk İslâm’da da ortaya çıkarak ulemâ adı altında toplumsal,dinî ve politik yaşamın bütün alanlarında önemli bir rol oynamaya başlamıştır.
Fâtih Sultan Mehmet,büyük bir imparatorluk kurduğu halde kendi topraklarında öteki ülkedekilerle karşılaştırabilecek ulemânın olmayışına üzülürdü.Övünebileceği yerli ulemâ olarak yalnız Molla Hüsrev ile Hocazâde Mustafa vardı.İstanbul’un fethinden sonra sekiz kiliseyi sekiz ünlü bilgin için medreseye çevirtmiştir.1463’le 1470 arasında Fâtih Camii’ni yaptırdığında,çevresine Sahn-ı Semân ya da Semâniye denen sekiz ünlü medrese kurmuş,her birini bir bilgine vermiştir.
Kadı sayısı sınırlı olduğundan kadılık görevi için,tıpkı tımarlar için olduğu gibi,büyük rekabet vardı.Ülkede kadılık sayısı sınırlı olup kadı namzetleri birkaç katına vardığından kadılık iki yıla,hatta zamanla daha kısa dönemlere indirilmiştir.Kadılar, yıllarca adaylıkta bekleyebilir,atanır atanmaz da çok para kazanmak için yolsuzluktan çekinmezlerdi.Diğer bir taraftan 16.yüzyıl ortalarında yüzlerce Anadolu medresesinde o kadar çok öğrenci kadı olmak için okuyordu ki onlara yer bulmak imkânsız hale geldi.Softa denen bu öğrencilerin çeteler oluşturup kent yaşamını felce uğrattıkları ve köyleri talan ettikleri sıkça görülmüştür.
Perde arkasından hükümet kararlarını etkileyebilen bir başka kişi de sultanın şeyhidir.Her sultanın bir şeyhi vardır.Tarikatlardan birinin şeyhi olan mürşit sıfatıyla,sultanın manevî rehberi sayılır,geleceği bildirerek Tanrı’nın yardımını sağladığına inanılırdı.Bu durumuyla şeyh,Orta Asya Türk hakanlarının yanındaki şamanlara yakın bir benzerlik gösterirdi.
Fâtih Sultan Mehmet’in kanûnnâmesi vezir-i âzamı şöyle tarif eder:
Vezir-i âzamın her şeyden önce vezir ve komutanların başı olduğu bilinmeli.O herkesten büyüktür;her konuda sultanın mutlak vekilidir.Hazineye vekil olan defterdar,vezir-i âzamın denetimindedir. Bütün toplantı ve törenlerde herkesten önce vezir-i âzam yerini alır.
Selim,hilâfetin simgeleri sayılan Peygamber’in kutsal eşyalarını İstanbul’daki sarayına göndermişse de Abbasî halifesi el-Mütevekkil’in halifeliği Selim’e devir ettiği ya da Selim’in, geleneksel anlamda,bütün İslâm dünyasının halifesi olduğunu iddia ettiği doğru değildir.Sünnî öğretiye göre halife, Peygamber’in kabilesi Kureyş’ten olmalıydı,üstelik bütün İslâm ümmeti için tek bir halife kavramının,13.yüzyıldan beri hiçbir anlamı kalmamıştı.
“Kimse kuşku duyamaz;Romalıların imparatorudur o.İmparatorluk tahtını kim elinde tutuyorsa gerçek imparator odur; İstanbul da Roma İmparatorluğu’nun merkezidir.”
Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantiniye’yi aldıktan sonra Mehmet aynı zamanda kendini Roma İmparatorluğu’nun tek yasal vârisi olarak görüyordu.Giacomo de Languschi onun, “Dünya İmparatorluğu,tek bir din ve hükümdârla,tek olmalıdır.Bu birliği gerçekleştirmek için İstanbul’dan daha uygun bir yer yoktur”,dediğini bildirir.
Konstantiniye’nin fethi ile,II.Mehmet en saygın Müslüman hükümdâr oldu. Osmanlılar onu,ilk dört halifeden bu yana en büyük Müslüman hükümdâr olarak görüyordu.İslâm dünyası da gazâya,en büyük güç ve etki kaynağı olarak bakmaya başladı.Fâtih Sultan Mehmet kendini,bütün Müslümanlar adına çarpışan bir gâzî olarak görüyordu:” bu zahmetler Allah içindir. Zira elimizde İslâm kılıcı vardır.Eğer bu zahmeti ihtiyar etmeyevüz bize gâzî demek layık olmaz.Ve hem yarın Hak hazretinde hacîl oluruz.”
Osmanlı Beyliği’nin kurucusu kuşkusuz Osman Gâzî’dir.Osmanlı Sultanlığı’nın kurucusu ise Orhan’dır,o sultan sanını taşımış,bir bağımsızlık belgesi olarak da ilk Osmanlı sikkelerini bastırmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir