İçeriğe geç

Zen And The Art Of Motorcycle Maintenance Kitap Alıntıları – Robert M. Pirsig

Robert M. Pirsig kitaplarından Zen And The Art Of Motorcycle Maintenance kitap alıntıları sizlerle…

Zen And The Art Of Motorcycle Maintenance Kitap Alıntıları

İnsanlar fabrikaya gelir ve tümüyle anlamsız bir işi, soru sormadan, saat sekizden beşe dek yaparlar, çünkü yapı bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Onların bu anlamsız yaşamı sürdürmelerini isteyen ne bir kötü adam ne de bir “ahlaksız herif vardır; yalnızca yapı böyledir, sistem bunu gerektirir ve kimse, yalnızca anlamsız diye yapıyı değiştirme gibi tehlikeli bir işi üstlenmek istemez.
Bir şey yitirmeden asla bir şey kazanamazsın.
Thoreau
ama yalnızca deliler neden diye sorar.
Çevremizdeki, farkına vardıklarımızın oluşturduğu uçsuz bucaksız araziden bir avuç kum alır ve bu bir avuç kuma dünya deriz.
Dünyayı düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız, ellerimiz ve sonra onlardan çıkan iştir.
Başka insanların yaşamlarındaki küçük anların içinden görünmeden geciyoruz.
Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle küçüktürler ki gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için göremezsiniz.
Bence günümüzün aklı ortaçağın ‘dünya düzdür’ diyen aklına benziyor. Bunun çok ötesine geçerseniz deliliğe vardığınız sanılır. Ve insanlar bundan çok korkar. Bence delilik korkusu bir zamanlar insanların, dünyanın kenarından aşağı düşmekten duydukları korkuya benziyor. Ya da kafirlerden duyulan korkuya.
Dünyanın en büyük aptalı güneşin parladığını söyleyebilir, ama bunu söyledi diye güneş kararmaz.
Birisi nankörse ve siz ona nankör olduğunu söylerseniz, en fazla ona bir ad takmış olursunuz, ama hiçbir şeyi çözmemişsinizdir.
Derinden ve sürekli nefret ettiğiniz bir şeye karşı anlık öfkenizi hep bastırırsınız.
Çoğu zaman öyle bir acele içindeyizdir ki konuşmaya fırsatımız kalmaz. Sonuç, günden güne sonsuz bir sığlaşma ve kişiyi, zaman geçip gittikten sonra, geçen yıllara şaşmaya ve üzülmeye götüren bir tekdüzeliktir.
Yalnızca, ilerdeki bir hedef için yaşamak, sığ bir şeydir. Yaşamı dağın tepesi değil, eğimleri ayakta tutar..
Düşünmek televizyon seyretmekten öylesine daha ilginçtir ki daha çok kişinin düşünmeyi tercih etmemesi utanç verici.
Ne kadar çok insan ruhu varsa, o kadar da çok yol vardır.
Koyun için Nitelik, çobanın söylediğidir.
Bir şey yitirmeden asla bir şey kazanamazsın.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Odysseia’nın kahramanı büyük bir savaşçı, kurnaz bir plancı, hazırcevap bir konuşmacı; fazla yakınmadan, tanrıların takdirine katlanmasını bilen, yürekli biriydi; yelkenli bir tekneyi hem yapa bilir hem de kullanabilirdi, sabanı dümdüz sürer, yüksekten atan bir genci disk atmada yener; boksta, güreşte, koşuda Pheacialı gençlere meydan okur; bir öküzü kesip, yüzüp, doğrayıp pişirir, ama bir şarkıyla gözyaşı dökerdi. O, aslında kusursuz bir hayat adamıydı, olağanüstü bir arete’si vardı.
Zen, sıkılma konusunda da bir şeyler söyler. Onun başlıca pratiği olan yalnızca oturma dünyanın en sıkıcı etkinliği olsa gerek. Hiçbir şey yapmazsınız: Kımıldamak yok, düşünmek yok, endişelenmek yok. Bundan daha sıkıcı ne olabilir? Yine de tüm bu sıkıcılığın ortasında tam da, Zen Budizmin öğretmeye çalıştığı şey vardır. Nedir bu? Sıkıcılığın tam ortasında sizin görmediğiniz nedir? Sabırsızlık sıkılmaya yakındır, ama daima tek bir nedenden kaynaklanır: İşin süreceği zaman miktarını gerektiğinden az tahmin etmekten.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Temizlik yaparken bunu, insanların kiliseye gitmesi gibi yaparım -yeni şeyler için tetikte olmama karşın pek yeni bir şey keşfetmeye değil, yalnızca kendimi bilinenle yeniden tanıştırmaya çalışarak-. Tanıdık yollardan gitmek bazen güzeldir.
Geleneksel düşüncede, girişkenlik doğuştan varolan ya da iyi bir eğitimle kazanılan bir şey sanılır. O, durağan bir maldır sanki. Girişkenliğin nasıl kazanılacağı konusunda hiçbir bilgi olmaması nedeniyle, girişken olmayan bir kişinin umutsuz vaka olduğu sanılır. İkici olmayan düşüncede girişkenlik durağan bir mal değildir. Değişkendir, artabilen ya da eksilebilen bir tam havasında olma rezervidir. O, Nitelik algılamasının ürünü olduğuna göre, girişkenlik tuzağı sonuç olarak kişinin Nitelik görüşünü yitirmesine ve bunun sonucu, yaptığı şeyle ilgili coşkusunu yitirmesine yol açan herhangi bir şey olarak tanımlanabilir. Bu kadar geniş bir tanımdan tahmin edileceği üzere bu alan çok geniştir ve burada yapmaya çalıştığımız yalnızca bir başlangıç konuşmasıdır.
Bence, eğer dünyayı düzeltmek ve yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek istiyorsak yapılacak şey, kaçınılmaz olarak ikici olan, öznelerle ve nesnelerle ve bunların birbiriyle ilişkileriyle dolu olan politik ilişkiler üzerinde ya da başkalarının yapacağı şeylerle dolu olan programlar üzerinde konuşmak değildir. Bence bu tür bir yaklaşım sondan başlar ve bu sonu baş sanır. Politik programlar, ancak temeldeki toplumsal değerler sisteminin doğru olması durumunda etkili olabilecek, toplumsal niteliğin sonuç ürünleridir. Toplumsal değerlerin doğru olması için bireysel değerlerin doğru olması gerekir. Dünyayı düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve sonra onlardan çıkan iştir. Başkaları insanoğlunun yazgısını düzeltmekten söz edebilir. Ama ben salt motosikletin nasıl onarılacağından söz etmek istiyorum. Söyleyeceklerimin kalıcı değerinin de daha fazla olduğuna inanıyorum.
Başka insanların yaşamlarındaki küçük anların içinden, görünmeden geçiyoruz.
Eğer takılmadan bir fabrika kurmak ya da bir motosikleti tamir etmek ya da bir ulusu düzeltmek istiyorsanız klasik, ikici, özne-nesne bilgisi, gerekli olmasına karşın yeterli değildir. Yapacağınız şeyin niteliği ile ilgili bir duygunuzun da olması gerekir. Neyin iyi olduğu hakkında bir duyunuz olmalıdır. Sizi ileriye götüren budur. Bu duyu, onunla birlikte doğmuş olmanıza karşın, yalnızca birlikte doğduğunuz bir şey değildir. Geliştirebileceğiniz bir şeydir de. Bu salt sezgi değildir, yetenek ya da beceri ile de açıklanamaz. Bu, ikili mantığın geçmişte gizleme eğiliminde olduğu temel gerçeklikle, yani Nitelikle temasın dolaysız sonucudur.
Poincaré bazı kurallar koyar: Olguların bir hiyerarşisi vardır. Bir olgu ne denli genelse o denli önemlidir. Çok kez ortaya çıkan olgu, yeniden oluşma olasılığı az olana göre daha üstündür. Örneğin, yalnızca bireyler olsaydı, ama türler olmasaydı ve kalıtım, yavruları ana babalarına benzetmeseydi biyologlar bilim falan yapamazlardı.
Hangi olguların yeniden görünmesi olasıdır? Basit olguların. Nasıl anlayacağız? Basit görünenleri seçin. Ya bu basitlik gerçektir ya da karmaşık ögeler ayırt edilemez durumdadır. İlk durumda bu basit olayla yeniden, ya tek başına ya da karmaşık bir olgu içinde bir öge olarak karşılaşacağız büyük olasılıkla. İkinci durumda da olgunun yinelenme olasılığı büyüktür, çünkü doğa böyle durumları rastgele oluşturmaz.
Bir geometri ötekinden daha doğru olamaz; yalnızca daha uygun olabilir. Geometri doğru değildir, yararlıdır.
Eğitimsiz bir göz, dağa egoyu tatmin amacıyla tırmanma ile özgeci tırmanmayı aynı görür. Her iki tür tırmanıcı da bir ayağını ötekinin önüne atar. İkisi de aynı hızla soluk alıp verir. İkisi de yorulunca durur. İkisi de dinlenince devam eder. Oysa ne büyük fark vardır! Egocu tırmanıcı ayarsız bir alet gibidir. Ayağını ya çok çabuk ya da çok geç atar. Büyük olasılıkla, güneşin ağaçlar arasından geçişinin güzelliğini görmez. Adımlarının kötülüğü yorulduğunu gösterdiğinde durmaz. Yanlış zamanlarda dinlenir. Bir saniye önce bakıp da ileride ne olduğunu öğrendiği halde yukarılara bakıp ileride ne olduğunu görmeye çalışır. Koşulların gerektirdiğinden ya çok daha hızlı ya da çok daha yavaş gider ve konuştuğunda hep başka bir yerden, başka bir şeyden söz eder. Burdadır, ama burda değildir. Burasını reddeder, onunla mutlu değildir, daha yukarılara çıkmak ister, ama oraya vardığında da aynı şekilde mutsuz olur; çünkü artık orası da burası dır. Aradığı, istediği şey çevresinde vardır, ama çevresinde olduğu için onu istemez. Her adımı hem fiziksel hem ruhsal bir efordur, çünkü amacının dışta ve uzakta olduğunu düşler.
Phaedrus bir derste herkesin bir saat boyunca, başparmağının arkasını anlatan bir yazı yazmasını istedi. Başlangıçta hepsi ona gülerek baktılar, ama hepsi yazdı ve hiçbir şey bulamama dan yakınan bir tek kişi çıkmadı.
Bir başka sınıfta konuyu başparmaktan metal paraya çevirdi ve her öğrenciye bir saat yazdırdı. Öteki sınıflarda da aynısını uyguladı. Kimisi İki tarafını da yazalım mı? diye soruyordu. Bir kez doğrudan kendileri baktıklarında söylenecek şeylerin miktarının sınırsız olduğunu anlamışlardı. Ayrıca bu, kendilerine güven duymalarını sağlayan bir ödevdi, çünkü yazdıkları şeyler saçma gibi görünse de onların kendilerinindi, bir başkasınınkinin taklidi değildi. Metal para çalışmasını uyguladığı sınıflar daima daha sorunsuz ve daha ilgiliydi.
Fiziksel dağın, insanlar ve hedefleri arasında duran tinsel dağlarla alegorik ilintisini kurmak kolay ve doğaldır. Şu vadidekiler gibi, insanlar yaşamları boyunca tinsel dağları gördükleri halde asla bunlara tırmanmazlar, orada bulunmuş olanları dinlemekle yetinip zorluklardan kaçtıkları için hoşnutturlar. Bu dağlara yapılan kimi geziler de, hedefe giden en iyi ve en tehlikesiz yolları bilen deneyimli kılavuzlarla yapılır. Deneyimsiz ve güvensiz olanları ise kendi yollarını kendileri bulmaya kalkarlar. Bunların pek azı başarıya ulaşır, ama bazen kimileri yılmaz bir istencin, şansın ve inayetin sayesinde yolunu bulabilir. Bunlar, yol sayısının tek ya da sabit olmadığını ötekilerden daha iyi fark ederler. Ne kadar çok insan ruhu varsa o kadar da çok yol vardır.
Tümüyle güvenliğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarı n güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da başka türlü dogmalar ya da amaçlar için kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır.
Tüm Doğu dinlerinde büyük değer verilen ortak şey, ‘Sen busun’ doktrinidir; düşündüğün her şeyin sen olduğunu, anladığını düşündüğün her şeyin bir bütün olduğunu savunur. Bu bölünmemişliği tümüyle anlamak, aydınlanmak demektir.
Kant, gerçekliğin, doğrudan duyularca sağlanmayan yönleri olduğunu söyler. Bunlara önsel (a priori) der.
Önsel bilgiye bir örnek zaman dır. Zamanı göremezsiniz. Üstelik işitemez, kokusunu alamaz, tadamaz ya da dokunamazsınız. Alımlanan duyu verilerinde zaman yoktur. Zaman zihnin duyu verilerini alırken sağlamak zorunda olduğu bir sezgi dir.
Tüm bilginin duygularımız aracılığıyla geldiği kabil edilirse bundan çıkacak mantıksal sonuç Doğa nın da, Doğa Yasaları nın da bizim imgelemimizin ürünü olduğudur.
Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir.
Daha önce, bir zamanlar bilgi dünyasının tümü sandığı bilimin, ondan çok daha geniş ve çok daha genel kapsamlı felsefenin yalnızca bir dalı olduğunu fark etti. Bitmeyen hipotezler hakkında sorduğu sorular bilimin ilgi alanına girmemişti, çünkü bilimsel sorular değillerdi. Bilim, bilimsel yöntemi irdelemeye kalkarsa, bir kısır döngüye düşer ki bu da yanıtlarının geçerliliğini ortadan kaldırır. Onun sormuş olduğu sorular bilimin düzeyinden yüksekti.
Deli bir insana baktığınızda tüm gördüğünüz, onun deli olduğu hakkındaki kendi bilginizin bir yansımasıdır, yani bu onu hiç görmemektir. Onu görmek için, onun gördüğü şeyi görmeniz gerekir ve bir delinin gördüğünü görmeye çalışıyorsanız ona varacak tek yol dolaylı yoldur. Yoksa sizin kendi görüşleriniz yolu kapatır. Ona ulaşmak için, geçilebilir gördüğüm tek geçit ve gidecek tek yolumuz var.
.
Sadece gelecekteki bir amaç için yaşamak sığdır. Yaşamı sürdüren dağın tepeleri değil, yanlarıdır. İşlerin büyüdüğü yer burası.

Albert Einstein, Evrim, herhangi belirli bir anda, akla uygun yapılar içinden yalnızca birinin, daima ötekilerden kesinlikle üstün olduğunu kanıtladığını göstermiştir demişti. Ama bu, Phaedrus için inanılmaz derecede zayıf bir yanıttı. Herhangi belirli bir anda deyimi gerçekten sarsmıştı onu. Yoksa Einstein aslında hakikatin zamanın bir fonksiyonu olduğunu mu söylemek istemişti? Bunu söylemek tüm bilimin en temel varsayımlarını yok etmek oluyordu!
Ama işte, tüm bilim tarihi, eski olgulara dair sürekli yenilenen ve değişen açıklamaların öyküsüydü. Kalıcılık süresi tümüyle rastlantısal görünüyordu, Phaedrus, bunda bir düzen göremiyordu. Bazı bilimsel hakikatler yüzyıllar boyu sürer görünürken kimileri bir yıl bile sürmüyordu. Bilimsel hakikat sonsuza dek geçerli bir dogma değildi, başka şeyler gibi irdelenebilecek zamansal, niteliksel bir varlıktı.
Bilimsel hakikatleri irdeledi ve geçiciliklerini gösteren bariz örnekleri görerek daha da altüst oldu. Bilimsel hakikatlerin geçerlilik süresi bilimsel çabanın yoğunluğuyla ters orantılı görünüyordu. Yani yirminci yüzyılın bilimsel hakikatlerinin ömrü bir önceki yüzyıla göre çok daha kısa gibi görünüyor, çünkü günümüzde çok daha fazla bilimsel etkinlik var. Eğer gelecek yüzyılda bilimsel etkinlik on kat artarsa herhangi bir bilimsel hakikatin yaşam beklentisi belki de şimdikinin onda birine düşecektir. Mevcut hakikatin yaşam süresini kısaltan şey, onun yerini almak üzere sunulmuş hipotezlerin hacmidir; ne denli çok hipotez olursa hakikatin yaşam süresi o ölçüde kısalmaktadır. Ve son otuz-kırk yılda hipotezlerin sayısında ki artışın nedeni ise bilimsel yöntemin kendisinden başka bir şey değildir. Ne denli çok bakarsanız o ölçüde çok görürsünüz. Çokluk içinden bir hakikati seçmek yerine çokluğu büyütürsünüz. Bu mantıksal olarak şu anlama gelir: Bilimsel yöntemleri kullanarak, değişmez hakikate varmak için uğraştıkça aslında hiç de ona doğru gitmezsiniz. Ondan uzaklaşırsınız! Bu çeliş kinin nedeni bilimsel yöntemleri uygulamanızdır!
Bilim tapınağında birçok konak vardır, orada oturanlar da, onları oraya getiren güdüler de çeşit çeşittir.
Birçoğu bilime, üstün entelektüel güçlerinin keyfini çıkarmak için gelirler; parlak deneyimler ve ihtiraslarına doyum aradıkları, kendilerine özel bir spor gözüyle bakarlar bilime. Başka birçok kişi ise beyinlerinin ürünlerini salt faydacı amaçlarla bu altara sunmak için gelirler bu tapınağa. Tanrı’nın bir meleği gelip de bu iki kategoriye ait kişileri dışarı atsaydı tapınak büyük ölçüde boşalır, ama gene de içerde bugünden ve geçmişten bazı adamlar kalırdı Orada kovduğumuz tiplerden başka tip olmasaydı, içinde sürüngenlerden başka bir şey bulunmayan bir orman olmayacağı gibi, tapınak diye bir şey de olmazdı Meleğin onayladığı kişilerse biraz garip, iletişimsiz, gerçekte birbirlerine, kovulanlardan daha az benzeyen, yalnız tiplerdir. Onları bu tapınağa getiren şeyin ne olduğu sorusuna bir tek yanıt verilemez günlük yaşamın acı veren kabalığından ve umutsuz kasvetinden, kendi değişken arzularının prangasından kaçmak. İyi
huylu bir insan, kendisini hapseden gürültülü çevreden, gözlerin hâlâ temiz kalmış hava içinde özgürce gezindiği ve sonsuza dek kalmak üzere oluşmuş biçimleri sevecenlikle izlediği yüksek dağların sessizliğine kaçmayı özler.
Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da başka tür dogmalar ya da amaçlar için kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır.
Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle küçüktürler ki gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için göremezsiniz.
Hiçbir şeyin ne anlama geldiğiyle , ne olduğu kadar ilgilenmiyor. Nesnelere bakışındaki bu eksiklik hiç de önemsiz değil.
Alışılmadık davranışlar öteki insanlarda yabancılaşma yaratma eğilimindedir ki bu yabancılaşma da alışılmadık davranışları artırır ve böylece yabancılaşma, kendi kendine hızlanan daireler gibi, zirveye ulaşıncaya dek sürer.
Deli bir insana baktığınızda tüm gördüğünüz, onun deli olduğu hakkındaki kendi bilginizin bir yansımasıdır, yani bu onu hiç görmemektir. Onu görmek için, onun gördüğü şeyi görmeniz gerekir.
Bilimsel enformasyona ara sıra fanteziler katıp romantize ederseniz ya da özen göstermezseniz Doğa hemen sizi rezil eder.
Bilimsel yöntemin gerçek amacı, Doğa’nın, aslında bilmediğiniz bir şeyi bildiğinizi sanmanıza yol açarak sizi kandırmasına izin vermemektir.
Zaten bu acelecilik kahrolası bir yirminci yüzyıl tavrıdır. Bir konuda acele etmek istiyorsanız ona pek özen göstermiyor, başka şeye geçmek istiyorsunuz demektir.
.
Dünyayı iyileştirmenin yeri önce kişinin kendi yüreğinde, kafasında ve elindedir, sonra oradan dışarıya doğru çalışır.

.
Bilimsel yöntemin gerçek amacı, doğanın sizi gerçekten bilmediğiniz bir şeyi bildiğinizi sanıp yanıltmadığından emin olmaktır.

Başkalarında en çok kınadığımız, diye düşündü, kendimizdeki en büyük korkulardır.
(2) Dünya insan düşüncesi dışında yoktur. Tümüyle bir hayalettir ve antikçağda bir hayalet olarak bilinmiştir, içinde yaşadığımız kutsal dünya. Hayaletlerle yönetilmiştir. Gördüğümüz şeyleri görüyoruz, çünkü onları bize hayaletler gösteriyor, Musa’nın, İsa’nın, Buda’nın, Platon’un, Descartes’in, Rousseau’nun, Jefferson’ın, Lincoln’ın, falanın filanın hayaleti. Isaac Newton çok iyi bir hayalet. En iyilerinden biri. Senin sağduyun, bu hayaletlerin binlercesinin geçmişten gelen sesinden başka bir şey değil. Hayalet üstüne hayalet. Yaşayanlar arasında yerlerini almaya çalışan hayaletler.
(1) Doğa yasaları insanın icadıdır, hayaletler gibi. Mantığın, matematiğin yasaları da insanın icadıdır, hayaletler gibi. Tüm kutsal şeyler insanın icadıdır; bunların insanın icadı olmadığını savunan düşünceler de insanın icadıdır.
Onların orada yalnızca gezindikleri, ama birisinin ellerine somun anahtarı tutuşturduğu gibi bir izlenime kapılıyordunuz. O işin kimliği yoktu üstlerinde. Ben tamirciyim demiyorlardı. Saat 17’de ya da sekiz saatleri dolduğunda işi bırakacakları ve artık işleriyle ilgili hiçbir şey düşünmeyecekleri belliydi. Zaten çalışırken de yaptıkları işle ilgili herhangi bir düşünceye sahip olmamaya çalışıyorlardı.
Bizim gerçeklik olarak düşündüğümüz şey, önsel kavramların değişmez hiyerarşisinin öğeleri ile hep değişen duyu verilerinin sürekli bir sentezidir
Yolculuk etmek bazen,varmaktan daha iyidir.
Tümüyle güvendiğiniz bir şeye asla kendinizi adamazsınız. Kimse yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Çünkü güneşin yarın doğacağını herkes bilir. İnsanlar, politik ya da dinsel inançlar ya da başka tür dogmalar ya da amaçlar için kendilerini fanatikçe adıyorsa bunun nedeni daima, bu dogmaların ya da amaçların kuşkulu olmasıdır.
“Ve nedir iyi, Phaedrus,
ve nedir iyi olmayan-
Bunu söyleyecek birine ihtiyacımız var mı?”
Bazı şeylerin farkına varamazsınız, çünkü öyle küçüktürler ki gözünüzden kaçırırsınız. Ama bazı şeyleri de çok büyük olduğu için göremezsiniz.
Fiziksel rahatsızlık ancak ruhsal durum iyi olmadığında önem kazanır. Bu durumda, rahatsızlık yaratan şeye takarsınız, bu da sizi iyice rahatsız eder. Fakat ruhsal durumunuz iyiyse fiziksel rahatsızlık fazla bir anlam taşımaz.
Bu bataklıkları belki bin kez, fakat her seferinde sanki ilk kez gördüm.
İyi vakit geçirmek istiyoruz, fakat önem derecesi vurgulamasında iyi , vakit e ağır basıyor. Bunun yerini değiştirirseniz tüm yaklaşım değişir.
Motosikletle gezerken her şeyi, öteki araçlardayken gördüğünüzden tümüyle farklı görürsünüz.Arabayla gezerken hep kapalı bir yerdesinizdir ve alışık olduğunuzdan, araba penceresinden gördüklerinizin televizyondakilere benzediğini fark etmezsiniz. Pasif bir gözlemcisinizdir ve sizinle birlikte giden sıkıcı bir kafes içindesinizdir.
Motosiklette bir kafes yoktur. Her şeyle doğrudan temastasınızdır. Artık, izlemekten öte, sahnedesinizdir; bunu kuvvetle hissedersiniz. Ayağınızın on santim altında vızıldayan asfalt gerçektir, her zaman üzerinde yürüdüğünüz şeydir, oradadır; öyle flulaşır ki gözlerinizi üzerinde odaklayamazsınız, ama istediğiniz an ayağınızı aşağı indirip dokunabilirsiniz ve dolaysız bilinciniz hiçbir şeyi, hiçbir yaşantıyı kaçırmaz.
Gerçek, kapınızı çalıyor ve siz git buradan ben gerçeği arıyorum diyorsunuz ve o da gidiyor. Gerçekten garip.
“ kimse, nereye gittiğini bilmeyen kişi kadar yükseklere çıkamaz!”
Biz hepimiz, başkalarının hayaletlerini kibirle aşağılarız, ama kendimizinkileri cahilce, barbarca üstün tutarız.
“Yolculuk etmek bazen, varmaktan daha iyidir.”
Küçük çocuklar “yalnızca kendilerinin hoşlandıkları” şeyleri yap­mamaları için eğitilirler, peki neyi yapmaları istenir? Elbette! Baş­kalarının hoşlandıklarını. Kimdir bu başkaları? Ana-baba, öğretmenler, müfettişler, polisler, hakimler, memurlar, krallar, diktatörler. Tüm oto­riteler. “Yalnızca senin hoşlandığın” şeyi hor görmek üzere eğitilirsen, elbette başkalarının daha uysal bir uşağı -iyi bir köle- olursun. “Yal­nızca senin hoşlandığın” şeyi yapmamayı öğrenirsen Sistem seni sever.
Örneğin gözlerimizi kapadığımızda duyularımız bize dünyanın yok olduğunu söyler. Ama bu elenir gider ve asla bilincimize varmaz; çünkü kafamızda, dünyanın sürekliliği konusunda, önsel bir kavram vardır. Bizim gerçeklik olarak dü­şündüğümüz şey, önsel kavramların değişmez hiyerarşisinin öğeleri ile hep değişen duyu verilerinin sürekli bir sentezidir.
“Dertler asla bitmez, elbette. İnsanlar yaşadıkça mutsuzluk ve talihsizlikler de olacaktır; ama artık, daha önce var olmayan bir duygu var; üstelik şeylerin salt yüzeyinde değil ta içerilere dek nüfuz ediyor: Biz onu yendik. Artık daha iyi olacak. Böyle şeyleri anlayabiliyor insan.”
Fiziksel rahatsızlık ancak ruhsal durumun iyi olmadığında önem kazanır. Bu durumda rahatsızlık yaratan şeye takarsınız, bu da sizi iyice rahatsız eder. Fakat ruhsal durumunuz iyiyse fiziksel rahatsızlık bir anlam taşımaz.
“Çok karmaşık bir organik yapısı olan biz ileri organizmalar çevremize, birçok harika benzerlikler icat ederek tepki veririz. Yerleri ve gökleri, ağaçları, taşları ve okyanusları, tanrıları, müziği, sanatı, dili, felsefeyi, mühendisliği, uygarlığı ve bilimi icat ederiz. Bu benzerliklere gerçeklik deriz. Ve gerçekliktirler. Gerçek adına çocuklarımızı hipnotize eder, bunların gerçeklik olduğunu bilmelerini sağlarız. Bu benzerlikleri kabul etmeyeni akıl hastanesine atarız.”
“Dünyayı düzeltmenin yeri ilk olarak kendi yüreğimiz, kafamız ve ellerimiz ve sonra onlardan çıkan iştir”
“Kafa huzuru doğru değerler üretir, doğru değerler doğru düşünceler üretir. Doğru düşünceler doğru eylemler üretir ve doğru eylemler, merkezindeki huzuru başkalarının da görebileceği maddi yansımalar oluşturacak işler üretirler”
İyi huylu bir insan, kendisini hapseden gürültülü çevreden, gözlerin hâlâ temiz kalmış hava içinde özgürce gezindiği ve sonsuza dek kalmak üzere oluşmuş biçimleri sevecenlikle izlediği yüksek dağların ses­sizliğine kaçmayı özler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir