İçeriğe geç

İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma Kitap Alıntıları – Erik Jan Zürcher

Erik Jan Zürcher kitaplarından İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma kitap alıntıları sizlerle…

İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma Kitap Alıntıları

Bu kısa özet bile, modern Avrupa tarihinde nüfus homojenleştirmenin vahşi sürecinin olağanüstü önemini göstermektedir. Bu özet, aynı zamanda, Osmanlı topraklarının bu süreçte oynadığı merkezî rolü de ortaya koymaktadır. Leiden Üniversitesinde üç yıl önce Nesim Şeker tarafından düzenlenen küçük bir seminerin sonucu olan bu kitabın iki amacı bulunmaktadır. Bir yandan, yazarlar ulus inşası sürecinin sonucu olan etnik politikaların mantık ve işleyişlerini daha iyi anlamak için çaba sarf etmektedir. Öte yandan bize, Türkiye Cumhuriyeti’nin, pek çok açıdan nasıl da 1912-1922 yılları arasında görülen etnik politikaların ve etnik çatışmaların ürünü olduğunu anlamamıza yardım eden, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarıyla ilgili tarihsel detaylar sağlamaktalar.
Avrupa’da demografi mühendisliği –veya daha bilinen terimleri kullanırsak– kıyım, soykırım ve tehcir tarihindeki son olay 1850-1950 döneminin sonlarına doğru meydana geldi. Sayıları on milyonu aşkın Alman, Polonya ve Çekoslovakya’daki ata topraklarından kovuldu. 1945 Benes kararları, Çekoslovakya nüfusunun dörtte birini bir kalemde vatandaşlıktan çıkardı.
Orta ve Doğu Avrupa’nın tamamında, Brest-Litovsk, Trianon ve Versailles antlaşmalarının çizmiş olduğu yeni sınırlar, ulusların kendi kaderlerini belirlemesi ilkesine (en azından son iki antlaşmada) dayandırılmaya yönelikti.
Güneydoğu Avrupa’da demografi mühendisliği sürecindeki son aşama, 1923’te Türkiye ile Yunanistan’ın, üzerinde anlaşmaya vardığı mübadeleydi. Bu antlaşma bir yönüyle, gerçekleşmiş olan nüfus hareketlerine onay veren resmî mührü vurdu; diğer yönüyle de, göç etmeye niyeti olmayan insanları yaşadıkları topraklardan kopmaya zorladı. Zorunlu özelliği, geniş alanı ve geçmişe dönük uygulanması (Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşlarından itibaren olan bütün göçü yasallaştırdı) dolayısıyla emsalsizdi.
Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan gelen Müslüman muhacirlerin yazgısı, Anadolu’daki durumu doğrudan etkiledi. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Ege sahilinde bulunan Rum nüfusun önemli bir kısmı ülke dışına gitmeye zorlandı; çünkü pek çok Rum Ortodoks’un Helen devletine olan sempatisini gizlemediği Balkan Savaşlarından sonra Rumlar, artık imparatorluğun sadık vatandaşları olarak görülmüyordu. Sürecin doruğu, tabiî ki, Anadolu’daki Ermeni cemaatlerine yapılan zulüm ve onların kısmî imhası oldu. 1915-1916’da İttihat ve Terakki, kendi Ermeni vatandaşlarının 800.000’e kadar varan bir kısmının ölmesine neden olan katliamları örgütledi ve teşvik etti. Zulümlerde muhacirler (özellikle Çerkezler) sadece öncü bir rol oynamakla kalmadı, Ermenilerin tehciri muhacir Müslüman ailelerin iskânı için de kullanıldı. Bu anlamda zincirleme bir tepkinin söz konusu olduğunu saptayabiliriz.
Balkan milliyetçi hareketlerinin tümü, ulus tanımında güçlü bir dinsel öğeye sahipti. Bu, Balkanlardaki Müslüman nüfusa yönelik kıyımlara yol açtı.
19. yüzyılın sonlarına yaklaştıkça, milliyetçilik demografi mühendisliğinin ardındaki hâkim itici güç haline geldi.
Dinsel önyargıyla devletin yeni ele geçirilen topraklarda tam kontrolü sağlama isteğinin bir araya gelmesi, Müslümanların kitleler halinde, Karadeniz kıyısından (1828’den sonra), Kırım’dan (1853-1854 Kırım Savaşı sırasında ve sonrasında) ve Kafkasya’dan (1860’ların ilk dönemlerinde) kovulmasına veya dayanılamaz baskı altında göç etmelerine yol açmıştır. Bu bölgelerin çoğu, Osmanlı nüfuz alanına dahildi ve yerinden sürülenler ve göç edenler için tek anlamlı seçenek, Osmanlı topraklarında yerleşmekti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu kitlesel göç ve iskân süreçlerini yoğun bir şekilde yaşadı.
Güç siyasetinin hesaplarıyla birleşen dinsel önyargı, demografi mühendisliğinin erken dönem örneklerinin altında yatan nedendir.
“Türklerin” cezalandırılmasını belirleyen üçüncü faktörü, kültürel boyut olarak tanımlayabiliriz. “Türklerin” Avrupa’dan kovulmaları fikri İstanbul’un fethinden beri
ortadan kalkmamış bir düşünceydi. Bu fikir özellikle 18. yüzyıl sonrası büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu
içindeki Hıristiyan topluluklar üzerine egemenlik kurmak amacıyla kullandıkları en önemli kültürel-politik silahlardan
birisi olmuş, hatta bu konuda somut siyasî projeler geliştirilmişti. Örneğin, kendisini Roma ve Bizans’ın halefi olarak gören Rus Çarlığı İstanbul’u kurtarmayı, sürekli, kültürel bir mit olarak kullanmıştır. 1774’ten sonra bu mit bir misyon haline sokulmuş, “Doğu sisteminin büyük planı”
adıyla Osmanlı İmparatorluğunu yıkmaya ve yerine “Grek Devleti” kurmaya yönelik planlar hazırlanmıştı. Benzeri fikirler Lloyd George tarafından da sıkça dile getirilmiştir. Lloyd George, “Türklerin” Almanya yanında savaşa girmesini, Türklerle yapılması zorunlu bir nihaî
hesaplaşmanın fırsatını verdiği için sevinçle karşılar. Ona göre, “Türklerin” Avrupa’dan kovulmaları, Avrupa’nın
siyasî hayatını aşağı yukarı 500 yıldan beri ifsat eden bir meseledir.” Savaş ve “Türklerin” yenilgisi, bu meseleyi, “ilk
ve son defa halletmek” fırsatını vermiştir. Lloyd George’a göre, “Avrupa’nın aşağı yukarı 500 yıldan beri beklediği ve bir daha da geri gelmeyecek olan bu fırsatın” mutlaka kullanılması gerekiyordu.
İranlıların birçoğu için, Muhammed Ali Şah’ın darbesini izleyen on üç aylık (Haziran 1908-Temmuz 1909) sınırlı
despotizm dönemi, ülkelerinin meşrutiyet tarihi açısından en kritik dönemdi.
‘Etnik tonları baskın, dinî örtüyü üstünden atmakta kararlı, kültürel ve seküler bir Türk milliyetçiliği.’
Kürt grubunun Kürtlüğü tartışılmaz bir gerçek olarak kabul edilmekteydi; bundan dolayı, Kürtlük , aidiyetin önemli bir tanımı, hele Kürt nüfusunu Ankara’ya karşı seferber edebilecek siyasî bir ölçüt haline gelmemekteydi. Hatta Kürt elitinin çoğunluğu kendini, Müslüman ve bundan dolayı Osmanlı olarak, daha geniş bir kardeşliğin bir parçası olarak görmekteydi.
Hürriyet ve İtilafın eski liderlerinden olan, cemiyetin yetkili kıldığı Şerif Paşa, Kürtlerin bağımsızlığını açıkça savunmaktaydı. Şerif Paşa Paris Barış Konferansı’na Kürt Ulusunun Talepleri ni sundu. Daha sonra, Ermeni delegeleri H. Ohanidian ve Bogos Nubar Paşa’yla, imparatorluğun doğu vilayetlerinde Ermeni ve Kürt, iki ayrı devletin kurulması için anlaşmaya vardı.
Mem u Zin (1695) Kürt birliği arzusunu ve bir Kürt devleti talebini dile geti­ren ilk eserdir.
Bu dönemdeki Kürt milliyetçiliği aslında kültürel bir milliyetçilikti. Siyasî taleplerini sistemleştirdiği 1914’teki Bitlis, Süleymaniye ve Barzan ayaklanmalarında bile, Osmanlıcı özelliğini hiç kaybetmedi.
Celadet Bedirhan, yıllar sonra, Mustafa Kemal’e gönderdiği ünlü mektubunda, Türk milliyetçisi bir cemiyet olan Türk Ocakları’yla ilgili olarak, size Türkçü yetiştirdiği kadar bize de Kürtçü yetiştiriyordu diye yazıyordu. Diğer birçok tanıklık, 1910’ların egemen akımı olan Türk milliyetçiliğine karşı tepkilerin, aynı zamanda, Kürt milliyetçi duygularını beslediğini doğrulamaktadır.
Amerika, Türkiye politikasını şöyle formüle etmişti: “Türkiye’nin bir devlet olarak ayrıca varlığı bir Türk Hükümeti altında sürecektir. Bu belki mevcut hükümet belki de başka bir hükümet olacaktır.” Lloyd George 5 Ocak 1918’de, “Türkiye’yi başkentinden ya da Küçük Asya ve Trakya gibi ağırlıklı olarak Türk ırkından kişilerin yaşadığı zengin ve ünlü topraklarından mahrum bırakmak için de savaşmıyoruz” demişti.Sonuçta verilen bu sözler yerine yapılan, Anadolu’nun çeşitli egemenlik alanlarına bölünerek paylaşılması oldu. 17 Mayıs 1919’da barış görüşmeleri sırasında, kendilerine 1918’de verdikleri sözler hatırlatıldığında ise, “unuttuklarını” söylediler. Böylece Anadolu’nun paylaşılması planı uygulamaya konmuş ve 16 Mayıs’ta İzmir Yunanlılarca işgal edilmiştir.
M. Kemal de, “İttihatçılardan seyyiat-ı idare ve suiistimalleri ile memleketi harabîye sürükleyenlerden ibaret bir hizb-i kalil”in olduğunu ve bunların yargılanması gerektiğini savunur.”(38)
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Cezalandırmada konusunda en istekli kişi olan Sadrazam Damat Ferit Paşa bile şunları söylüyordu: Sorumlular, “üç şahs-ı gaiptir. Talat, Enver ve Cemal. Filhakika ikinci derecede birtakım hempalar vardır.” Ama o kadar. Ve “bir iki serseri” yüzünden bir millet sorumlu tutulamazdı, “masum Türk milleti şaibe-i zulümden muarradır.” Damat Ferit bu tavrını Paris Barış Görüşmelerinde de açıklar. “Bütün suç açıkça, Almanya’yla ittifakları ve orduyu kontrolleri sayesinde Türkiye’de kendileri dışında herkesi terörize edip boyun eğdiren İttihat ve Terakki’nin bir avuç liderine aittir.” Onlar Konseyi’ne sunduğu memorandumda Damat Ferit olanlardan dolayı Türkiye’nin paylaştırılmasına kesinlikle karşı olduğunu bildirir. “Osmanlı Hükümeti imparatorluğun parçalanmasını ya da değişik mandalar altında bölünmesini kabul etmeyecektir.”
“İnsanlık Suçu” kavramı en açık ve net biçimde ilk defa olarak biz “Türklere” yönelik olarak kullanıldı. Ayrıca “İnsanlık Suçu” işleyenlerin, rütbe ve yetkileri ne olursa olsun kişisel olarak sorumlu tutulacakları ve yargılanacakları prensibi de gene ilk defa olarak “Türkler” bağlamında gündeme getirildi.
Kendisini Roma ve Bizans’ın halefi olarak gören Rus Çarlığı İstanbul’u kurtarmayı, sürekli, kültürel bir mit olarak kullanmıştır. 1774’ten sonra bu mit bir misyon haline sokulmuş, “Doğu sisteminin büyük planı” adıyla Osmanlı İmparatorluğunu yıkmaya ve yerine “Grek Devleti” kurmaya yönelik planlar hazırlanmıştı.
“Türklerin” Avrupa’dan kovulmaları fikri İstanbul’un fethinden beri ortadan kalkmamış bir düşünceydi. Bu fikir özellikle 18. yüzyıl sonrası büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu içindeki Hıristiyan topluluklar üzerine egemenlik kurmak amacıyla kullandıkları en önemli kültürel-politik silahlardan birisi olmuş, hatta bu konuda somut siyasî projeler geliştirilmişti.
Mart-Nisan 1915 İstanbul Antlaşması, 26 Nisan 1915 Londra Antlaşması, 9-16 Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşması, 17 Nisan 1917 Saint Jean de Maurienne Antlaşması’nın en önemlilerini oluşturdukları, bölgede, Büyük Güçler arasındaki egemenlik alanlarını ve yeni oluşacak devletlerin sınırlarını tespit eden, birbirleriyle bazı önemli farklar içeren 10’un üzerinde antlaşmanın varlığından söz edebiliriz.
1815 Viyana Kongresi ile somut biçimler almaya başlayan ve “Şark Sorunu” adını alarak adlandırılan sorun, Osmanlı topraklarının paylaşılması isteğinden başka bir şey değildi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İran dışında, üstelik kendi dillerinin konuşulduğu bir coğrafyada yaşayan Azerîler, etnik milliyetçilikten uzak durarak, İran devletine bağlı bir yurtseverlik anlayışını ve İran milliyetçiliğini savundular. Yani, siyasî sadakatleri ve inşa edilmiş siyasî yapıya güvenleri, diğer sadakat bağlarının, özellikle kendi etnik gruplarına sadakatlerinin önüne geçmişti. Anlaşılan, Staatsvolk’un (devlet halkı) devlete göre tanımlandığı 19. yüzyılın tarihsel ulus anlayışına bağlıydılar. Onlara göre, İranlılar, bir Büyük Rusya’nın ya da bir Büyük Almanya’nın farklı coğrafyalara dağılmış mensupları gibi, bir devletle birlikte düşünülecek bir topluluk oluşturuyorlardı.
Sayıları on milyonu aşkın Alman, Polonya ve Çekoslovakya’daki ata topraklarından kovuldu. 1945 Benes kararları, Çekoslovakya nüfusunun dörtte birini bir kalemde vatandaşlıktan çıkardı.
Pek çok Rum Ortodoks’un Helen devletine olan sempatisini gizlemediği Balkan Savaşlarından sonra Rumlar, artık imparatorluğun sadık vatandaşları olarak görülmüyordu.
Balkan milliyetçi hareketlerinin tümü, ulus tanımında güçlü bir dinsel öğeye sahipti. Bu, Balkanlardaki Müslüman nüfusa yönelik kıyımlara yol açtı.
Güç siyasetinin hesaplarıyla birleşen dinsel önyargı, demografi mühendisliğinin erken dönem örneklerinin altında yatan nedendir. Bunun en kayda değer örneği Rus İmparatorluğunda Pale nin(1) kurulmasıdır. Ortaçağ ve erken modern dönem Rusyası’nda Yahudilerin yerleşmesi yasaklanmıştı, fakat 18. yüzyılın sonlarında Büyük Katerina döneminde, Rusya’nın batı ve güneybatıya genişlemesi sonucunda, büyük Yahudi toplulukları Rusya sınırları içinde kaldı. Litvanya’dan Karadeniz’e uzanan, içinde Yahudi toplulukların hoş görülecekleri bir bölge kuruldu, ama 19. yüzyılın ilk yarısında karma köylerden ve kentlerden Yahudilerin sürekli biçimde kovulması sürecine tanık olundu. Sonuç olarak, Yahudilerin yerleşmiş olduğu Pale kısımları giderek yoksullaştı ve kalabalıklaştı. Çar Aleksandr’ın 1881’de öldürülmesinden sonra, devletin göz yumduğu ve bazen teşvik ettiği Yahudi katliamları, Pale’deki yaşamın sıradan bir özelliği oldu. Aşırı kalabalık, yoksulluk ve güvensizlik, en sonunda, esas olarak Amerika’ya yapılan kitlesel göçe neden oldu.
Osmanlı yetkililerinin el koymasından kaçınmanın diğer bir yolu, değerli eşyaları Amerikan misyonerlerine ve konsoloslara vermekti. Planları, tehcir edilenlerin mallarının daha sonra gittikleri yerde posta yoluyla almalarıydı. Tehcir edilenin ölmesi durumunda, mallar ülke dışındaki yakınlarına gönderilebilirdi(69) Kısa bir zaman sonra Osmanlı hükümetinin Ermeni mallarının sahiplerine postalanmasını yasaklaması şaşırtıcı değildi(70). Bu yasaklama, resmî suç niyetinin açık bir ifadesiydi. Yetkililerin, tehcir edilenlerin mallarının satışlarından elde edilen gelirleri yasal sahiplerine teslim etmek niyetinde olmadıklarını kesin bir şekilde gösteriyordu. Aksi takdirde, Ermeni mallarının postalanmasıyla ilgili yasaklamanın bir anlamı olmazdı.
Trabzon’da askerler yüzük ve diğer mücevheratı satarken, sadece 1200 lira, 7500 ruble, biraz mücevher ve birkaç halı müsadere edilmişti. Giresun’da yetkililer Ermeni mallarını resmî olarak sadece toplam 102 liraya müsadere etmişlerdi; gerçek değer ise yaklaşık 10.000 lira olarak hesaplanmaktaydı(64). Edirne’de zengin Ermenilere, toplanmadan ve tehcir edilmeden önce 30 dakika süre verildi. Tehcir edilenler, 40 kuruştan daha fazla olmamak üzere para ve bir-iki giysi alabileceklerdi. Daha sonra, yerel görevliler boşaltılan evlerde partiler düzenlediler ve ne istedilerse aldılar. Kalan ve daha az değerli olan eşyalar açık artırmaya çıkarıldı. Orada bulunan Avusturya-Macaristan konsolosu Artur Ritter von Nadamlenzki, Osmanlı yetkililerinin büyük bir ganimet elde ettikleri sonucuna vardı(65).
Doğal olarak, Ermeni mallarının düşük değerle aktarımı, yerel Müslüman çevrelere, hükümetin planlarından farklı yollarla çıkar sağlama fırsatları yarattı. Bazı Müslüman şirketler, Ermeni mallarını, açık artırma yönteminden kurtularak ucuza elde etmeyi başardılar. Daha sonra, bu şirketler malları üçüncü kişilere satarak önemli kârlar sağladılar(61). Kayseri’de, aceleyle kurulmuş bir Müslüman şirket Ermenilere ait dükkânları ve içindeki malları toptan 200 Türk lirasına satın aldı. Kısa bir süre sonra bu mallar 10.000 liraya satıldı(62). Bursa’da, yerel İT teşkilatı ve bazı mensupları, Ermeni ev ve toprak sahiplerini, zorla tapu dairesine götürdüler. Orada mallarını hiçbir zorlama olmadan sattıklarını ve teklif edilen fiyatın yeterli olduğunu ilan etmek zorunda bırakıldılar. Bu ilan üzerine Ermeni mal sahibine, eline içinde para olan bir torba verilirdi. Mal sahibi, paranın toplamını saymak ve tam olduğunu ilan etmek, odadan çıktığı zaman ise parayı torbaya geri koymak ve memurlara geri vermek zorundaydı(63).
Kısa bir süre içinde, pek çok Ermeni evi savaş bölgelerinden gelen Müslüman muhacirlere dağıtıldı.
Kürtlerin büyük çoğunluğu için Kürtlük , gerçekte, Müslüman ve Osmanlı aidiyetlerini göstermenin diğer bir yoluydu. Yüzyıllar boyunca, özellikle Osmanlı imparatorluğu’nun son dönemlerinde, Kürt olmak, bir gayri Müslim’e, özellikle Ermeni’ye ve daha sınırlı ölçude Asuri’ye karşıt olarak, Müslüman olmak anlamına geliyordu.
Korkunç gercek şu ki, daha iyi eğitime ve daha yüksek beceri düzeylerine sahip Rum ve Ermeni cemaatlerinin yok olmaları, makro-ekonomik düzeyde Türkiye için bir felaketken, topraklarını veya işlerini devralmaya müsait bir konumda olan Müslümanlara muazzam fırsatlar yaratıyordu.
1915-1916’da İttihat ve Terakki, kendi Ermeni vatandaşlarının 800.000’e kadar varan bir kısmının ölmesine neden olan katliamları örgütledi ve teşvik etti. Zulümlerde muhacirler(özellikle Çerkezler) sadece öncü bir rol oynamakla kalmadı, Ermenilerin tehciri muhacir Müslüman ailelerin iskanı için de kullanıldı.
Savaştan sonra, Balkanlar’ın iç sorunlarına tek çözüm olarak nüfus mübadelesi fikrini yeniden ortaya atan, Venizelos oldu. Yunanistan ile Bulgaristan arasında 1919’da imzalanan Neuilly Antlaşması, Kuzey Yunanistan’dan 200.000 Slav’ın Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısında yaşayan 170.000 Yunanlı’yla mübadelesini öngörüyordu. İki taraf da bu antlaşmanın gönüllülük esasına dayandığını vurguladıysa da, mübadele temelde zorunlu göç anlamına geliyordu.
Bu muhacirlerin büyük bir kısmı etnik olarak Türk değildi, Balkanlar’dan Boşnak ve Pomaklar, Kafkasya’dan Çerkezler gibi İslâmlaşmış yerli gruplardan oluşuyordu. Dolayısıyla, bu grupların siyasî olarak Osmanlı toplumuyla bütünleştirilmesi için, ideolojik temel olarak ancak İslâm işe yarayabilirdi.
Osmanlı tarafında ise 1877-1878’de Rusya’yla yapılan savaştaki yenilgiyi takip eden gelişmeler, jeopolitiğe ve nüfusa ilişkin yeni bir anlayışla birlikte ruh halinde dramatik bir değişime yol açtı. II. Abdülhamit Anadolu’daki etnik ve dinsel dengenin değiştirilmesi gerektiğini düşündü. Bunun sonucunda, yüz binlerce muhacir için, Doğu Trakya, Boğazlar ve Kilikya gibi stratejik önem taşıyan bölgelere öncelik veren titiz bir iskân planı hazırlandı.
Hoşgörü, sadece siyasî milliyetçiliğin ortaya çıkmasından önce, Fransa, İsveç, İngiltere veya Hollanda gibi kabul edilebilir ulusal bir özelliğe sahip devletlerde bir dereceye kadar gösterildi. Bu devletlerde bile her zaman ikinci sınıf tebaa veya vatandaşlar vardı (Britanya veya Hollanda’da Katolikler, Fransa’da Protestanlar, her yerde Yahudiler) ve tabiî ki, demografi mühendisliği, denizaşırı kolonilerde – liberal ülkelerin kolonilerinde bile– dehşet verici şekillerde uygulandı.
Türkiye toplumu yakın tarihini ilgilendiren birçok önemli konuda bilgilenmeden fikir sahibi olma alışkanlığını giderek terk ediyor. Resmî ve tek bir tarih anlatısının egemen olmadığı, tarihin farklı yorumlarının herkesin bilgisine açık olduğu bir toplum olma yolunda ilerliyor. Bir toplumun demokratikleşmesi, aynı zamanda kendi tarihiyle hem olaylar hem de bunların farklı yorumları olarak yüzleşmesiyle mümkündür.
Eğer İtilaf Devletleri, Misak-ı Millî ve Kırım suçlarının cezalandırılması arasında ayrım yapmayı başarmış olsalardı, bugün çok farklı bir tarih anlatıyor olacaktık. Ama Anadolu’nun paylaşılması konusunda yapılmış antlaşmalar bu konuda en ciddi engeli teşkil etti. İtilaf Devletleri, Anadolu’yu kendi emperyal çıkarları doğrultusunda aralarında paylaşmayı tercih ettiler. Osmanlıların egemenlik haklarını tanıyarak, işlenmiş insanlık suçlarının cezalandırılmasını değil.
Sevr ve Lozan hakkındaki kanaatleri birbirinin tam tersi de olsa, tüm topluluklar Sevr ve Lozan’da simgeleşen çatışmaların, esasta bir “Toprak ve Sınır Savaşı” olduğunu kabul etmektedirler. Ana tartışma ise, “toprak ve sınırın” nereden çekilmesi gerektiği, kimin haklı olduğu, kimin haksızlığa uğradığı noktasında yapılmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra siyasî ortam, hem Anadolu’da hem Kafkasya’da büyük ölçüde değişmişti. Çarlık imparatorluğu devrim rüzgârlarıyla yok olmuştu. Osmanlılar da, imparatorluklarından geriye kalan parçaları bir araya getirmeye çalışıyorlardı. Osmanlılar, kısa süren ilk işgalleri sırasında, İran Azerîleri arasında Pantürkist propaganda yapma fırsatı bulmamış olsalar da, İT, 1917 devriminin yarattığı fırsattan ve eski düşmanlarının çöküşünden yararlanıp, kuzey İran’da artık yeni bir Pantürkist kampanyaya girişti.
Pantürkizm hareketini başlatan kişiler gibi, Türkî halklar arasında Pantürkizm’in propagandasını başlatan öncüler de, Rus İmparatorluğundan geliyorlardı. Bunlar 19. yüzyıl Panslavizm modelinden etkilenmişlerdi.
Sarıkamış yenilgisi, gerçekte, Osmanlıların doğuya yayılma politikasında bir dönüm noktasıydı.
Jön Türklerin, önceleri çoketnili imparatorluğu korumak yönündeki çabaları, 20. yüzyılın ilk yıllarında etnik milliyetçiliğin yükselişini önleyemedi. 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları bu açıdan bir dönüm noktası olmuştur. “Avrupa Türkiyesi”nin kaybına yol açan askerî yenilgiden sonra İttihat ve Terakki, Müslümanların, özellikle Ege’deki muhacirlerin öfkesini, gayri Müslimlere karşı yöneltmeye başladı.9

9 Muhacirlerin sefalet içindeki durumları için bkz. Friedrich von Vincenz, “Das Problem der Muhadschire und die Massenflucht der Griechen aus Anatolien”, Balkan-Revue 1 (1914-15), s. 477-87; Ahmet Halaçoğlu, Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913) (Ankara, 1995), s. 112-23. Bu dönemde Bâbıâli’nin iskân politikaları için ayrıca bkz. Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918) (İstanbul, 2001), s. 64.

Böylece, Akçam ve Şeker tarafından tasvir ve analiz edilen çekici “olabilirliklere” karşın, Türkiye de, milliyetçiliğin, eninde sonunda sadece iki sonuca –biri dışlamaya diğeri kapsamaya dayanan– yol açabilecek amansız mantığına uyan bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır: “Öteki”nin ulus-devlete ait olmadığı ısrarı veya “öteki”nin hiç olmadığı iddiası. Hoşgörü, sadece siyasî milliyetçiliğin ortaya çıkmasından önce, Fransa, İsveç, İngiltere veya Hollanda gibi kabul edilebilir “ulusal” bir özelliğe sahip devletlerde bir dereceye kadar gösterildi. Bu devletlerde bile her zaman ikinci sınıf tebaa veya vatandaşlar vardı (Britanya veya Hollanda’da Katolikler, Fransa’da Protestanlar, her yerde Yahudiler) ve tabiî ki, demografi mühendisliği, denizaşırı kolonilerde –“liberal” ülkelerin kolonilerinde bile– dehşet verici şekillerde uygulandı.
Şeker’in 1919’da Osmanlı basınında ve parlamentosundaki etnisite tartışmalarına yönelik analizi, açık bir şekilde tanımlanabilecek birbirine zıt iki eğilimin olduğunu göstermektedir. Biri, İttihat ve Terakki Cemiyetinin etnik politikalarıyla arasına mesafe koymaya çalışan ve imparatorluğu ortak vatandaşlık ve farklı etnik unsurlar arasındaki hoşgörü temelinde yeniden inşa etmeyi isteyen eğilimdir. Diğeri de, geçen on yılda yaşanan çatışmaların yol açtığı vahşetin, imparatorluğun Müslümanları ile Hıristiyanları arasında çok büyük bir uçurum açtığını, bir arada yaşama isteğinin ortadan kalkmış olduğunu ve tek hayatta kalma şansının, Müslüman Osmanlıların dayanışmasının güçlendirilmesinde yattığını kabul eden eğilim. Bunun idealistler ile realistler arasında bir çatışma olduğunu görmemek zor.
Orta ve Doğu Avrupa’nın tamamında, Brest-Litovsk, Trianon ve Versailles antlaşmalarının çizmiş olduğu yeni sınırlar, ulusların kendi kaderlerini belirlemesi ilkesine (en azından son iki antlaşmada) dayandırılmaya yönelikti.
1915-1916’da İttihat ve Terakki, kendi Ermeni vatandaşlarının 800.000’e kadar varan bir kısmının ölmesine neden olan katliamları örgütledi ve teşvik etti.
Dinsel önyargıyla devletin yeni ele geçirilen topraklarda tam kontrolü sağlama isteğinin bir araya gelmesi, Müslümanların kitleler halinde, Karadeniz kıyısından (1828’den sonra), Kırım’dan (1853-1854 Kırım Savaşı sırasında ve sonrasında) ve Kafkasya’dan (1860’ların ilk dönemlerinde) kovulmasına veya dayanılamaz baskı altında göç etmelerine yol açmıştır.
Koçgiri ayaklanması – amaç Dersim bölgesinin, hem Kürtlüğünün hem de Alevîliğinin korunmasıydı. Aslında, bu iki özellik sayesinde, bu bölge 19. yüzyıl boyunca merkezî devletin kontrolü dışında kaldı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Dersimlilerin çoğu, İttihatçı yönetimle değil, Ermenilerle ve Ruslarla işbirliği yaptı. Hacıbektaş Tekkesi’nin postnişini Çelebi Cemaleddin Efendi’nin, Dersim eşrafını taraf değiştirmeye ikna etmek için yaptığı baskılar sonuçsuz kaldı.
Dersim bölgesinde çıkan Koçgiri ayaklanması (Mart/Nisan 1921) ara dönemde Ankara hükümetine karşı en önemli Kürt direnişiydi. Şüphesiz Kürt milliyetçiliği, bu ayaklanmanın başlamasında belirleyici bir rol oynamıştır. Ayaklanmanın liderlerinden biri olan Nuri Dersimi’nin, geçmişte İstanbul’daki Kürt milliyetçi çevreyle yakın ilişkileri olmuştu. Ayaklanmanın daha başında, necip Kürt milleti ni Kemalist hükümetin yönetimine karşı direnişe çağıran bir Muvakkat Kürt Hükümeti kuruldu. Kürt liderler tarafından Ankara’daki hükümete sunulan talepler, pek çok milliyetçi tema içermekteydi ve ayaklanmada kullanılan marşlardan biri, açıkça Kürdistan ordularının Mogollara karşı savaşını ilan etmekteydi.
1920’li ve 1930’lu yıllarda Kürt milliyetçiliğinin önde gelen şahsiyetlerinden biri olan Celadet Bedirhan, yıllar sonra, Mustafa Kemal’e gönderdiği ünlü mektubunda, Türk milliyetçisi bir cemiyet olan Türk Ocakları’yla ilgili olarak, size Türkçü yetiştirdiği kadar bize de Kürtçü yetiştiriyordu diye yazıyordu.
Kemalist yönetimi iki ay boyunca çok güç durumda bırakan ve bastırılması yıllık bütçenin üçte birine mâl olan Şeyh Sait ayaklanması, 1938’e kadar devam eden bir dizi ayaklanmanın ikincisiydi.
Kürt kulüplerini hedef alan Kemalist baskı şüphesiz Kürt milliyetçiliğinin marjinalleşmesinin nedenlerinden biridir .
1920li 1930lu yıllarda Kürt milliyetçiliğinin önce gelen şahsiyetlerinden biri olan Celadet Bedirhan yıllar sonra Mustafa Kemale gönderdiği ünlü mektubunda Türk milliyetçisi bir cemiyet olan Türk ocakları ile ilgili olarak size Türkçü yetiştirdiği kadar bize de Kürtçü yetistiriyordu diye yazıyordu.
Türkiyede milliyetçiliğin , eninde sonunda sadece iki sonuca -biri dışlamaya diğeri kapsamaya dayanan -yol açabilecek amansız mantığına uyan bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır
Şeyh Sait ve arkadaşlarını idama mahkûm eden mütalaada, İstiklâl Mahkemesi aşağıdaki iddiaları ileri sürdü:

Ayaklanma, Peygamberin bayrağını yüceltme bahanesi altında gerçekleşti. Oysa, asıl amacı, Türk vatanının bir kısmını ayırmak ve vatanın bütünlüğünü yoketmektir Ebedi Türk vatanının doğu vilayetlerinde en son ayaklanmayı ateşleyen nedenler ve kaynaklar, Bosna-Hersek’te [ j ateşleyen şeylerle [ ] veya Arnavutları Türkleri arkasından [ ] vurmaya [ ] sevkeden şeylerle aynıdır. Kürt ayaklanmasını çıkartanların sebep ve gayeleri, Suriye ve Filistin’dekilerle aynıdır Bazılarınız bencillikle, diğerleriniz ecnebi propagandasının etkisiyle veya siyasi hırsla hareket ettiniz. Fakat hepiniz bir nokta üzerinde hemfikirdiniz: bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması. Yıkılan evlerin ve dökülen kanın hesabını darağacında ödeyeceksiniz.93

Dersim bölgesinde çıkan Koçgiri ayaklanması (Mart/Nisan 1921),38 ara dönemde Ankara hükümetine karşı en önemli Kürt direnişiydi. Şüphesiz Kürt milliyetçiliği, bu ayaklanmanın başlamasında belirleyici bir rol oynamıştır. Ayaklanmanın liderlerinden biri olan Nuri Dersimi’nin, geçmişte İstanbul’daki Kürt milliyetçi çevreyle yakın ilişkileri olmuştu. Ayaklanmanın daha başında, necip Kürt milleti ni Kemalist hükümetin yönetimine karşı direnişe çağıran bir Muvakkat Kürt Hükümeti kuruldu.39 Kürt liderler tarafından Ankara’daki hükümete sunulan talepler, pek çok milliyetçi tema içermekteydi40 ve ayaklanmada kullanılan marşlardan biri, açıkça Kürdistan ordularının Mogollara karşı savaşını ilan etmekteydi.41
Kürt Teali Cemiyeti, bir taraftan İstanbul hükümetiyle ilişkilerini sürdürürken, öte taraftan pek çok Kürt şehrinde, özellikle Diyarbakır’da açılan Kürt kulüpleriyle yakın ilişkiler kurdu.19 Aslında, ara dönemin başlangıcında, Kürt vilayetleri Kürt milliyetçiliğinin mesajına hayli duyarlı görünüyordu. Örneğin Ekrem Cemil Paşa, anılarında, Diyarbakır’da, bazı önemli toplantıların birkaç yüz kişinin katılımıyla gerçekleştiğini belirtmektedir.20 Son olarak, Kürt Teali Cemiyeti Osmanlı İmparatorluğu dışında da etkindi: Eski bir diplomat ve Hürriyet ve İtilafın eski liderlerinden olan, cemiyetin yetkili kıldığı Şerif Paşa, Kürtlerin bağımsızlığını açıkça savunmaktaydı. Şerif Paşa Paris Barış Konferansı’na Kürt Ulusunun Talepleri ni sundu.21 Daha sonra, Ermeni delegeleri H. Ohanidian ve Bogos Nubar Paşa’yla, imparatorluğun doğu vilayetlerinde Ermeni ve Kürt, iki ayrı devletin kurulması için anlaşmaya vardı.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Kürtler çok daha güçlü, çok daha merkezî bir devletle karşı karşıya geldiler ve yabancı destek sağlayamadılar. Fakat, bütün bu olumsuzluklara rağmen, merkezî hükümete karşı büyük bir direnişe yöneldiler. 1924’teki Beytüşşebap ayaklanması, daha önce benzeri görülmeyen bir radikalleşmenin ilk işaretiydi. Kemalist yönetimi iki ay boyunca çok güç durumda bırakan ve bastırılması yıllık bütçenin üçte birine mâl olan Şeyh Sait ayaklanması, 1938’e kadar devam eden bir dizi ayaklanmanın ikincisiydi.
Sevr Antlaşması’nın hükümlerinin Nisan 1920 ile şekillenmeye başlanması, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idam cezalarına çarptırılmaları ve İstanbul’un antlaşmanın şartlarını yerine getirebilmek için işgal edilmesi, Anadolu hareketinin, savaş ve kırım suçlularının yargılanması konusundaki tutumunu esas olarak değiştirdi. M. Kemal’in, 12 Ağustos 1920’de İstanbul’a yazdığı bir mektup bu konudaki tutum değişikliğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Ermeni Kırımı suçlularının cezalandırılması konusunda da Ankara’nın tavrı prensipte İstanbul’la aynıdır. Eylül yazışmalarında İstanbul’a verilen cevapta, Kırım sorumlularının meydana çıkarılıp cezalandırılması, “vatanımızda mes’uliyetin büyük ve küçüklere seyyan olduğunu, kanun devrinin tamamen bîtarafane ve kemal-i adl ü hakkaniyetle başladığını idrak etmek ehass-i âmâlimizdir” denir. Üstelik bu cezalandırmanın, “birçok münakaşalara sebep olacak olan kâğıt üzerinde reklam tarzında neşriyatta ziyade bilfiil tatbikatıyla yâr ü ağyare izharını daha muvafık ve faideli” görüldüğü eklenir
1915 yılı içerisinde İngiliz hükümeti, “Türkleri” cezalandıracağına ilişkin iki ayrı açıklama daha yaptı ve yapılan katliamlar nedeniyle “Türklerin” cezalandırılması savaşın en önemli amaçlarından birisi olarak ilan edildi. Örneğin, 18 Aralık 1916 tarihinde, Başkan Wilson’ın barış notasına cevap veren İtilaf Devletleri başlıca harp hedeflerinden birinin, “Türklerin” kanlı zulümleri altında tutulan milletlerin kurtarılması” olduğunu bildirdiler.9

Benzeri sözleri Fransız Dışişleri Bakanı 10 Ocak 1917 tarihinde de tekrar eder: “Yüksek savaş amaçları, şimdi Türklerin cani tiranlığı altında yaşayan halkların kurtuluşunu ve Batı medeniyetine radikal bir biçimde yabancı olduğunu kanıtlamış olan Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’dan söküp atmayı içerir.”10

Sonuç olarak, Azerbaycan önemli muharebe alanlarından biri haline geldi. Ruslar, İngilizler ve Osmanlılar, askerî stratejilerinin bir parçası olarak, bölgede farklı etnik ve dinsel gruplar arasında var olan düşmanlıkları körüklemeye yönelik politikalar izlediler. Kürtlere, Asurîlere, Ermenilere ve Azerîlere egemen devlet kurulacağına dair sözler verildi. Bu tür demagojik manipülasyonlar, etnik ve dinsel gruplar arasında en kanlı ve barbar çatışmalara yol açtı.
Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan İstanbul Antlaşması, ortak sınır boyunca belirli bir bölgede yaşayan nüfusun karşılıklı mübadelesini öngören bir hüküm içeriyordu – tarihte emsal oluşturacak bir maddeydi bu. Bu bölgede iki taraftan mübadeleye tâbi olması öngörülen nüfus –kabaca 50.000 kişi– zaten kaçmıştı, bundan dolayı antlaşmanın şartları, sadece mülk meselelerinin düzenlenmesi anlamına geliyordu.
Geriye dönüp bakıldığında, 1877 yılını takip eden on yıl, Anadolu’nun İslâmlaştırılmasını ve/veya Türkleştirilmesini amaçlayan politikaların başlangıç dönemi olarak görünmektedir.7 Gerçekten, Osmanlı arşivlerinde yapılan yeni çalışmalar, Osmanlı idaresinin –mesela Bosna-Hersek’ten gelen– Müslüman göçünü etkin bir şekilde teşvik ederken, aynı zamanda yeni çevrelerinde mutsuz olan göçmenlerin, asıl memleketlerine dönmeleri konusunda cesaretlerini kırdığını göstermektedir.8
Söz konusu bölgede böyle bir hedef, ilk olarak 18. yüzyılın sonlarından itibaren Çarlık Rusyası tarafından Kırım ve Kafkasya’da uygulanan ve 19. yüzyılda özellikle yeni Balkan devletleri, Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’ın izlediği politikalarda kendini göstermiştir.3 Bu bölgelerden Müslümanların kitlesel bir şekilde sürülmesi, o dönemde ahlakî infiale yol açmadı, çünkü dönemin en saygın Batılı devlet adamları bile, Türkleri uygarlığa bir kara leke olarak nitelemekte ve Avrupa’dan kovmak için uygun zamanın geldiğini açıkça ilan etmekte tereddüt etmediler.
Cumhuriyet yayılmacı milliyetçiliği reddetti; fakat Jön Türk döneminin homojenleştirici eğilimlerini devam ettirdi. Türkiye kurulur kurulmaz, köylülerin Türk’e dönüştürülmesi gerekiyordu . Ulus inşa edenlerin her yerde kullandığı evrensel araçları (tarihsel mitler ve dilsel saflık) kullanan cumhuriyetin ulus inşası da demografi mühendisliğine başvurdu.
1919 yılında, Osmanlı Hıristiyanlarının mülklerinin iadesini engelleyecek milliyetçi bir Osmanlı-Müslüman yönetiminin devam etmesinde çıkarı bulunan büyük gruplar olduğu da ayrıca ortaya konmaktadır. Korkunç gerçek şu ki, daha iyi eğitime ve daha yüksek beceri düzeylerine sahip Rum ve Ermeni cemaatlerinin yok olmaları, makro-ekonomik düzeyde Türkiye için bir felaketken, topraklarını veya işlerini devralmaya müsait bir konumda olan Müslümanlara muazzam fırsatlar yaratıyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir