İçeriğe geç

Atatürk Kitap Alıntıları – Lord Kinross

Lord Kinross kitaplarından Atatürk kitap alıntıları sizlerle…

Atatürk Kitap Alıntıları

Padişah, hükümetin istifasını kabul etti. İzzet Paşa’ya veda ederken “Fena oluyorum” dedi. “Pencereden dışarı bakamaz oldum. Bunları görmeye dayanamıyorum”. Boğaz’daki gemileri gösteriyordu. Böylece, ülkenin gerçek çıkarları uğruna, demokratik ve liberal bir rejim kurmaya çalışan son Osmanlı hükümeti de bir ayı biraz aşan bir görev süresinden sonra iktidardan ayrılmış oldu.

Durumu kurtarmak için son bir teşebbüs daha yapıldı. Buna da en çok mücadeleci ruhuyla, Adana’dan hemen trene atlayıp İstanbul’a gelen Mustafa Kemal önayak oldu. Onun bu gelişi İngiliz donanmasıyla aynı zamana rastlamıştı. Bu manzara onu ilkönce kızdırdı, sonra da filozofça bir düşünce yürütmesine yol açtı. “Gelirler; ve bir gün, geldikleri gibi giderler”

Eğer vatan denilen şey, kupkuru dağlardan, taşlardan, çorak düzeylerden , çıplak ovalardan ibaret olsaydı,onun zindandan hiçbir farkı olamazdı.Oysa bu vatan çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya değen,en çok değen toprakdır.
Anafartalar henüz savaş görmemişti. Mustafa Kemal hatıra defterine dört aydır ilk olarak, az çok temiz bir havayı içime sindiriyorum, diye yazdı. Çünkü Arıburnu ve dolaylarında teneffüs ettiğimiz hava çürümüş insan cesetlerinin kokusuyla zehirlenmişti.
Hatıra defterine sorumluluk yükü ölümden de ağır diye yazdı.
Türkiye’nin ana sorunu, Batı dünyasından geri kalmış olması ve Türkleri muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak zorunluluğuydu.
‘Demirci Mehmet Efe size selam yollamış.’
‘Bana hâlâ Mustafa Kemal paşa kardeşim diyor mu?’
‘Evet’
‘Aferin ona’
Bir gün Çankaya’da Mussolini’nin elçisi, ülkesinin Antalya bölgesi üzerinde yeniden öne sürdüğü isteklerden söz etmişti. Gazi, onu hiçbir şey söylemeden dinledi. Sonra birkaç dakika izin isteyerek odadan çıktı. Döndüğü vakit, Cumhuriyet’in ilanından beri ilk olarak, sırtına mareşal üniformasını giymişti. Ses çıkarmadan yerine oturdu ve, Şimdi devam edin lütfen, dedi. Susma sırası büyükelçiye gelmişti.
Fethi Bey, 15 Kasım’da bu hileli işlem konusunda dahiliye vekiline şiddetle saldırdı. Tartışma, karşılıklı sövüp saymalar bakımından, Birinci Büyük Millet Meclisi’ni hatırlatacak kadar kızıştı. Gazi, başkanlık locasında, bunları sesini çıkarmadan sonuna kadar dinledi. Canının sıkıldığı yüzünden okunuyordu. On yıldır bunlara demokratik tartışma kurallarını öğretmeye çalışıyordu; hâlâ öğrenememişler miydi?
Gazi bu boşluğu doldurmak amacıyla, 1923’te İzmir’de bir iktisat kongresi topladı. Burada, ülkenin gerçek sahibinin halk olduğu tezini, bu kez siyasi alandan ekonomik alana kaydırarak, bir daha tekrarladı. İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında, Anadolu köylüsünü, İslam kaderciliğine göre bir lokma, bir hırka ya razı olarak yaşamaktan vazgeçirmeye çalıştı:

Bence halk dönemi iktisat dönemi kavramı ile belirtilir. Öyle bir iktisat dönemi ki, ondan ülkemiz bayındır olsun, milletimiz varlıklı olsun ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi size hatırlatayım: Elinizde olanla yetinmek, bitmez tükenmez bir hazinedir. Yetinmeyi, tükenmez hazine saymak, yoksulluğu fazilet bilmek felsefesine de artık iktisat dönemi son versin. Eğer vatan denilen şey, kupkuru dağlardan, taşlardan, çorak düzeylerden, çıplak ovalardan ibaret olsaydı, onun zindandan hiçbir farkı olmazdı. Oysa bu vatan çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya değen, en çok değen topraktır. Efendiler, kılıç kullanan kol yorulur, en sonunda kılıcını kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Ama sapan kullanan kol, gün geçtikçe daha çok güçlenir ve daha çok güçlendikçe daha çok toprağa malik ve sahip olur.

Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türk halkı uygardır. Tarihte uygardır, gerçekte uygardır. Ama ben, sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi söylüyorum; uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halk düşüncesiyle, görüşüyle uygar olduğunu ispat etmek, göstermek zorunluluğundadır. Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatı ile, yaşayış düzeni ile uygar olduğunu göstermek zorundadır. Özetle, uygarım diyen Türkiye’nin gerçekten uygar olan halkı baştan aşağı dış görünüşüyle de uygar ve ileri insanlar olduğunu göstermelidir. Bu son sözlerimi açık olarak söylemeliyim ki, bütün ülke ne demek istediğimi kolaylıkla anlasın. Bu açıklamamı size bir soruyla belirtmek istiyorum. Soruyorum: Bizim kıyafetimiz milli midir? (Hayır!’ sesleri.) Bizim kıyafetimiz uygar ve milletlerarası tipte midir? (Hayır, hayır!’ sesleri.)

Size katılıyorum. Değişik tarzların karışımı olan bu gülünç kılık, ne millidir, ne de milletlerarası. Uygar ve milletlerarası kıyafet bizim için uygun ve milletimize layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin ya da fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve pek tabii bunları tamamlamak üzere başta siperi şemsli başlık. Bunu açık söylemek isterim. Bu başlığın adına ‘şapka’ denir.

Tuhaftır ki, Musul görüşmeleri sırasında uzlaşmazlığın temelinde olan petrol sorunu, pek az ortaya atıldı. Ingilizler, sanki petrolde gözleri yokmuş görünmek için çaba harcadılar. Türk hükümeti ise, bunu bir ekonomik sorundan çok, bir sınır işi sayıyor, petrolün ülkenin ilerideki kalkınmasında oynayacağı rolü anlamamış gözüküyordu. Anlaşmada, Türkiye yalnız toprak isteklerinden değil, petrol üzerindeki iddialarından da vazgeçiyor, sadece petrolden alacağı yüzde on payla yetiniyordu. Daha sonra, bu hisse de yüz bin sterlin kadar bir para karşılığında büsbütün bırakıldı.
Laik Türk devrimcileri yüz yıldan beri dini tutuculuğa karşı ağır ağır savaşmaktaydılar. Mustafa Kemal, bu savaşı birden hızlandırıp mantıklı bir sonuca eriştirmekle, ülkenin içinde kök salmış olan gerici kuvvetlere karş açık bir saldırıya geçen ve onları yenen ilk yönetici oldu. Ancak, Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı bir tek yasayla, dinin politik gücünü ortadan kaldırsa bile, manevi ve sosyal etkilerini silip atamazdı. Gerçekten de hiçbir şekilde din ve vicdan özgürlüğüne karışmaya kalkmadı. Müslümanlık bir inanç töresinden daha ötede bir şey, bir çeşit yaşama sistemiydi. Türk halkının büyük çoğunluğu hâlâ kafasıyla, gönlüyle bu inanca bağlı bulunuyor ve günlük yaşamını ona göre düzenliyordu. Bu daha da böyle sürüp gidecekti. Halifeliğin unutulması kolaydı. Gerçekçi, bilimsel yöntemlerle öğretim yapan laik okulların medreselerin yerini alması, yeni yetişen kuşakların entelektüel gelişmesin de büyük rol oynayacaktı. Fakat, buna karşılık, İslam bağnazlığı, etkisi yaygın bir yeraltı kuvveti halinde sürüp gidecek ve zaman zaman patlak vererek, ilerideki devrim yıllarında, Mustafa Kemal’i, yeniden baş gösteren önemli sorunlarla uğraşmak zorunda bırakacaktı.
Mustafa Kemal, gezisine çıkmadan önce, bozulan sağlığını düzeltmek umuduyla İzmir’e gitmiş olan annesinin, orada öldüğü haberini almıştı. Izmir’e gelince mezarı başında şu konuşmayı yaptı:

Zavallı annem vücudunu, bütün millet için amaç olan İzmir’in kutsal topraklarına bırakmış bulunuyor. Burada yatan annem, zulmün, baskının ve bütün milleti felaket uçurumuna götüren keyfi bir yönetimin kurbanı olmuştur.

Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim vakit, annemi istiraplı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kalmıştım. Yanımda kendisinin beraberime verdiği biri vardı. Onu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman, annem bu adamın yalnız olarak geldiğini öğrenince, benim için halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini sanmış ve kendisine inme inmiş. Annem, üç buçuk yıl, bütün gece ve gündüzleri gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. En sonra pek yakın zamanlarda onu İstanbul’dan kurtarabildim, ona kavuşabildim ki, o artık manen ölmüş, yalnız maddeten yaşıyordu. Annemin kaybına şüphesiz çok üzülüyorum. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir nokta vardır ki, o da anamız vatanı mahveden, çökerten yönetimin artık bir daha geri gelmemek üzere yok edilmiş olmasıdır. Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın huzurunda ant içiyorum, milletin bu kadar kan dökerek kazanmış olduğu egemenliğin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekten asla çekinmeyeceğim.

Toplantıda kadınlar erkeklerden daha çoktu. Gazi, onlara, Siz bizim hesabımıza eğitim savaşını kazanın, memlekete bizden fazla hizmet etmiş olursunuz. dedi. Sizi bu savaşa çağırıyorum. Erkeklere de. Şu andan başlayarak kadınlarımız ülkenin toplumsal yaşamına katılmayacak olurlarsa hiçbir zaman tam anlamıyla gelişemeyiz. dedi. Sonuna kadar geri kalır, Batı uygarlığıyla hiçbir şekilde boy ölçüşemeyiz. Sonra el kol hareketleriyle pekiştirerek sözlerini şöyle bitirdi: Eğer çağdaş yaşayışa ayak uydurmak, onun yüklediği zorunlulukları kabul etmek istemezseniz, bütün bu yaptıklarımız hiçbir işe yaramayacaktır. Köhne geleneklere sımsıkı yapışıp durursanız, cüzamlılar, paryalar gibi yapayalnız kalırsınız. Kişiliğinizi koruyun; ama Batı’dan da, ileri bir millete gerekli olan şeyleri alın. Yaşayışınızı, bilime ve yeni düşüncelere uydurun. Siz bunu yapamazsanız, günün birinde onlar sizi yutar.
İçlerinde en konukseverleri Azerbaycanlılardı. Verdikleri bir akşam yemeği sırasında Ukraynalılarla Sovyet Ruslar bir masa çevresinde toplandılar. O sırada Rus elçisi Aralov ayağa kalktı. Madam Gaulis’in de anlayabilmesi için Fransızca konuşarak Fransızlara alabildiğine saldırdı. Onları, Sovyet Devrimi karşısında güttükleri siyaset yüzünden mazlum milletleri ezmekle suçladı.

Gazi, verdiği Türkçe cevapta, elçinin iddialarını ustalıkla çürüttü. Orta da ezenler ve ezilenler diye bir şey olamazdı. Yalnız ezilmeyi kabul edenler vardı. Türkler ezilmeye razı olmamışlar, kendi işlerini kendileri görme yolunu seçmişlerdi. Öteki milletler de böyle yapmalıydılar.

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Milliyetçilere karşı girişilen ayaklanmaların en sonuncusu ve en kanlısı belki de en önemlisi olan Yozgat isyanı böylece bastırıldı. Mustafa Kemal’in şansı vardı. Eğer hilafet kuvvetleri, hareketlerini, birbirlerine göre ayarlayabilselerdi, onu yenebileceklerdi. Aslında üç büyük isyanın birbiri arkasına ayrı zamanlarda çıkmış olması ona zayıf kuvvetlerini toparlamak ve bir yerden bir yere kaydırmak için vakit bırakmıştı. O da böylece, bu isyanları kıl payıyla bastırabilmişti.
Yıllar sonra Mustafa Kemal, doğum tarihini soranlara 19 Mayıs 1919 derdi.
Ertesi gün gece yarısına doğru, kriz en yüksek noktasına
varmıştı. Artık son anlarını yaşadığı belli oluyordu.
Doktorlardan biri ağlıyor, öteki ikisi ayaklarını ovuyorlardı.
Hasan Rıza, Kılıç Ali ve İsmail Hakkı, asker gibi yatağın
ayakucunda hazır ol vaziyetinde duruyorlardı. Hasan Rıza,
Kılıç Ali’ye, “Bak,” dedi. “Bir tarih parçası ölüyor.” Yüzünde
hiç renk kalmamıştı. 10 Kasım 1938 sabahı, saat dokuzu biraz
geçe, gözlerini açtı. Bu gözler, bir an için yine her zamanki
mavi ışığıyla, kendini bilmeden, çevresindekilere doğru
parıldadı, sonra kapandı. Başı yastığın üzerine düştü. Kemal
Atatürk, ölmüştü.
Bir kuş gibi düşmanın avucu içine düşecek ve ağır ve şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde. Atalarımızın çocukları olarak, dövüşerek ölmeyi tercih ederiz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Büsbütün unutulmaktansa hiç doğmamış olmayı yeğlerim.
Kuvayi milliye birliklerinin İtilaf devletlerinin düzenli orduları karşısından ne işe yarayacağını soran kötümser bir dostuna şu cevabı verdi.“Bu milli kuvvetler, namuslu bir adamın yastığının altındaki tabancaya benzer. Namusunu kurtarmak umudunu büsbütün yitirdiği zaman, hiç olmazsa tabancasını çekip kendini öldürebilir.”
Bu arada Avusturyalı bir kızla flört etti. Kendisine gönül veren ya da sonradan arkadaşlarına övünmek için böyle anlatan genç kız, onunla evlenmek istiyordu. Mustafa Kemal ona umut vermemek için, ülkesinde bir nişanlısı olduğunu söyledi. Kız üzüldü ve nişanlısının kim olduğunu sordu. Mustafa Kemal gülerek, “Vatanım” diye cevap verdi. Kızın yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirmişti. Mustafa Kemal, sözüne “Ben askerim” diye devam etti. “Ömrümün sonuna kadar vatanımı sevmek ve onunla yaşamak zorundayım.”
1913’te Balkan Savaşı’nın alanlarını gezen İngiliz generali Sir Henry Wilson, İstanbul’da Enver ve Cemal’le tanıştı. Ne bunlar, ne de gördüğü öteki subaylar, İngiliz generalinin üzerinde yetenekli birer asker izlenimi bırakabilmişlerdi. Yalnız, bir subay onlardan ayrılıyordu. General, “Mustafa Kemal diye bir adam var,” dedi. “Genç bir kurmay yarbay. Ona dikkat edin. Çok yükselecektir.”
Ömrünün çoğunu geçirdiği yerin düşman eline düşmesi, Mustafa Kemal’e çok dokunmuştu. İstanbul’daki bir gazinoda bazı subay arkadaşlarını görünce, baştan savma bir selam vererek, sesini çıkarmadan, isteksizlikle yanlarına gitti. Sonra birden parladı: “Nasıl yapabildiniz bunu? O güzelim Selanik’i düşmana nasıl teslim edebildiniz? O kadar ucuza nasıl satabildiniz?” Binlerce Selanikli Müslüman’ı cami avlularına yığılmış, perişan, aç, sefil bir halde, kışın insafsız soğuğunda, ölüp giderlerken gördü.
Mustafa Kemal, Derne’den Selanik’teki eski silah arkadaşı Behiç’e (Erkin) Fırka’nın çöküşü karşısındaki üzüntüsünü belirten bir mektup yazdı ve
vaktiyle kimsenin aldırış etmediği öngörüleri hatırlatarak, “Zaman ve olayların akışı bütün gerçekleri ortaya çıkarır ve gösterir,” diye ekledi.
Bu zamana kadar Türk adı, Türkler arasında bile ancak Anadolu köylüsünün en aşağı tabakası için kullanılabilecek küçültücü bir sözdü. Yıllar sonra, Mustafa Kemal’in bir vecize olarak ortaya attığı bir yurtseverlik sözünde bile bilinçli bir kinaye vardı: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Bir Türk subayı olarak, ülke sınırları içinde olan Arnavutluk gibi bir yerin dize getirilmesi cinsinden ufak bir olay şerefine kadeh kaldırmayı kendine yakıştıramıyordu. “Ama,” dedi. “Zamanı gelince Osmanlı değil, Türk ordusu,
Türk milletinin bağımsızlığını kurtaracaktır.”
Türkler ise, kendi sınırları içinde baskıya uğrayan bir azınlık gibiydiler. Çevrelerinde bir kurtuluş çaresi arıyorlardı. Görünüşe göre, tek umut, Türk ordusunun genç subaylarındaydı.
Mustafa Kemal, milletinin gerçek düşmanının, sadece yabancılar olmadığını artık anlıyordu. Türklerin, bütün saldırganlıklarına rağmen, yabancılardan öğrenecekleri bir şeyler vardı. Gerçek düşman kendi aralarındaydı: Onları, başka milletlerin yürüdüğü ışıklı yoldan alıkoyan, gelişmeleri önleyen, baskı altında tutan softalık ve yobazlık, Mustafa Kemal’in görüşüne göre Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayanların cennetin bütün nimetlerinden yararlandıkları, Müslümanların ise cehennem azabı çekmeye zorlandıkları bir yerdi.
Böylece subayların birçoğu “kolay kolay dönemeyecekleri” yerlere sürüldüler. Mustafa Kemal’le Ali Fuat da Şam’daki 5.Ordu’ya atanmışlardı. Mustafa, kaderine razıydı. “Pekâlâ,” dedi. “Biz bu çöle gider ve orada yeni bir devlet kurarız.”
Mustafa Kemal o gece, yakınlarından birkaç kişiyle Ankara dışında bir yerde yemek yedi. Cephede bulunduğu sürece, her zamanki gibi, içkiyi hemen hemen keseceği için, o akşam bol bol içti. Ayrılırken, ellerini omuzlarına atarak, “Şimdi doğru cepheye gidiyorum,” dedi. “Taarruza başlamak için.”

İçlerinden biri, şaşkınlıkla, “Paşam, ya başaramazsanız?” diye sordu.

“Ne demek istiyorsun? Taarruzun başlangıcından on dört gün sonra Yunanlıları denize dökmüş olacağım.”

Annesine, elini öpüp vedalaşırken, bir çay ziyafetine gittiğini söylemişti. Zübeyde Hanım onun üniformasına, çizmelerine bir göz attıktan sonra, “Bu çay ziyafeti değil,” dedi. Mustafa Kemal onu yatıştırarak yanından ayrıldı. Annesi daha sonra bölge komutanına telefon ederek, nerede olduğunu sordu; kendisine yine, “Çay ziyafetinde,” diye cevap verildi.

Zübeyde Hanım, “Hayır,” dedi. Biliyorum savaşa gitti.” Oğluna bir mektup yazdı:
“Oğlum, seni bekledim. Gelmedin. Çaya gittiğini söylemiştin bana. Ama cepheye gittiğini biliyorum. Senin için dua ettiğimi bilmeni isterim. Savaşı kazanmadan geri gelme.”

Güvenliğe önem veren modern kafalı bir subay olarak, Mustafa Kemal, saldırı tarihinin gizli tutulması gerektiğini çok iyi biliyordu. Çünkü stratejik planın başarısı, her şeyden önce sürprize dayanmaktaydı. Cepheye gittiği, çok az kimseye söylenmiş, onlara da sanki hâlâ Ankara’daymış gibi davranmaları bildirilmişti. Ali Fuat Paşa, mebuslara, daha o gece birlikte yemek yediklerini söyleyecekti. Yabancı ajanlar arasında, sürekli olarak, ordunun henüz saldırıya hazır olmadığı söylentisi yayılıyordu. Çankaya’daki nöbetçilere, içeriye kimseyi sokmamaları için talimat verildi: Gazi’nin işi vardı. Gazeteler, onun ertesi gün Çankaya’da bir ziyafet vereceğini yazıyorlardı; oysa Mustafa Kemal daha şimdiden cepheye, karargâhına gitmişti bile.
Mustafa Kemal, Ankara’ya döndü. Daha burada —muhalefet bir yana— kabineyle görülecek birtakım işler vardı. Fevzi Paşa, kazanma şansının yüzde seksen olduğunu söylüyor, yüzde yirmiyi de savaşın gidişine bırakıyordu. Bu sözler hükümetteki iki muhalif vekilin kötümserliğini biraz olsun gidermişti. Kabine, saldırıyı onayladı. Geriye, ordunun morali bozuk ve kıpırdayamayacak halde olduğu yolunda propaganda yapan muhalefet kalıyordu. Bu bir yandan, Mustafa Kemal’in Ali Fuat Paşa’ya gizlice söylediği gibi, işe yarayacak bir şeydi; çünkü, düşmanın, taarruzun yakınlığını sezmesini önlüyordu. Ancak o yine de, nüfuzlu bazı kimselerin bu konudaki kuşkularını yatıştırmaktan geri durmadı.
Mustafa Kemal, paşaların düşüncesini yoklamayı uygun görmüş olmasına rağmen, kararı zaten vermiş bulunuyordu. Seziş, kararlılık, siyasal görüş, düşman psikolojisini anlayış konusunda başkalarında bulunmayan olağanüstü yeteneği sayesinde, hem zafere güveniyor, hem de tedbiri elden bırakmıyordu. Ordunun ağustos ortalarında saldırı için hazır olmasını emretti. İsmet Paşa ayağa kalkarak hazır ol vaziyeti aldı ve cephe komutanı olarak, hepsi adına, “Düşüncemizi öğrenmek istemiştiniz,” dedi. “Biz de açıkça belirttik. Ama, bu bir emirse, boyun eğeriz.”
Savunma duygusu sanki herkesin içine işlemişti. İsmet Paşa’nın kuşkularını paylaşan başkaları da çıktı. Şimdi ellerinde bir ordu varken onu kaybetmeyi göze alamıyor, ordunun hazırlığı henüz tamam değildir, diyorlardı. Harbiye’de Mustafa Kemal’e hocalık etmiş olan 2. Ordu komutanı, ülkenin varı yoğu demek olan ordu tehlikeye atılırsa, asıl varlığının da tehlikeye düşeceğini söyleyerek itiraz etti. Mustafa Kemal, Fevzi Paşa’ya bunun gerçekten böyle olup olmadığını sordu, evet cevabını alınca kendisine döndü ve, “Pekâlâ sayın hocam,” dedi. “Şimdi artık Harbiye’de savaş oyunu oynamıyoruz. Yurdumuz için kesin bir sonuç elde etmek uğruna bütün varımızı yoğumuzu ortaya koyacağız.”
İstanbul’daki yüksek komiserler, şehre yönelen Yunan tehdidini tartışırlarken, Mustafa Kemal’le kurmay heyeti Akşehir’de bir futbol maçı seyrediyorlardı. Bu, Genelkurmay toplantısını gizlemek için bulunan bir bahaneydi. Toplantıda, İzmir yönündeki Türk saldırısının tarihi ile, son hazırlıklar kararlaştırılacaktı. Saldırı planı, dokuz ay öncesinden, Mustafa Kemal’le Fevzi Paşa arasında tasarlanmış bulunuyordu. Fevzi Paşa bunu harita üzerinde açıkladı. Arkadan, Mustafa Kemal, hazır bulunan paşalara düşüncelerini sordu. İçlerinden çoğu birtakım eleştiriler ileri sürdüler. Planın aslından çok, uygulanacağı tarihe itiraz ediyorlardı. Her zamanki gibi kararsız olan İsmet Paşa, planın, şu anda kesin bir zafere ulaşacağından şüpheliydi. Ona kalırsa, sağlam bir savunma sistemi uygulayarak, Yunanlıları yıpratmak, daha doğru olurdu. Yok, ille saldırı isteniyorsa, kendisine hazırlıklarını tamamlamak için biraz vakit bırakmalıydı.
Tarih, bu kongrenin çalışmalarını, benzerine az rastlanır bir başarı olarak niteleyecektir.

Mustafa Kemal Atatürk

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir