İçeriğe geç

Bergson Kitap Alıntıları – Ali Osman Gündoğan

Ali Osman Gündoğan kitaplarından Bergson kitap alıntıları sizlerle…

Bergson Kitap Alıntıları

Hatta varlığı bizzat bir “davet” olan ve bütün insanları kendisine çeken mistik ahlak kahramanları hakkında Bergson’un düşünceleri, sıkıntılı yıllar yaşayan Türk insanına örnek bir insan modeli sunar ve Mehmet Emin Erişirgil’in de işaret ettiği gibi “bu örnek modeli Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsında somutlaştırır.”
“İstanbul’da yıkılan İmparatorluğun enkazı üzerinde ancak iki türlü fikir beslenebilirdi. Biri maddi imkânsızlıklar önünde manevi kuvvete ve yarı mistik bir ruh hamlesine dayanmak; ikincisi yenilişin doğurduğu ümitsizliğe karşı, idealist harekete tepki halinde, maddeye dayanan yeni bir hız almak. Bunlardan birincisi Bergson metafiziği, ikincisi diyalektik materyalizmdir.”
Bergson’un ahlak ve din hakkındaki açıklamalarının en önemli sonuçlarından birisi, toplumsal alanda kapalı olanı açık olandan ayırmaktır. Bu ayırma ahlak, din ve bizzat toplumun kendisini de içine alacak tarzda yapılmaya çalışılmıştır. Kapalı toplum, kendi toplumlarının dışında olan insanlara kayıtsız, her an için kendilerini savunmak veya başkalarına saldırmak adına birbirine tutunmuş insanların toplumudur.
Dinin korku ile olan ilişkisi nedir? Bazı görüşler dinin kaynağında korkunun olduğunu iddia ederler. İnsanın doğa karşısında kapıldığı heyecan ve korkuların dinlerle elbette ilişkisi vardır. Ama Bergson için din, korkudan ziyade, “korkuya karşı bir dirençtir.”
Tabu, birey için akıldışı olsa da, tolum için aklidir ve yaralıdır. Çünkü tabu, “toplumun belli bir yarar bulduğu bir yasaklamadır.” Toplumun ve bireylerin varlığını devam ettirme, statik dinin ilk işlevi olarak ortaya çıkar.
İnsanın psikolojik yapısının her şeyden önce, bireysel ve toplumsal hayatı korumak zorunluluğuna dayandığını da düşünecek olursak, öncelikle yaşamak zorunda olduğumuz bir gerçektir. Bundan dolayı “din, düşünceyle donanmış varlıklarda görülmesi muhtemel bir yaşama bağlılık eksikliğini dolduran şeydir.” Zekânın, dinin kaynağında olduğu düşünülen “masal yaratma işlevi”, bireysel veya toplumsal ama daha çok ikisi de olmak üzere, bir ihtiyaç olarak, zekânın bizzat kendisinden talep edilmiştir.
İnançlara sahip olmanın (ilkel veya modern insan olsun), onun hem kendi bireyselliğiyle hem de içinde yaşadığı toplumdaki kolektif tasavvurlarla yakından ilgisi vardır. İnançları doğuran tasavvurların ortak özellikleri, onların “fantasmatik” (düşsel, hayali) olmalarıdır. Bergson, fantasmatik tasavvurları ortaya çıkaran eyleme, “masal yaratma” veya “kurmaca” adını verir.
Bergson’un benzetmesiyle, açık ahlakı temsil edenler, bizi bir müziğin dansa davet etmesi gibi ve bizi müziğin ifade ettiği duyguların içine sokması gibi, kendileriyle birlikte bu müziğin içine sokarlar, bir heyecan dalgasına katarlar. Bunlar din kurucuları ve reformcular, mistikler ve azizlerdir. Bu kahramanlar, doğanın direncini kırarlar ve insanlığı yeni heyecanlara taşırlar. Bunlar, hür kişilerdir ve refah, haz, zenginlik gibi hususlar karşısında kayıtsızdırlar.
Açık ahlaktaki sevgi, şunu veya bunu sevme değildir. Buradaki sevgi, sadece sevgidir ve nesnesi tarafından teslim alınmaz. Bu ne demektir? Bu, sevginin hiçbir menfaat duygusuna bağlanmaması, bir şeye bağlı olarak ortaya çıkmaması yani nesnesiz olmasıdır.
Dışlanmamak, hatırlı olmak, toplumun ölçüleriyle donatılmış olmaya bağlı olarak kabul edildiği için birey, farklı davranma cesaretini de gösteremez. Bireyin eylemi, toplumun sınırlarının ötesine geçemez ve birey, toplum tarafından sınırlandırılmış, toplum denilen dairenin içine kapanmıştır. Bireyin ruhu, bu dairenin dışına çıkamaz. Bizi insanlığa bağlayan ahlakın davranışı ise “açık ruhun davranışıdır.”
Bilimde, sanatta, metafizikte kısacası hayatın her alanında aslında sık sık sezgiye başvuruyoruz. Büyük icatların çoğunun kaynağında sezgilerimiz bulunuyor. Öyleyse sezgi, kaynağı karanlık kalan ve anlaşılması imkânsız olan bir bilme yolu değildir. Hayatın ve somut olarak yaşanmış tecrübelerin içinden çıkar.
Bergson için sezgi, kendi şuuruna varmış içgüdü olarak düşünülür. Hatta sezginin ortaya çıkışında içgüdü, zekâya oranla daha etkilidir ve sezgiye daha yakındır. Bunun nedeni, içgüdünün verdiği bilginin daha çok hayata, zekânın ise maddeye ait olmasındandır.
Dikkat edilecek olursa Bergson, bilime karşı değildir. Bilimin madde evrenindeki başarısını ve elde ettiği bilginin meşruiyetini kabul eder. Ancak bilime bir sınır çekmenin zorunluluğuna işaret ederek, kendi alanının dışına çıktığında karşılaşacağı başarısızlığı engellemek ister.
“Bilimsel bilgiden başka bir bilgi çeşidi daha vardır. Bu bilgi, felsefi bilgidir. Zekâdan başka bir bilme vasıtası vardır. Bu bilme vasıtası da, sezgidir.”
Buraya kadar zekâ ve bilim hakkında söylediklerimizden şu sonucu çıkarabiliriz: Zekâ ve bilim tek başına ne hayatı ne ruhu ne yaratmayı ne oluşu ve süreyi hatta ne de bütün olarak evreni anlayabilir. Eğer felsefe de sadece akıl ve zekâya dayanıyorsa, onun yaptığı da bilimin yaptığından daha farklı bir şey olmayacaktır. Oysa felsefenin görevi ve amacı, bilimsel ve görece hakikatlere varmak değildir. Felsefe, mutlak’ın peşinde olmalı ve hakikati doğrudan kavrayan bir bilme vasıtasıyla mutlak olanın hakikatine ulaşmalıdır. Bergson’a göre böyle bir yeti vardır ve bu yetinin adı sezgidir.
Bilimin ulaştığı sonuçlar, gerçeğin özüne ait olmadıkları için bilim bizi maddeye dikkat ettirmekle yetinir ve sinematografik bir metotla çalışır. Bu metot, varlığın yerine varlığı temsil eden sembolleri koymaktan ibarettir. Böylece bilim, gerçeğin durgun bir görünüşünü elde eder. Oysa gerçek oluş, değişme, yaratıcı bir evrimdir.
Görüldüğü gibi hem zekâ hem içgüdü, tek başlarına kaldıklarında, eksik birer bilgi kaynağıdırlar. Zekânın ürettiği bilim, hayata ilişkin bir bilme faaliyetine giriştiğinde başarısız olmakta, sadece içgüdü sayesinde de insan hayatı, bütünüyle anlaşılamamaktadır. Bergson’un bilim ve zekâya, hayatı anlama çabaları konusunda kesin bir itirazı vardır.
“Felsefe birinin kendini bir sezgi çabasıyla nesnenin içine yerleştirmesinden ibarettir.”
Sezgiye dayanan bir felsefe kurmak iddiasında olan Bergson, sezginin tecrübeye dayandığı, bundan dolayı da kavramlardan gerçekliğe değil de, gerçeklikten kavramlara geçen bir felsefe önerir. Bu felsefe, gerçeğin bizzat içine yerleşmeyi, ona bu yolla nüfûz etmeyi, değişimin içinden onu kavramayı gerektirir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bergson, psikolog bir filozof olduğu gibi felsefesi de psikolojik temellere dayalı bir yaşama felsefesidir. Hatta onun felsefesi “metafizikle nihayetlenen bir psikoloji”dir.
Bazı filozoflar tarafından itirazlar yapılmış olsa da, geleneksel felsefe, evrende değişmez bir töz aramış, asıl hakikat olarak böyle bir tözün varlığını kabul etmiş, bu hakikat bilgisini elde etme aracı olarak da aklı ele almıştır.
Bergson’un felsefesi, “eylemi en üstün iyi, mutluluğu bir sonuç, bilgiyi başarılı etkenliğe sadece araç sayan” bir felsefe olarak pragmatistlerle birlikte anılır. Zira ona göre biz, düşünmekten ziyade hareket etmek için yaratılmış olduğumuz için “hep bir şeyler yapmak kastıyla” düşünür ve bir amaç olmadıkça da hiçbir şey yapmayız. Dahası, mahrumiyet duymadıkça bir şey aramayız.
Bergson Darwin’e karşı, “insanın aşağı hayvanlardan türemediğini tersine, hayvan türlerinin insana doğru giden gelişme yolunda yolda bırakılmış bozuk-çatlak ürünler olduğunu” ileri sürdü. Böylece Darwin’in insan ile hayvan arasında kaldırdığı mahiyet farkını Bergson tekrar koydu.
Nietzsche’de hayatın esası mücadeledir ve kriz dönemlerinde yaşama şansı olan sadece güçlülerdir.
Nietzsche, Darwin’in doğal ayıklanma görüşünden hareketle üstün insan anlayışını ortaya koyarken; Bergson, felsefesindeki iddialarını, biyolojiden deliller alarak temellendirmeye çalışmıştır. Bir bakıma üstün insan ile mistikler arasında önemli farklar bulunsa da, formel benzerlikler ileri sürülebilir. Ancak, Nietzsche’nin ortaya çıkardığı bireycilik, hakikati bir tek insanın zihnine bağlı hale getirmek suretiyle rölativizmi daha da kuvvetlendirmeye yaramıştır. Böyle bir anlayış, solipsizme kapı açıyor ve “herkesin kendi hakikatinden bahsedecek kadar ileri gidiyordu.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bergson, akıl ve zihin dışında bizi gerçeğin bilgisine götürecek ve metafiziğe adım attıracak olan bir bilme vasıtası olarak sezgiyi ortaya koymak suretiyle, bu entelektüalist-rasyonalist anlayışa en önemli sarsıntıyı yaşattı, denilebilir.
Kavram, yalnızca bir cismin gölgesi olduğu için gerçekliği bozar. Bundan dolayı metafizik, “kavramları aşmak zorundadır.”
Amaç, bir şeyi görece bilmek değil, onu mutlak olarak bilmektir; ona dıştan bakmak değil, onun içine girmektir; onun çözümlemesini yapmak değil, onu seçmektir. Bunun yolu da metafiziktir.
Sezgi, bir şeyi içten bilmektir ve sezgiden de, “kendinde tek olan, buna bağlı olarak da dile getirilemez şeyle bir olmak için kendimizi o şeyin içine yerleştirmemizi sağlayan bir tür anlıksal duyumdaşlık anlaşılır.” Çözümleme ise sezginin tam tersidir. Bundan dolayı hiçbir çözümleme, bir nesneyi kendisi olarak vermez, onun bir fonksiyonunu dile getirir, bir temsil etmedir. Oysa “sezgi, yalın bir edimdir.”
Bergson, bilimin yönteminin dışında farklı bir yöntem teklif etmek suretiyle ve ayrıca rasyonalizmi, ampirizmi ve zekânın yaptığı bilimi özellikle hayat sahasında eleştirerek, insan için mutlak olana kapı açmaya çalıştı. İşte Metafiziğe Giriş, bu çabanın bir ürünüdür.
İnsanı bir topluma bağlayan ama aynı zamanda diğer toplumlardan ayıran statik din, bireyi “umutsuzluğa düşürücü ve toplum için bozucu olabilecek olan şeylere karşı doğanın koruyucu bir tepkisi” diye tanımlanır.
Bir bakıma inanç, korkuya karşı bir emniyet sağlıyor ve bu fonksiyonu zekâ yerine getiriyor.
Bergson dinleri, statik ve dinamik olmak üzere ikiye ayırmıştır. Statik din, toplumsal ödev ahlakı ve kapalı toplum ile ilişkilendirilirken; dinamik din, insani ahlak ve açık toplum ile ilişkilendirilmiştir. Dinin kaynağında insanın kendisini güvende hissetme ve zekânın masal yaratma işlevini gören Bergson’a göre “din, zekânın ölümün kaçınılmazlığı hakkındaki tasavvuruna karşı doğanın koruyucu bir tepkisidir.”
Süre, doğrudan geçmişimiz ile doğrudan geleceğimizi belirleyen bir şeydir. Bu ikisi arasındaki köprü ise bilinçtir.
Bergson, komik olan şeyde canlı bir şey görmek ve onu, “hayata karşı duyulması gereken bir saygı ile incelemek” arzusundadır. İnsanlık dışında hiçbir şeyin gülünç olmadığı noktasından hareket ederek, insanı gülen bir hayvan olarak tanımlamanın mümkün olduğunu, ancak gülmek için sevgi ve acımayı bir müddet terk etmek gerektiğini düşünür.
Madde ve Bellek, temelde madde ve ruh ya da ruh ve beden ilişkisini ele almakla psikolojinin bir meselesini ele alıyor gibi görünse de, Bergson bu eseriyle, metafiziğin derin meselelerine dokunmak zorunda kalıyor. Hafıza incelenmeden madde ile ruh ilişkisinin anlaşılamayacağına kanaat getiren Bergson, “madde ile ruhun münasebeti hafıza ilebeyninmünasebetidir” görüşüne varıyor.
Her şeyi kavramlaştıran zekânın sınırlarının ötesinden seslenmek isteyen Bergson, dikkati bizzat hayatın içine çekmek istemiştir. Böyle bir tavrın olumlu bir tarafı da vardır. Çünkü her okuyucu, onun ifadelerinde kendine ait bir şeyler bulur ve Bergson’un yüksek ifade gücünün etkisi altına girebilir.
Bergson, durgun olmayan, akıcı ve yaratıcı bir durumu, olmuş bitmiş olanı değil de oluşmakta olanı anlatmaya çalıştığı için, hayata dışarıdan değil, içeriden bakarak konuşmaktadır.
I. Dünya Savaşı ile ilgili olarak Almanların emperyalist tutumu karşısında, savaşı metafizik açıdan değerlendirerek müttefiklerin tarafını tutan Bergson’a göre “Almanlar madde gücünü temsil ediyor ve ruhun ilerlemesine engel oluyorlar, halbuki müttefikler insanlık idealleri uğruna savaşıyorlardı.” Almanlar, totaliter bir görüşe sahip oldukları için hürriyetin yayılmasını engelleyen bir felsefe tarafını tutuyorlardı.
Bergson, fizik-matematik ile psikoloji-biyoloji arasındaki savaşta psikoloji-biyolojinin tarafını tuttu. Onun İngiliz felsefesiyle biten bu ilişkisinin yanında, Alman idealizminden önemli ölçüde etkilenen Fransız spiritüalizmine da kendisini kapatmadı.
Bergson, gerek öğrenciliği gerekse öğretmenlik yaptığı yıllarda, İngilizce avantajını da kullanarak Stuart Mill ve Herbert Spencer’in eserlerini okudu ve her iki filozoftan da etkilendi. Onun Alman felsefesinden ziyade İngiliz felsefesine yönelmesi, önemli ölçüde karakteri ile ilgili olduğu gibi Alman felsefesinin “insanı her türlü hakikat araştırması yapmaktan soğutan son sözü söylemiş olmak vasfı” ile birlikte, aynı zamanda Bergson’un tecrübeye daha fazla ilgi göstermiş olmasından kaynaklanır.
“Bilimsel bilgiden başka bir bilgi çeşidi daha vardır. Bu bilgi, felsefi bilgidir. Zekâdan başka bir bilme vasıtası vardır. Bu bilme vasıtası da, sezgidir.”
“ düşünmekten ziyade hareket etmek için yaratılmış olduğumuz için “hep bir şeyler yapmak kastıyla”düşünür ve bir amaç olmadıkça da hiçbir şey yapmayız. Dahası, mahrumiyet duymadıkça bir şey aramayız.”
“Süre değişme, hareket ve yaratıcılıktan başka bir şey değildir. Asıl gerçek olan süre olduğuna göre sabit, olmuş-bitmiş hiçbir şey mevcut değildir ve her şey her an oluş halindedir. Kısacası hayat, “oluş”tur ve bunun kavranması da zekânın aşılması, oluş halini şuurda yaşama ve böylece oluşun içine yerleşmek ile mümkün olur.”
“Madde ve Bellek’te de değinildiği gibi ruh ile beden arasındaki ilişkide beden, madde kanunlarına tabi olarak bir mekânda bulunmakla beraber bizde, bu kanunları aşan, otomatizmin ötesine geçen, mekânı aşan bir taraf vardır: Bu ben’dir, ruhtur, zihindir.”
“Zihnimizde en eski hatıra, yasak meyve hatırasıdır. Tıpkı bu hatırada olduğu gibi çocukluğumuzdan itibaren bütün hayatımız boyunca isteklerimizi gerçekleştirmek üzere harekete geçtiğimizde karşımıza çıkan engeller ve yasakların kaynağı araştırıldığında, ahlakın toplumsal zemine dayanan bir zorunluluk duygusuna bağlandığını görüyoruz.”
“Süre, geçmişin haldeki devamı ve geleceği kemiren bir şey olmakla birlikte geçmiş, hiçbir biçimde halde aynen tekrar etmez ve her an sürenin yarattığı yeni bir durumu belirler.”
“İnsanlık dışında hiçbir şeyin gülünç olmadığı noktasından hareket ederek, insanı gülen bir hayvan olarak tanımlamanın mümkün olduğunu, ancak gülmek için sevgi ve acımayı bir müddet terk etmek gerektiğini düşünür. Otomatik ve mekanik olan insani hareketlerin gülünç ve komik olduğunu, komiğin “zekâya, sırf zekâya” hitap ettiğini söyler.”
Merhamet, ona sahip olan kişide, dünyada başka bir canlı olmadığı zaman bile varlığını sürdürecektir. Bergson
Mistisizmin Tanrı anlayışının, teolojinin veya Tanrı konusuna getirilen rasyonel, mantıksal, çıkarımsal Tanrı tanıtlamalarıyla ilgisi yoktur. Çünkü Tanrı bir fikir değildir, Tanrı tanıtlanması gereken bir denklem değildir. Tanrı,somut bir şahsiyettir ve Tanrı’nın varlığı, mistik tecrübe ile yaşanarak açığa çıkar.
Toplumsal ödev ahlakı, insanlar üzerinde bir baskı ve zorlama oluştururken insani ahlakta bir sevgi ve davet vardır.
Süre, doğrudan geçmişimiz ile doğrudan geleceğimizi belirleyen bir şeydir. Bu ikisi arasındaki köprü ise bilinçtir.
İmparatorluğun son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında önemli bir Türk aydın grubu, toplumun içinde bulunduğu koşulların ve döneme hâkim olan pozitivist-materyalist görüşlere duyulan bir tepki ile Bergson felsefesine yönelmiş, örneğin Dergâh Dergisi çevresinde bir Bergsonculuk akımı açıkça kendini göstermiştir.
Bergson felsefesinde sezginin pratik olarak uygulandığı alan ahlak ve din alanıdır.
Mekan fikriyle yoğrulmuş bir sürede ise şuur hallerimizi iç içe değil, zamandaş olarak algılar tarzda yan yana sıralıyoruz. Böyle bir durumda da şuur hallerinin birbirini takibi, bir zincir gibi, zamandaş olan bir önce ve sonra algısını içerir. Şuurun algıladığı gerçek süre yani saf ve iç süre, ancak iç içe giren, birbirlerinde eriyen, kenarsız, birbirlerine nispetle hiçbir ayrılık temayülü ve adetle hiçbir yakınlığı olmadan sadece keyfiyet (nitelik) halinde bir değişmeler yumağı olabilir.
Zeka uzay içinde ayırır, zaman içinde belirler.
Zeka ile içgüdünün fonksiyonları farklı olduğu gibi verdikleri bilgiler de birbirinden tamamen farklıdır. Zeka, insanın düşünme tarzıdır. Bundan dolayı da kavramlar icat eder ve analizler yapar. Nasıl ki içgüdü, hayvanın davranışını güdüyorsa; zeka da bize kendi davranışımızı gütmek için verilmiştir. İçgüdü, hayat yönünde giderken; zeka, hayatın sonunda ortaya çıkan bir yetenek olduğu halde hayattan uzaklaşır, evrimi ve hayatı düşünmek için yaratılmamıştır ve dikkatini maddi olana verir. Görme içgüdüye, dokunma zekaya kıyaslanmıştır. Bundan dolayı zeka, uzaktaki şeylerin bilgisini vermekten uzaktır.
Zeka, mekan ile bağlantılı düşünülmek zorundadır. Hayatın evrim tarihi incelendiğinde, hayatın içinden çıkmış olmasına rağmen zeka, hayatı düşünmek için yaratılmamıştır. Onun ödevi, vücudumuzu çevresine uydurmak, dış şeyler arasındaki münasebetleri anlamak ve nihayet maddeyi düşünmektir.
Bir tarafta madde vardır ve onun bilgisini araştırmak zorundayız. Buradaki aletimiz zekadır. Diğer tarafta hayat vardır ve onu da tanımak istiyoruz. Bu tanımadaki aracımız ise sezgidir. Sezgi, içgüdüye muhtaçtır. Çünkü içgüdüde, adeta bir kahin bilgisi mevcuttur. Ayrıca mekan için zekaya, süre için sezgiye; durağan ve sabit durumlar için zekaya, oluş ve hareketlilik için sezgiye; bilim için zekaya, metafizik için sezgiye başvurmak zorundayız.
Biz yaptığımıza kendimizi yaratıyoruz ve bu yaratma sürekli oluyor. Yaptığımız şey de, biz ne isek ona göre gerçekleşiyor. Buradaki gerçekleşme edimi, bir suretle yaratma, bir icat, yeninin mutlak olarak daimi bir yapılması dır.

Bu yapılma ve yaratma, anların birbirini takip etmesi, birinin yerini diğerinin alması değildir. Geçmişin şimdi içinde barınıp devam etmesi ve geleceğe uzanmasıdır.

Süre, geleceği kemiren ve ilerledikçe büyüyen geçmişin daima ilerlemesidir.

Süre, geçen anların izlerini korur, bundan dolayı da şuur için gerçek bir şeydir. Ama ruh halleri birbirleriyle aynı değildir, birbirlerinden ayrı da değildir. İnsan ruhunda ve şuurunda hiçbir şey aynen tekrar etmez. Hatta aynı duygu bile sadece tekrarlanmakla yeni bir duygu halini alır.
Zaman yolu üzerinde ilerleyen ruhumun hali de topladığı sürelerden bir kartopu gibi mütemadiyen büyümüştür.
Güvende olmakla yetinmeyip, umutlar da isteyen insan ruhu, dinamik din ile bu umutları gerçekleştirmeye çalışır.
Çünkü zeka, Bergson’a göre madde üzerinde mekanik olarak etkin olmak için vardır; o halde zeka, şeyleri mekanik olarak tasavvur eder; evrensel mekanizmayı ilke olarak ileri sürer ve hareketin başladığı anda amaca ulaşmadan önce rastladığı her şeyi önceden kestirmesini sağlayan bir bilimi potansiyel olarak tasarlar. Zekayı alet yapma ve kullanma yeteneği olarak da tanımlayan Bergson’a göre zeka, pratik bir amaç peşinde koştuğu için bu amacını ancak bilim sayesinde gerçekleştirebilir.
Mekanizme göre gelecek, geçmişte içkin olarak bulunurken; finalizmde gelecek, önceden belirlenmiş ideal bir model olarak karşımıza çıkar. İkisi arasındaki temel fark, mekanizmin sebeplerden, finalizmin ise amaçlardan bahsetmesidir.
madde atalet, geometri ve zarurettir. Buna karşılık hayat ise hürriyettir. Madde mekanın, hayat ise zamanın ortaya çıkardığı bir şey olduğu için madde uzay içinde vardır. Bunun içindir ki, madde üzerinde egemen olan sadece zekadır. Çünkü madde, olduğu gibi kalır veya dışarıdan gelen bir kuvvetin etkisiyle değiştiği için zeka, bu değişimleri değişmeyen parçaların yer değiştirmeleri gibi tasarlar. Madde, zorunluluk ifadesi olduğu için hürriyet, onda barınamaz. Ancak maddedeki zorunluluğun gevşemesiyle hayat ortaya çıkar ve hayat zorunluluğu hürriyete çevirir. Maddenin zorunluluğunun gevşediği yere şuur yerleşir ve şuur, yerleştiği yerde kendini genişletir.
Sezgi, bir şeyi içten bilmektir ve sezgiden de kendinde tek olan, buna bağlı olarak da dile getirilemez şeyle bir olmak için kendimizi o şeyin içine yerleştirmemizi sağlayan bir tür anlıksal duyumdaşlık anlaşılır. Çözümleme ise sezginin tam tersidir.
Süre, geçmişin haldeki devamı ve geleceği kemiren bir şey olmakla birlikte geçmiş, hiçbir biçimde halde aynen tekrar etmez ve her an sürenin yarattığı yeni bir durumu belirler. Süre, doğrudan geçmişimiz ile doğrudan geleceğimizi belirleyen bir şeydir. Bu ikisi arasındaki köprü ise bilinçtir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir