İçeriğe geç

Kutsal İnsan Kitap Alıntıları – Giorgio Agamben

Giorgio Agamben kitaplarından Kutsal İnsan kitap alıntıları sizlerle…

Kutsal İnsan Kitap Alıntıları

Kamp…..normal düzenin fiilen askıya alındığı bir mekânın sınırlarını çizmiş oluyor; sınırları çizilen masum görünüşlü bu mekânda, vahşetin yaşanıp yaşanmaması, hukuka değil; oranın geçici egemeni/hükümdarı olarak (örneğin yabancıların, hukuk otoriteleri olaya müdahale edene kadar zone d’attente’da tutulabildikleri dört gün boyunca oranın egemeni olarak) hareket eden polislerin uygarlık ve etik anlayışlarına bağlıdır.
Gerçekten de Führer bir nomos empsuchon idi, yani yaşayan bir kanundu. Bundan dolayıdır ki, liberal-demokratik Devleti tanımlayan kuvvetler ayrılığı burada-biçimsel olarak yürürlükte olsa bile-anlamını yitiriyor. Dolayısıyla da Adolf Eichmann gibi Führer’in sözlerini kanun gibi uygulamaktan başka bir şey yapmayan yetkililerin yargılanmasında, bu insanları normal hukuksal ölçülere göre yargılama zorluğu ortaya çıkıyor
Führer’in sözleri, daha sonra kural/kanun haline dönüştüren olgusal bir durum değil, kanunun ta kendisiydi; çünkü bu yaşayan bir kalıptı. Aynen bunun gibi, biyosiyasal beden de kuralın işaret ettiği atıl/etkisiz bir biyolojik önvarsayım değil, bu kuralın kendi geçerliliğinin hem kuralı hem de ölçütüydü; yani kendi geçerliliğini belirleyen gerçeği belirleyen bir hukuk kuralıydı.
Nasyonel sosyalistlerin ırk nosyonu gibi bir kavram, herhangi bir dışsal olguya/gerçeğe işaret etmeyip, bunun yerine doğrudan doğruya bir gerçek-hukuk çakışmasını gerçekleştiren (“ tehlike durumu” ya da “iyi ahlak”a benzer bir biçimde)genel bir hüküm işlevi görüyordu. Yargıç, memur ya da böyle bir nosyonla ilgisi olan hiç kimse, artık kendisini gerçek bir kurala ya da duruma göre ayarlamıyordu. Böyle bir insan, Alman halkı ve Führer aracılığıyla kendisini sadece ve yalnızca kendi ırkına bağlamakla, hayat ile siyaset, gerçeğin sorunları ile hukukun sorunları arasındaki ayrımın hiçbir anlamının kalmadığı bir [belirsizlik] mıntıka[sın]a kayıyordu.
Bugün sadece “belirsiz” hukuksal kavramlar var… Dolayısıyla da hukuk uygulamalarının tamamı iki arada bir dere de bulunuyor. Önümüzdeki yol bizi bir uçuruma sürüklüyor ve aynı zamanda da hâlâ yargıçların bağımsızlıklarının temeli olan, hukuksal kesinlik ve hukuka bağlılığın sağlam zemininden iyice uzaklaştırıyor. Anlamsızlığı çok önceleri ortaya konan ve aşılan biçimci hukuku hurafesine doğru giden arkamızdaki yol ise zaten gündeme alınacak bir yol değildir..
Ancak burada bizi asıl ilgilendiren şey şudur: modernliğe özel biyosiyasal ufukta, bir zamanlar sadece egemenin/ hükümdarın girebildiği bu metruk istisna alanına artık doktorlar ve bilimcilerin de girmesidir.
Kutsal hayat kurban edilemeyen fakat öldürülebilen hayattır
anlamı çözülemeyen bir Kutsal Kitap artık Kutsal Kitap değil hayatın kendisidir
Bu anlamda çağımız, halk arasındaki bölünmeyi aşmayı ve dışlanan halkı tamamen yok etmeyi hedefleyen amansız ve sistemli bir çabadan başka bir şey değildir. Bu çaba farklı kip ve ufuklarda birbirlerinden ayrı düşen Sağ ile Solu, kapitalist ülkeler ile sosyalist ülkeleri, tekvücut ve bölünmemiş bir halk yaratma projesinde —ki bu proje, son tahlilde nafile olan ama bütün sanayileşmiş ülkelerde kısmen gerçekleştirilen bir projedir— bir araya getiriyor.
“Halk” (“people”) teriminin siyasal anlamı üzerine yapılacak her yorum yolun başında şu gerçeği görmelidir: Modern Avrupa dillerinde “halk” aynı zamanda da daima yoksulun, mirassızların, ve dışlanmışların adıdır. Dolayısıyla tek bir terim hem belirleyici/kurucu siyasal özneye hem de hukuken olmasa bile fiilen siyasetten dışlanan sınıfa işaret ediyor.
‘Değeri belirleyen kişi’ diyordu Schmitt, ‘daima değersizliği de belirler. Değersizliğin belirlenmesi, değersizliğin yok edilmesi demektir.’
Totaliter devletlerin temel karakterlerini “hayatın siyasallaş(tırıl)ması” olarak tanımlayan ve aynı zamanda demokrasi ile totalitarizm arasında ilginç yakınlığa da işaret eden ilk yazar Karl Löwith’di.
Kutsallık, çağdaş siyasette hâlâ mevcut bulunan bir kaçış hattıdır; bu, gittikçe büyüyen ve karanlıklaşan mıntıkalara doğru yol alan ve en nihayetinde vatandaşların biyolojik hayatlarının kendisiyle çakışan bir hattır.
Yasaklamanın bu yapısının bugün içinde yaşadığımız siyasal ilişkilerde ve kamusal alanlarda da geçerli olduğunu görmemiz gerekiyor. Şehir (yaşamın)da, kutsal hayatın kovulması her türlü içsellikten daha içsel ve her türlü dışsallıktan daha dışsal bir şeydir…..
..bunu mümkün kılan tek şey; egemen iktidarın esas yapısını başından beri yasaklama ilişkisinin oluşturmasıdır.
Yasak(laman)ın gücü, esas itibariyle, bir şeyi kendi kendisine bırakmanın gücüdür, yani ilişki-dışı olduğu varsayılan bir şeyle ilişkisini sürdürmenin gücüdür. Yasaklanan şey/kişi, kendi ayrılığına terk ediliyor ve aynı zamanda da, kendisini terk edenin merhametine bırakılıyor (yani aynı anda hem dışlanıyor hem de içleniyor, aynı anda hem bırakılıyor hem de zapt ediliyor).
..yasaklama, tam da çıplak hayat ile egemen iktidarı bir araya getiriyor.
…Nasıl ki hukuk, egemen istisna durumunda, istisnai durum için, artık geçerli olmamakla ve bu durumdan çekilmekle geçerli oluyor; aynen bunun gibi homo sacer-kutsal insan da, kurban edilemezliğiyle Tanrı’ya ait oluyor ve öldürülebilir olmasıyla da topluma dahil ediliyor. Kutsal hayat, kurban edilemeyen fakat öldürülebilen hayattır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kavramların hayatında, doğrudan anlamlarını yitirdikleri ve dolayısıyla da, bütün boş terimler gibi, çelişkili anlamlara boğulabildikleri bir an vardır.
Egemen şiddet, aynı anda, hem yasa koyuyor (çünkü normalde yasak olan bir edime izin veriyor) hem de yasayı muhafaza ediyor ( çünkü bu yeni yasanın esası, eski yasanın korunmasından başka bir şey değildir). Yani şiddet ile hukuk arasındaki bu bağlantı her halükarda yaşatılıyor; bunların belirsizlik noktalarında bile.
Şurası açık ki, istisna durumunda uygulanan şiddet ne yasayı koruyor ne de sadece yasa koyuyor; bunun yerine, yasayı askıya almak (rafa kaldırmak) suretiyle muhafaza ediyor ve kendisini bunun dışında tutarak yasa koymuş oluyor.
…Ancak, egemenlik ilkesine yapılan itirazların en güçlüsü Melville’in Bartleby’ındaki,
“—mamayı tercih ederim” kalıbıyla, olma potansiyeli ile olmama potansiyelini birbirinden ayırma doğrultusundaki bütün olasılıklara direnen kâtiptir.
Doğal durum ile hukuksal durum arasındaki ilişkinin istisnai durumda nasıl bir biçim aldığını şekillerle göstermek istersek, başlangıçta birbirinden ayrı olan; fakat daha sonra, yani istisnai durumda, birbirinin içine geçen iki daire çizebiliriz. Zamanla istisnalar kural olmaya başlayınca bu iki daire birbirinden asla ayrıştırılamayacakları mutlak bir belirsizlik yaratacak şekilde iç içe geçiyorlar.
…egemen iktidar, içerideki ile dışarıdakini, doğa ile istisnayı ve physis ile nomos’u birbirinden ayırmanın imkansızlığından başka bir şey değildir. Nitekim istisnai durum, tam olarak, sadece istisna ile kuralın değil; aynı zamanda da doğal durum ile hukukun, dışarı ile içerinin birbirine geçtiği karmaşık bir topolojik vaziyet olarak zaman-uzamsal bir askıda olma hali değildir. Bu durum, tam da adaletin gözüne görünmemek için hep saklanmak zorunda olan ve dolayısıyla bizim de hep gözümüzün önünde tutmamız gereken söz konusu topolojik belirsizlik mıntıkasıdır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
…çünkü bilgi sadece karşıtlık bağlamında ortaya çıkabilen bir şeydir.
Genellikle, hukuksal-siyasal düzenin yapısının, dışarıya itilen şeylerin aynı zamanda içeride tutulduğu bir yapı olduğu göz­lemlenir. Nitekim, Gilles Deleııze ve Felix Guattari “Egemen­lik, sadece içine alabildiği şeylere hükmeder” (Deleuze ve Gu­attari, Mille plateaux, s. 445) diyebiliyor ( )
Eğer kişi gerçekten geneli araştırmak isti­yorsa öncelikle gerçek bir istisnayı aramalıdır.
İstisna, üyesi olduğu bütün tarafından içlenemeyen ve zaten her zaman içinde olduğu bütünün bir üyesi olamayan şeydir. Bu sınırsal figürün/unsurun karşımıza çıkardığı şey, üyelik ile içlenmeyi, dışarıdaki ile içeridekini, istisna ile kuralı birbirinden kesin biçimde ayırma yolundaki bütün girişimlerin karşılaştığı radikal krizdir.
İçinde yaşadığımız çağda, istisna durumu her geçen gün biraz daha temel siyasal yapı haline geliyor ve nihai anlamda da kural olmaya başlıyor.
Egemen iktidarın ortaya koy­duğu ilk etkinlik, biyosiyasal bir beden yaratmaktır.
Foucault’nun çalışmalarında hep var olan özelliklerden biri, iktidar sorununu hukuksal-kurumsal modeller (egemenliğin tanımlanması, Devlet teorisi) temelinde ele alan geleneksel yak­laşımı tamamen terk ederek, iktidarın, öznelerin ta bedenlerine ve hayat tarzlarına nüfuz ettiği somut yolları önyargısız analiz etmesiydi.
Foucault,“insanoğlu aynen Aristoteles’in tanımladığı gibi kaldı: Öteki canlılara ek olarak siyasal varoluş kapasitesi de bu­lunan bir hayvan. Modern insan, kendi siyasetini, canlı bir varlık bağlamındaki kendi varoluşunu sorgulayan bir hayvandır”
Dil, dışsallığın içsellik olduğu kadar içselliğin de dışsallık olduğu mükemmel bir şeydir. Dil, daimi bir istisna durumunda, hiçbir şeyin dilin dışında olmadığını ve dilin daima kendi kendisini aştığını ilan eden egemendir
Kural olmadan suç olmaz
hayatın güzel gün ünün vatandaşlığa kabul edilebilmesi, ya kan ve ölüm aracılığıyla ya da gösteri toplumunun kendisini mahkum ettiği mükemmel anlamsızlık içinde gerçekleşecektir
Hukuk tek basına hicbir seydir: hukukun özü,bir acidan bakildiğinda insan hayatinin ta kendisinde yatiyor.
Kutsal hayat, kurban edilemeyen fakat öldürülebilen hayattır.
Ölüler dünyasının tanrılarına adanan bir suçlu kutsaldır.
Hukukun kapısından içeri girmek istemeyen fakat bu kapının kapanmasına da izin vermeyen insanlara yazıklar olsun!
Herkül’den bildim ki
Ölümlü ve ölümsüz
Herkese egemen olan nomos(kanun)
En büyük şiddeti bile haklı kılan
En güçlü mercidir.
Demokrasi, hem de en yüksek noktasına ulaştığı ve bütün düşmanlarını nihayet alt ettiği bir zamanda, mutluluğu için varını yoğunu harcadığı zoé’yi ( tüm canlılar; insan, hayvan, tanrı ), tarihte eşi benzeri görülmemiş felaketlere sürüklenmekten neden kurtaramadı?
Egemenliğin paradoksu şu gerçeğe dayanıyor : Egemen(kişi) hukuk düzeninin aynı anda hem dışında hem içindedir.
Birisini yasaklamak herkesin bu insana kötülük yapabileceğini söylemek demektir.
Hukuk tek başına hiçbir şeydir; hukukun özü, bir açıdan bakıldığında, insan hayatının ta kendisinde yatıyor.
Egemenliğin paradoksu şu gerçeğe dayanıyor:Egemen kişi hukuk düzeninin aynı anda hem dışında hem de içindedir.
Kutsal hayat, kurban edilemeyen fakat öldürülebilen hayattır.
Alfred Ernout-Meillet’nin Dictionnaire étymologique de la langue latine’inin (1932) sacer maddesinde, tam da homo sacer’e gönderme yapılarak terimin “çifte anlam”ının olduğu doğrulanıyordu: “ Sacer, kirletmeksizin ya da kirlenmeksizin dokunulamayan kişilere ya da şeylere işaret ediyor; dolayısıyla da “kutsal” ya da “lanetli” (yaklaşık anlamıyla) olmak üzere iki anlamı bulunuyor. Ölüler dünyasının tanrılarına adanan bir suçlu kutsaldır (sacer esto: Yunanca agios ile karşılaştırın)” .
Eğer homo sacer murdar (Fowler: tabu) ya da tanrıların malı (Kerenyi) olan birisi ise o zaman bir insan nasıl oluyor da kendisi de kirlenmeden ya da kutsal olan şeylere saygısızlık etmeden homo sacer’i öldürebiliyor? Dahası, eğer homo sacer gerçekten ölüm cezasına çarptırılmış bir kurban ise ya da adanmış birisi ise, bu durumda bu kişinin emredilen infaz biçimleriyle öldürülmesi [kurban edilmesi] neden fos |caiz, meşru] değildir? O halde hem insani hukukun hem de ilahi hukukun dışında tutulan, öldürülebilme: fakat kurban edilememe statülerinin kesişiminde yer alan homo sacer ‘in hayatı nasıl bir hayattır?
Eğer gerçekten anayasama gücü ile anayasal güç arasındaki ayrıma bunun gerçek anlamını vermek istiyorsak, o zaman, anayasama gücü ile anayasal gücü iki farklı düzeye yerleştirmemiz gerekiyor. Anayasal güçler varlığım sadece Devletin içinde kazanıyor: Bunlar, zaten kurulu bulunan bir anayasal düzenden ayrı düşünülemeyecek şeyler olarak, gerçekliğini dışa vurdukları Devlet yapısına muhtaçtır. Anayasama gücü ise, Devletin dışımla bulunan bir şeydir. Bu güç, hiçbir şeyini Devlete borçlu olmayan ve Devletsiz var olan bir güçtür. Bu, suyu hiçbir şekilde bitirilemeyen bir pınardır. (Burdeau, Traité, s. 173)
“Bunun sonucunda ortaya çıkan şey, en sofistike siyasal teknikler kullanılarak başarılan, insanın hayvanlaştırılmasıdır. Bütün tarih boyunca ilk defa olarak sosyal bilimlerin önündeki imkânlar orta yere seriliyor ve aynı anda hem hayatı korumak hem de bir soykırıma yetki vermek mümkün oluyor”. Özellikle de bu açıdan bakıldığında, bir dizi amaca uygun teknoloji kullanmak suretiyle deyim yerindeyse kendisine gereken “uysal bedenleri yaratan söz konusu yeni biyo-iktidarın ulaştığı disiplinci denetim olmasaydı, kapitalizmin gelişimi ve zaferi mümkün olmayacaktı.
Kamplar, yeryüzü tarihinin en mutlak insanlık dışı koşullarının gerçekleştirildiği yerlerdir.
Her kim ki âşıktır, güvende ve kutsal ola.
Egemenlik sorunu, ‘Siyasal düzen içerisinde belli güçleri kim elinde bulunduruyor?’ sorusuna indirgeniyor ve dolayısıyla da siyasal düzenin kendi eşiği asla sorgulanmıyordu.
Bu kitabın baş kahramanı çıplak hayattır; yani öldürülebilen fakat kurban edilemeyen bir insan olan homo sacer’in (kutsal insanın) hayatıdır.
Ulus devlet sisteminde , insanların güya kutsal ve ellerinden alınamaz olan hakları, bir devletin vatandaşına ait haklar biçiminden çıktıkları anda ortada korumasız kalıyor ve gerçekliklerini yitiriyorlar.
Bugün bütün toplumlar ve bütün kültürler (bunların demokratik ya da totaliter, muhafazakâr ya da ilerici olmaları fark etmiyor), hukukun (hukukla kastettiğimiz şey, ister Yahudilerin Tevrat’ı, ister Müslümanların Şeriatı, ister Hıristiyanların dogması ve isterse de seküler nomos olsun, düzenleyici biçimiyle bir geleneğin tam metnidir) tam bir “ Hiçbir Şey Olarak Vahiy” olarak yürürlükte olduğu bir meşruiyet krizinin içinde bulunuyor.
Tanrı’ya atfedilen bütün sıfatları olum suçluyor ve askıya alıyor.
Bununla birlikte, negatif ilahiyat, ilahiyatın dışında değildir ve gerçekten de ilahiyat diye bir şeyin olanaklılığını sağlayan temel ilke olma işlevi gördüğü söylenebilir. Tanrısallık yalnızca negatif biçimde, mümkün olan bütün yüklemlerin dışında var olan şey olarak varsayıldığı için bir yüklemin öznesi olabilir.
1. Orijinallilk siyasal ilişki yasaklama ilişkisidir (dışarı ile içeri, dışlama ile içleme arasındaki belirsizlik mıntıkası olarak istisna durumudur),
2. Egemen iktidarın temel etkinliği, siyasetin orijinal unsuru olarak, doğa ile kültürün, zoe ile bios’un eklemlendiği eşik ola­rak çıplak hayatı üretmektir.
3. Bugün, Batı’nın temel biyosiyasal paradigması şehir değil; kamptır
ölüm anını tanımlamalıyız bu bunu yapmak için de bir zamanlar yapıldığı gibi, cesedin katılaşmasına ya da daha da kötüsü, çürüme emarelerine değil: sadece beyin ölümüne bakmalıyız Bu. Faux vivant’a müdahalenin önünü açacaktır. Bunu yalnızca Devlet ya­pabilir ve yapmalıdır da
Öjenik yasalarının neden Nasyonal Sosyalist rejimin çıkar­dığı ilk yasalar arasında yer aldığını anlayabilmemiz için mese­leye bu perspektiften bakmamız gerekiyor. 14 Temmuz 1933 tarihinde, yani Hitler’in iktidara gelişinden sadece birkaç hafta sonra, “kalıtımsal hastalıkların önünün kesilmesi”ne dair yasa yürürlüğe kondu. Buna göre “kalıtımsal bir hastalığı bulunanlar, kendilerinden olacak çocuklarda da bedensel ya da zihinsel ciddi kalıtımsal bozukluklara rastlanacağına dair tıbbi kanıtlar olduğu takdirde cerrahi bir operasyon ile kısırlaştırılabilecekler”di. 18 Ekim 1933 tarihinde, “Alman halkının kalıtımsal sağlığının ko­runması” için, öjenik yasaları hukuki evlilikleri de içine alacak şekilde genişletiliyordu. Buna göre:
Şu durumlarda evlilik yapılamaz:
(1) Nişanlılardan herhangi birinin, eşleri ya da çocuklarını ciddi şekilde tehdit eden bir bulaşıcı hastalığı varsa;
(2) Nişanlılardan herhangi biri engelli/özürlüyse ya da geçici olarak bir hastanenin gözetimi altındaysa;
(3) Nişanlılardan herhangi birinde, gözetim altında olmamasına rağmen, ulusal toplum için is­tenmeyen bir evlilik doğurabilecek bir akıl hastalığı varsa;
(4) Nişan­lılardan herhangi birinde. 14 Temmuz 1933 tarihli yasada belirtilen kalıtımsal hastalıklardan biri bulunuyors
1. Dünya Savaşı’ndan bu yana doğum-ulus bağ(lantıs)ı, ulus-devlet içindeki meşruiyet sağlama işlevini yerine getire­mez oldu ve bu iki terim önü alınamaz bir biçimde birbirinden kopmaya başladı. Bu perspektiften bakıldığında, buradaki en önemli iki fenomenden biri, Avrupa’daki mültecilerin ve dev­letsiz insanların sayısındaki büyük artıştır (kısa bir zaman dilimi içinde 1.500.000 Beyaz Rus, 700.000 Ermeni, 500.000 Bulgar. 1.000.000 Yunanlı ve yüzbinlerce Alman, Macar ve Rumen yurtlarından edildiler). İkinci önemli fenomen ise şudur: Aynı zaman dilimi içinde pek çok Avrupa ülkesi, kendi ülkelerinde yaşayan insanların büyük bir kısmını toplu olarak vatandaşlıktan ve milliyetten çıkarmak için hukuksal düzenlemelere gitti. Hukuk düzenine böyle dü­zenlemeler koymanın ilk örneği 1915 yılında Fransa’da, “düş­man” soyundan olup da vatandaşlık verilen insanlara yönelik olarak gerçekleşti. 1922 yılında Belçika, Fransa örneğinin pe­şinden giderek, savaş sırasında “ulusa karşı” eylemlerde bulunan vatandaşların vatandaşlığını iptal etti. 1926 yılında (İtalya’daki) faşist rejim, “İtalyan vatandaşlığını hak etmediklerini göstermiş olan vatandaşlar için benzer bir yasa çıkardı. Bu kervana 1933 yılında da Avusturya katıldı. En nihayet Reich vatandaşlığı ve “Alman kanı ve onurunun korunması”na dair Nuremberg yasaları bu [genel] süreci en uç noktasına taşıdı; Nuremberg yasalarına göre vatandaşlık, insanın kendisinin bunu hak ettiğini kanıtlaması gereken ve dolayısıyla da sürekli sorgulanabilen bir şeydi. Nazilerin “Nihai Çözüm” sürecinde titizlikle uydukları çok az kuraldan biri de şuydu: Yahudiler, toplama kamplarına, ancak tamamen milliyetten çıkarıldıktan (Nuremberg yasala­rından sonra geriye kalan bakiye vatandaşlıktan da çıkarıldık­tan) sonra gönderilebiliyordu.
İnsanoğlu binlerce yıl aynen Aristoteles’in tanımladığı gibi kaldı: Siyasal varoluş kapasitesi de bulunan bir hayvan. Modern insan, kendi siyaseti, canlı bir varlık bağla­mındaki kendi varoluşunu sorgulayan bir hayvandır. Ancak Foucault, sadece, eski dünyadan modern dünyaya geçiş süre­cinde bireylerin bir yandan kendi kendilerini özneleştirmelerini, öte yandan da kendi kendilerini dışsal bir denetimin gücüne bağlamalarını sağlayarak kendi benliklerini nesneleştirmelerini doğuran “özneleş(tir)me süreçleri”ni araştırmak­la yetindi. Doğurabileceği beklentilerin aksine, Foucault bu bağlamdaki içgörülerini, hiçbir zaman, modern biyosiyasetin pekâlâ örnek mekânları olarak ortaya çıkabilecek olan şeyle, yani 20. yüzyılın büyük totaliter devletlerinin siyasetle­riyle bağlantılandırmadı. Hastaneler ve hapishanelerdeki grand infermement’ın[büyük kapatılmanın] yeniden tanımlanmasıyla başlayan araştırmaların sonunda toplama kamplarının analizi yapılmadı.
Yasak(lama), egemen istisnanın iki kutbunu bir araya getiren ve aynı anda hem çekme hem de itme [edimi]nin gücüdür: [Bu iki kutup] çıplak hayat ile ikti­dar, homo sacer ile hükümdardır. İşte sadece bunun sayesindedir ki; yasaklama hem egemenliğin nişanlarına hem de toplumdan kovulmaya işaret edebiliyor.
Her normal insan sadece bir defa gömülür: tıpkı sadece bir defa öl­düğü gibi. Ancak Antonius döneminde, adanan imparator iki defa yakılıyordu, ilk olarak in corpore |cesedi| ve İkincisinde de in effîgie [balmumu modeli] imparatorun cesedi törenlerle fakat resmi olma­yan bir biçim de yakılıyor ve cesedinden kalanlar mozoleye konuyor­du. Bu noktada halkın matemi genellikle sona eriyordu Ancak Antonius Pius’un kendisi öldüğü zaman cenazesinde her şey teamül­lerin dışında yürütüldü. Burada lustitium (halkın matemi) tim da ke­miklerin gömülüşünün ardından başladı. Daha önce cesetten kalanların katafalka konmasıyla birlikte de resmi cenaze işlemi başla­mıştı! Bu fınus publicum [halkın katıldığı cenaze töreni], Dio ve Herodian’ın daha sonraki adamalara ilişkin geçtikleri kayıdardan öğ­rendiğimize göre, ölen hükümdarın bedeninin taklidi olarak yapılan balmumu modeli ilgilendiriyordu . Dio, bizzat tanık olduğu bir olayda, bir kölenin, hüküm dar modelinin yüzündeki sinekleri uzaklaştırmak için yelpaze salladığını, daha sonra ise Septimus Severus’un modele veda öpücüğü kondurduğunu anlatıyor. Herodian ise, Septi­mus Severus’un putuna yedi gün sarayda hasta bir insan olarak bakıl­dığını, doktorların gelip gittiğini, klinik raporlar hazırlandığını ve en sonunda da ölüm teşhisinin konduğunu kaydediyor. Bütün bunlar hiçbir kuşku bırakmıyor: “Her şeyiyle” ölen insana “benzeyen ve ölen insanın elbiseleri giydirilerek resmi yatağına yatırılan bu balmu­mu model, bu ve belki de başka sihirli törenlerle, canı bu balmumu modele aktarılan imparatorun kendisidir.
Kutsal hayat, kurban edilemeyen fakat öldürülebilen hayattır.
Ezilenlerin geleneği bize şunu öğ­retiyor: İçinde yaşadığımız ‘istisna durumu’ kuralın ta kendisidir. Bizim, bu gerçeğe tekabül eden bir tarih kavramına ulaşmamız gerekiyor. İşte o zaman, gerçek istisnai durumu yaratmak görev olarak karşımıza çıkacaktır
Çağımızın hâkim olamadığın yasaklamayı en iyi betimleyen şey, Kafka’nın romanındaki hukukun statüsü için Scholem’in söy­lediği bu sözlerdir. Sonuçta, egemen yasaklamanın yapısı, yürür­lükte olan; fakat anlamı olmayan bir yasanın yapısı değilse nedir? Bugün yeryüzünün her tarafında insanlar, artık sadece içerikle­rinin “sıfır noktası”nda yaşayan ve insanları tam bir terk etme ilişkisi biçiminde içlerine alan bir hukuk ve geleneğin yasakla­ması altında yaşıyor.
Onun [Robespierre] istediği şey asla sadece bir “Üstün Varlık” (ki bu, kendisine ait bir terim değildi) değildi; onun istediği, kendisinin “Ölümsüz Yasayıcı” dediği ve farklı bir bağlamda ise “sürekli Adalete başvurma” adını verdiği şeydi. Robespierre, Fransız Devrimi’nin te­rimleriyle, ne halkın ve ne de Devrimin kendisinin genel iradesiyle özdeşleştirilemeyecek, daimi ve aşkın bir otorite kaynağı istiyordu. Bununla hedeflediği şey, mutlak bir Egemenliğin -Black stone’un “despotik iktidar”ı -egemenliği ulusa bağışlaması ve mutlak bir Ölümsüzlüğün, cumhuriyete, ölümsüzlük olmasa bile, en azından bi­raz ömür/süreklilik ve istikrar getirmesiydi
Ey Perseus, bunları aklından çıkarma ve
Adalet dağıtırken şiddeti unut
Zeus insanlara şu nomos’u bıraktı:
Birbirlerini yemek Balıklar, yabani hayvanlar ve kanatlı kuşlar içindir
Çünkü aralarında Dike yoktur
Halbuki Zeus insanlara çok daha iyisini. Dike’yi bıraktı.
Hukuk istisnalardan besleniyor; istisnasız hukuk battaldır. Bu anlamda hukuk aslında tek başına var olmayan, insanların hayatıyla bir­likte var olan” bir şeydir. Egemenin kararı, dışarı ile içeri, dış­lama ile içleme, nomos ile pyhsis arasındaki bu belirsizlik eşiğini belirliyor ve bu eşiği zaman zaman yeniliyor. Hayat, bu eşikte, ta en başından beri hukukun istisnası olan bir şeydir. Egemenin kararı, kararlaştırılamayanın konumlandırılmasıdır.
İstisna dışlamadır
İstisna, bir sınıfa dahil edilemeyen şeydir. İstisna genel kodlamayı ka­bul etmez; fakat aynı zamanda özellikle hukukun resmi bir unsurunu, yani kararın mutlaklığını ortaya koyar. İstisna, hukuk kurallarının ge­çerli olabileceği bir durumun yaratılması söz konusu olduğunda mut­lak haliyle ortaya çıkar. Her genel kural, kendisinin gerçekten uygulanabileceği ve kendi düzenlemelerine uyacak bir gündelik ha­yat çerçevesi talep eder. Kurallar homojen bir ortam gerektirir. Gün­delik hayattaki bu gerçek düzenlilik, hukuk-bilimcilerin göz ardı edebilecekleri niteliksiz bir “dışsal önvarsayım” değildir. Bu kuralın içkin geçerliliğine ait bir niteliktir. Kaosa uygulanabilecek hiçbir ku­ral yoktur. Hukuk düzeninin anlamlı olabilmesi için düzenin tesis edilmesi gerekir. Düzenli bir durum yaratılmalıdır; işte egem en, böy­ le bir durumun gerçekte etkin olup olmadığına tek başına karar veren kişidir. Bürün yasalar “durumsal yasa”lardır. Egemen, söz konusu du­rumu bir bütün olarak ve her şeyiyle yaratan ve garanti eden kişidir. Nihai karar üzerinde tekel sahibidir. Nitekim, aslında hukuksal olarak tam karşılığı, yaptırım ve kural koyma tekeli değil de. “tekel” sözcü­ğünün genel anlamda alındığı ve duruma göre geliştirileceği bir olgu olarak hüküm karar verme tekeli olması gereken Devlet egemenliği­nin özüde burada yatıyor. Devlet otoritesinin özünü en açık biçim de ifşa eden şey hüküm (verme)dir. Burada hüküm verme, hukuksal dü­zenlemeden ayırt edilmeli ve (paradoksal bir ifadeyle) otorite, yasa koymak içiıı yasalara ihtiyaç duymadığını ispat etm elidir İstisna, ni­zami durumdan daha ilginçtir. İkincisi hiçbir şeyi kanıtlamaz; halbuki istisna her şeyin kanıtıdır. İstisna sadece kuralı teyit etmiyor; tam ola­rak, kural istisnaimi yüzü suyu hürmetine var oluyor. 19. yüzyılda bile teolojik düşüncenin içerdiği hayati yoğunluğu gösteren bir Protestan ilahiyatçısı şöyle diyordu: “İstisna, genel (durum)u ve kendi kendisini açıklıyor. Eğer kişi gerçekten geneli araştırmak isti­yorsa öncelikle gerçek bir istisnayı aramalıdır. İstisna, her şeyi genelin kendisinden çok daha iyi açıklıyor. Kişi, bir süre sonra, genel hakkın­ da yürütülen bitmez tükenmez tartışmalardan tiksiniyor; halbuki is­tisnalar var. Eğer istisnalar açıklanamazsa o zaman genel de açıklanamaz. Çoğunlukla buradaki zorluğun farkına varılmıyor; çün­kü genel üzerinde tutkuyla değil, rahat bir bolluk içinde düşünülüyor. Halbuki istisna, geneli yoğun bir tutkuyla düşünüyor.
İnsanların kalitesinin sorgulanması, insan ırkına ait ol­mayı neredeyse tamamen biyolojik bir değer yapıyor

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir