İçeriğe geç

Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması Kitap Alıntıları – Marshall Sahlins

Marshall Sahlins kitaplarından Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması kitap alıntıları sizlerle…

Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması Kitap Alıntıları

Benim çıkardığım naçizane sonuç, Batı medeniyetinin sapkın ve hatalı bir insan doğası anlayışı üzerine kurulu olduğudur. Afedersiniz, özür dilerim, ama hepsi büyük bir hataydı.
yolumuza çıkan herkesi harcamak ve böylece toplumsal varoluşumuzu tehdit etmek pahasına karşı konulmaz bir insan doğası tarafından çıkarımızı gözetmeye mahkum ediligimiz doğru değildir.
Insanlar kendilerini ancak toplumsal koşullar içinde bireyselleştirirler.
Evet, ne olursa olsun: İnsan doğası düzen biçimine de bürünebiliyor, kargaşa biçimine de. Kültürel biçim de olabiliyor, onun doğal karşıtı da. Karşımıza açıkça görünür şekilde de çıkabiliyor, aldatıcı şekilde kendini daha yüzeysel şeylerin ardına gizleyerek de. Bunların hepsi insan doğasıdır. İnsan doğasına aykırı hareket ederek tek şeyin yine insan doğası olarak tanımlandığı, kaybetme riskinin olmadığı bir tarih yazımıdır bu. Böylelikle insan doğası, dünya tarihinin rakipsiz ağır siklet şampiyonu haline gelir.
Şayet insanlar kendi varoluşlarını kontrol edebilselerdi, asla ölmezlerdi.
Yemin etmek, yemini bozmanın getireceği faydalar karşısında bir güvence oluşturmaz.
Oscar Wilde’ın profesörler için söylediği gibi, bu kişiler cehaletlerini uzun süren araştırmalarına borçludur.
Antik Dönem felsefelerimiz ve modern bilimlerimizde söylendiği gibi, yolumuza çıkan herkesi harcamak ve böylece toplumsal varoluşumuzu tehdit etmek pahasına, karşı konulmaz bir insan doğası tarafından çıkarımızı gözetmeye mahkum edildiğimiz doğru değildir.
Adam Smith, Ahlaki Duygular Teorisi’nde ölümden sonra artık tadını çıkaramayacakları bir şan şöhret elde etmek için hayatlarından bile isteye vazgeçen, ölümün getireceği şan şöhreti hayallerinde canlandırarak bundan memnuniyet duyan insanların olduğunu gözlemler.
Cinsel arzular, münasip partnerlerin, fırsatların, tarihlerin, mekanların ve bedensel pratiklerin yerel düzeyde nasıl şekillendiğine bağlı olarak çeşitli yollarla ifade edilir ve bastırılır. Türümüze özgü cinselliğimizi düşünülebilecek her türlü yolla yüceltiriz. Bunların arasında, cinsel ilişkiden uzak durmanın içerdiği daha yüksek değerler adına cinselliğin aşkınlaştırılması da vardır. bu örnek, sembolik düzenlerde ölümsüzlüğe ulaşmanın bencil gen in gizemli hünerinden daha cazip yolları olduğunun da bir kanıtıdır.
Marx’a göre, ne iyi ne kötü olarak dünyaya gelen insanlar kendilerini, verili tarihsel koşullarda gelişen toplumsal faaliyet içinde oluştururlar.
Adam Ferguson özgür iradenin geleneksel savunusunun, yani günah işleyemezsek ahlaki failliğin anlamsız olacağı şeklindeki alışılageldik argümanın ötesine geçiyordu. Ona göre, insan tam anlamıyla toplumsal bir hayvandı; ama insan doğasının, toplumdan önce gelmesi veya ondan sorumlu olması anlamında değil, tam da toplum içinde oluşması anlamında savunuyordu bunu.
Tanrı, Adem’e şöyle der:
Diğer bütün mahlukların doğası bizim koyduğumuz yasalar çerçevesinde belirlendi ve sınırlandırıldı. Sen ise aksine, bu sınırlardan azade kılındın. Sen, seni gözetimine verdiğimiz özgür iradenle, kendi doğana mahsus özellikleri bizzat oluşturabilirsin Seni ne cennete ne dünyaya ait, ne ölümlü ne de ölümsüz bir mahluk olarak yarattık ki, kendi varlığının özgür ve onurlu şekillendiricisi olarak istediğin gibi kendine şekil verebilesin. Daha aşağı, vahşi yaşam biçimlerine alçalmak veya tekrar ilahi bir yaşamı olan daha üst mertebelere yükselmek senin elinde olacak.
Fiji halkının anlayışı, insan doğasının belirli bir kültürel şemayı idrak etme ve uygulama kapasitesi üzerinde temellenen bir ‘oluş’ olduğudur: İnsan doğası, her daim var olan bir varlıktan ziyade, bir ‘oluş’tur.
Clifford Geertz’in tespit ettiği gibi, sonunda yalnızca bir tek hayat yaşasak da, binlerce farklı hayat sürecek bir donanıma sahibiz. Bu ise ancak, biyolojik ihtiyaçlar ve güdülerin, onları hayata geçirecek olan tikel araçları belirlemesiyle mümkün olabilir. Biyoloji, belirlenmiş bir belirleyicidir.
Kültür, homo sapiens’ten daha eskidir, çok çok daha eskidir. Kültür, insan türünün biyolojik gelişiminin temel bir koşuluydu. İnsan soyunda kültüre ilişkin kanıtlar bundan yaklaşık üç milyon yıl öncesine kadar uzanır; halbuki bugünkü insan formu olsa olsa birkaç yüz bin yıl yaşındadır.
Aslında, bizimki (Batı) dışında, antropolojinin incelediği pek az toplum, çocukların doğuştan gelen anti-sosyal eğilimlerinin ehlileştirilmesini, onların toplumsallaşmasıyla ilgili bir mesele olarak görür. Aksine, insan türünün paylaştığı ortalama yaygın görüşe göre, toplumsallık insanın doğal durumudur. Neredeyse şöyle diyesim geliyor: Toplumsallık genelde doğuştan gelen bir özellik olarak görülür.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Freud, Augustinus’un İtiraflar’daki şayet bebekler masumsa, bir zarar verme istencinin olmayışından değil, güçsüzlükten ileri gelir tespitini onaylardı.
Şayet insanın gerçekten de toplum-öncesi, anti-sosyal hayvani bir eğilimi varsa, nasıl oldu da çok sayıda halk bu eğilimden bihaber kalabildi ve cahilliklerini anlatabilecek kadar uzun süre yaşayabildi? Bu halkların pek çoğu, genlerimiz, bedenlerimiz ve kültürümüzde alttan alta iş gördüğü varsayılan hayvansılık şöyle dursun, hayvan olma mefhumuna bile sahip değil. Bu halklar, sözüm ona doğa yla bu denli yakın ilişki içinde yaşamalarına rağmen, ne içlerindeki hayvanlık durumunun ayırdına varmış ne de bu durumla kültürel bakımdan baş etme zorunluluğu hissetmişlerdir; hayret!
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Halihazırdaki Evrimci Psikoloji’yle doruğa çıkan hayvansılığımıza ilişkin yeni-Darwinci bilimler, insan türünün hayvanları öldürerek hayatta kaldığı uzun tarihi boyunca uyarlayıcı bulduğu vahşetten genetik olarak hala mustarip olduğumuzu iddia ediyor. Oysa etnografik kanıtlar, avcılığın genel olarak savaşmaktan ziyade sevişmekle alakalı olduğunu ortaya koyuyor.
Burada, yabani veya evcil, çok çeşitli hayvan türlerini doğaları itibariyle insan sayan halklardan söz ediyoruz. Onların gözünde bu hayvanlar, insani bir düzeni olan kendi toplumlarında yaşarlar; insanlarla aralarındaki bedensel farklar öze ilişkin değil, yüzeyseldir ve hatta böylelikle insan görümüne dönüşebilirler. Aynı şekilde insanların da hayvan formuna büründüğü ve hayvan topluluklarında yaşadığı düşünülür.
John Locke’un mirasçısı olan bizler için bilginin kaynağı, fiziksel bir dünyadaki olaylara ilişkin duyumsal deneyimlerimizdir. Dunne-za halkı içinse olaylar, onların düşlerde, söylencelerde ve benzeri deneyimlerdeki bilgisinden kaynaklanır; daha Platoncu bir epistemoloji.
Hıristiyanlık (tıpkı kendisinden önceki Musevilik gibi) doğaya tapınmayı lanetleyerek kendini putperestlik ten ayırmış, aşkın bir kutsallık teolojisi ve tümüyle maddi bir dünya ontolojisiyle baş başa kalmıştı. Tanrı dünyayı yoktan yarattığından, doğa günahlardan arındırıcı manevi bir değerden yoksundu.
Ben-sevgisinin tamamen doğal bir şey olduğu fikri, son zamanlarda bir genetik belirlenimcilik dalgasıyla pekiştirildi. Bu belirlenimcilik türü, sosyobiyologların bencil gen ini ve evrimci biyologların yeniden canlanan Sosyal Darvinciliğini öne çıkardı. üstelik, genlerin kendi avantajlarını azamileştirme yönündeki varsayımsal doğal eğilimleriyle açıklanamayan ne kadar kültürel özellik varsa, iktisatçıların rasyonel seçim teorisiyle açıklanabiliyor.
Helvetius, Baron d’Holbach, Le Mettrie ve takipçilerine göre, ihtiyaçlar ve açgözlülük insanları anarşiye sürüklemek yerine, onları bir toplum haline getirmişti. Özçıkar, düşmanlık değil dostluk getiriyordu. Helvetius’un unutulmaz düsturunda olduğu gibi: aimer c’est avoir besoin; yani sevmek, ihtiyaç duymaktır . Buna göre, insanlar başkalarıyla kendilerine fayda sağlamak için, amaçlarını gerçekleştirmenin bir aracı olarak ilişki kurarlar.
La Rochefoucauld’un 1664 tarihli Maxims (Düsturlar) eserinde Erdemlerimiz kılık değiştirmiş kötülüklerden başka bir şey değildir deniyordu.
Edmund Burke, soydan geçen krallığı savunurken, ülkenin bünyesini en değerli ailevi bağlarımızla sarmalayan; temel yasalarımızı, ailevi duygularımızın sıcaklığına uyarlayan [soydan geçen krallık], yönetim biçimimize kan bağına dayalı bir ilişki imgesi katıyor diyordu.
Öznellik açısından bakıldığında, milliyetçiliğin, akrabalığın siyasi bir biçimi olduğu söylenebilir.
Alexander Hamilton, ulusal hükümetin faaliyetini yurttaşların benliğine değin taşıması , bireylerin umut ve korkularına dolaysız olarak seslenebilmesi ve insan yüreğine en kuvvetli tesiri yapan tutkuların desteğini kazanabilmesi gerektiğini söylerken, belki de bu talebinde yeni bir şey bulunduğunu düşünüyordu. Burada yeni olan, kusursuz bir milliyetçilikti. Hamilton’a göre, ulus insanların yaşamına, onların en derin duygularının nesnesi (yoksa özne si mi?) olarak sızmalıdır; böylece insanlar ulusu bu şekilde bünyelerine dahil ettiklerinden, kendilerinin de ulusun bünyesine dahil edildiklerini görürler.
Gelişmekte olan kapitalizmle daha uyumlu seçenek, Adam Smith’in Amerikan Devrimi’nin hemen öncesinde gündeme getirdiği alternatifti. Her birey sadece kendi çıkarına odaklanırsa, sanki bir Görünmez El varmış gibi kolektif çıkara doğal olarak hizmet edilmiş olacaktır.
John Adams’ın formülünü tekrar edersek: Gücün karşısına güç, çıkarın karşısına çıkar konulmalı; ihtiraslara, çıkarlara ve güce ancak ihtiraslar, çıkarlar ve güç karşı koyabilir.
Kurucu Atalar, doğası itibariyle doymak bilmeyen bir özçıkar karşısında korkuya kapılıyor, diğer yandan ise mülk sahibi ve girişimci şahsiyetler olarak, böylesi bir özçıkarı Anayasa’ya yazmayı arzuluyorlardı.
Her ne kadar egemenliğin halkta olduğu genel kabul görse de, halkın yönetmemesi gerektiği şu ya da bu ölçüde uygun bulunan bir durumdu.
Bu varlıklı kişiler (Kurucu Atalar), hükümetin birincil amacının mülkiyetin muhafaza edilmesi olduğu konusunda Madison (ve John Locke) ile rahatlıkla hemfikir olabilirlerdi.
Kurucu Atalar’ın ortak görüşüne gelince, Hofstadter’e bakılırsa, hepsinin gözünde insan, özçıkarını düşünen bir atom du.
Hükümet, tıpkı bir giysi gibi, yitirilmiş masumiyetin alametidir; kralların sarayları, cennetin çardaklarının harabeleri üzerinde yükselir diyen Tom Paine Toplum ihtiyaçlarımız, hükümet ise fenalığımız nedeniyle meydana gelmiştir görüşünü de benimsiyordu.
Hofstadter, Horace White’ın şu görüşünü destekler: Birleşik Devletler, Hobbes’un felsefesi ile Calvin’in dini üzerine; diğer bir deyişle insanlığın doğal durumunun savaş olduğu ve insan zihninin de doğası itibariyle iyi ile çeliştiği varsayımı üzerine kurulmuştur.
Amerikan Cumhuriyeti, insan doğasına ilişkin genellikle ve spesifik olarak Hobbesçu denilen karamsar ve düşmanca bir algı üzerine kurulmuştu.
İç savaşın Amerika’ya dair imalarından söz eden Adams şöyle yazıyordu: İnsan doğası, uzun zaman önce Yunanlılarda olduğu gibi şimdi de, ölçü ve itidalle, sabır ve basiret göstererek ya da öfke ve çılgınlığa kapılmadan devrimler yapma kapasitesine sahip değildir.
Yemin etmek, yemini bozmanın getireceği faydalar karşısında bir güvence oluşturmaz.
Cumhuriyetin idaresinde kullandığımız anayasa gerçekten de tüm yurttaşların özgürlüğü ve eşitliği için tasarlanmıştır Bize hükmeden tek bir adamın hakimiyeti altında tir tir titremiyoruz; birkaç kişinin yönetiminin kölesi de değiliz. Bizim özgürlüğümüz herkes için eşittir; sadece yasalar tarafından sınırlandırılmıştır ve insanlardan duyulan korkudan azadedir. Devlet görevine gelme ve yükselme umudu herkes için aynıdır Şehrimiz, yurttaşlardan erdem ve dürüstlük bekler. Bu iki özelliğe sahip herkesin cumhuriyeti yönetebilecek kadar asil olduğu düşünülür.

[Floransalı Leonardo Bruni (1370-1444)]

Aziz Thomas, mülkiyet bölünmesine yol açan doğal hukuk değil, insanın oluşturduğu düzendir demişti. Büyük ölçüde insan yapımı olan ve masumiyet durumuyla kıyaslandığında ahlaken daha düşük değerde olan krallık da böylelikle eşitlikçi bir eleştiriye açık hale geliyordu. Tanrı başlangıçta insanları özgür ve eşit yaratırken niyeti böyle cezalandırıcı bir kurum tesis etmek değildi. Bu tahayyül, Ortaçağ’a özgün hiyerarşi rejiminin içinde ta en başından beri ortaya çıkmayı bekleyen özgür, eşitlikçi bir cumhuriyet olduğunu ortaya koyuyor.
Aquinas’ın gözünde, insanlar ancak yeterli sayıda bir araya gelerek geçimlerini sağlayabilirdi ve bu anlamda, toplum doğal bir şeydi. İnsanlar ne tek başlarına ne de aileler halinde kendi başlarının çaresine bakabilirlerdi.
Aristoteles polis’in kurulmasının biricik nedeninin, yurttaşlarının genel olarak iyi bir yaşam sürmesi olduğunu düşünüyor ve polis’in oluşumunun altında herhangi bir tikel veya doğrudan fayda olduğunu açıkça reddediyordu.
Aziz Thomas, insanların polis’te bir araya gelmesinin maddi varoluşlarının zorunlu bir aracı olduğunu vurgulayarak Aristoteles’in insan siyasi bir hayvandır biçimindeki düsturunu büyük ölçüde ekonomik bir işleve indirgemişti.
Her ne kadar insanın insanın rasyonel ruhu aşağı konumlardaki arzulara gem vurmak gibi doğal bir eğilim içinde olsa da, Aristoteles, bunun için ruhun eğitilmesi gerektiğini savunmuştu. Oysa şiddetli arzularla dolu olan ruh, doğası gereği ve kendiliğinden bir eğilimle doymak bilmez bir yapıdaydı. Aristoteles Politika’da, arzuların bir sınırı yoktur diye yazıyor ve insanların çoğu yaşamlarını, arzularını doyurmaya çalışmakla geçirirler diyordu. Dolayısıyla, insan doğası itibariyle toplumsal bir varlık olabilirdi, ama açıkça görüldüğü gibi bu doğal olarak toplumsallaşacağı anlamına gelmiyordu.
Wycliffe, Aristotelesçi bir alternatif önermişti: Devletin yönetim sisteminde, halk madde, kral ise biçimdir [formdur]. Bu yaklaşım, Aristotelesçi olmayan bir önermeyi, insanların doğaları gereği düzenden yoksun oldukları sonucunu içermekle birlikte, kralı münasip biçimde düzenleyici ilke haline getiriyordu.
Aquinas, krallığı konu alan incelemesinde, şeyler bir birlik içinde düzenlenmişse, orada daima bir şey diğerlerine hükmediyordur önermesinden yola çıkarak, cennette olduğu gibi dünya üzerindeki her yerde monarşiyi keşfetmişti.
Daha pragmatik bir çerçevede Dante’nin Monarchia’sı, evrensel krallık düşüncesini, insanın açgözlülüğünün etkisizleştirilmesine dair o alışıldık gerekçeye dayanarak savunuyordu: Şayet insanlar gem ve dizginlerle kontrol altına alınmasaydı, atlar gibi dört bir yana dağılırlardı.
Salisburyli John, 12. yüzyılın ortasında kaleme aldığı siyasi bir incelemede, hükümdar prensten ilahi haşmetin dünya üzerindeki belirli bir sureti diye bahsediyordu.
Şehri yöneticilerinden mahrum bırakırsanız, birbirini ısırıp parçalayan hayvanlarınkinden bile daha irrasyonel bir yaşam süreriz.

(John Chrysostum)

Paul Riceour, Batı kozmogonisinin bu konudaki benzersizliğini şöyle açıklar: Batı kozmogonisinde kötülük ne öteden beri var olan bir koşul ne de ilahi bir gücün planlayıp yönettiği bir trajedidir; kötülükten yalnızca kendini memnun etmek için Tanrı’ya karşı gelen insan, kendini beğenmiş insan sorumludur.
Ortaçağ’dan modern zamanlara kadar toplum devamlı surette, doğamızda var olan bencilliğin zorunlu ve dizginleyici bir panzehiri olarak görüldü. Üstelik bencillik denen bu fenalığın müsebbibi bizzat insanın kendisidir.
Peki ya doğal özçıkar? İnsanlığın büyük kısmı için, bizim anladığımız haliyle özçıkar normatif anlamda olmayan, anormal bir şeydir: Kendi çıkarına düşkünlük, delilik, büyücülük eseri bir şey olarak görülür veya kişinin toplumdan dışlanması, infaz edilmesi veya en azından tedavi görmesi için bir gerekçe işlevi görür.
İnsanların, akrabalarıyla birlikte simgesel anlamda öldükleri çok sayıda toplum da vardır: Bu simgesel ölüm, sadece kendi kendini yaralamak suretiyle değil, kişilerin normal toplumsal birey olma durumunu yadsıyan yas pratikleriyle toplumdan uzaklaşmalarıyla da gerçekleşir: inzivaya çekilme, kıyafetlerin yırtılması, kişinin kendisine yıkanma yasağı koyması vs. Bu pratiklerin evrensel nitelikte olduğunu iddia etmiyorum, ama yeterince fazla örnekte insanların tek başına ölmediklerini görüyoruz. Ölüm de paylaşılan bir gerçektir.
Maurice Lienhardt, Yeni Kaledonyalılarla ilgili olarak Deneyim kişiler arasında yayılıyordu demiş ve şöyle devam etmişti: Deneyim, bireye özgü bir şey olarak görülmüyordu. Akrabaları ahlaki ya da dinsel kuralları çiğnedi diye insanlar hasta olurlar.
Akrabalığa dayalı topluluklarda beden, toplumsal bir bedendir; diğerlerinin duygudaşlığı, ilgisi ve sorumluluğunun konusu olduğu gibi, bir karşılıklılık içinde diğerlerinin refahına da hasredilmiştir.
Klasik burjuva bireyciliğinden farklı olarak beden, bireyin özel malı değildir. Anne Becker, Fiji halkından söz ederken, Beden, onu besleyen ve onunla ilgilenen mikro-topluluğunun sorumluluğundadır diye yazar.
Ne var ki bütün bu sevgi ve karşılıklı yardım etiğine rağmen, aynı insanlar dan ya da kendi insanları ndan müteşekkil bir akraba grubu, kendi kendine üreyemez. Çünkü ensest tabusu, bu grubu gerekli üreme kapasitesinden mahrum bırakır ve grubun, bu ihtiyacı karşılayan dışarıdaki başka insanlara bağımlı olmasını buyurur. Bu grubun üyelerini başkalarının hanesine aktaran evlilik mübadeleleri, yaşam güçlerinin dolaşıma girmesini sağlar. Böylelikle başkalarıyla, farklılığa dayalı yaşamsal akrabalık bağları kurulur ve tamamlayıcı varlıklar olarak çocukları yaratan ittifaklar oluşturulur.
Etnologlar, insanların çok çeşitli ilkelerden yola çıkarak aynılığa dayalı dayanışmacı bir akrabalık tesis ettiğini söylüyorlar: Bu ilkeler, varlığın karşılıklılığını oluşturmanın başka yollarının yanı sıra, aynı meskeni paylaşmayı, ortak bir tarihe sahip olmayı, ortak arazi haklarına sahip olmayı, hediye değiş tokuşunu, gıda tedarik etmeyi ve ortak belleği kapsar. Sosyo-biyolojinin bu konudaki sabuklamaları bir yana, akraba ilişkilerinin belirlenmesinin mutlaka soy olgusu üzerine temellenmediğini ve akraba olarak bilinenlerin bedensel özdeşliğini hiçbir şekilde gerektirmediğini söylemeye gerek bile yok.
Yalnızca aynı soydan gelenlerin akrabalığını öne çıkardığı için Aristoteles’in akrabalık mefhumu eksikti.
Aristoteles’e göre akrabalar, aynı varlığın kendini farklı öznelerde göstermesidir. Örneğin çocuklar, ebeveynlerinin öteki benlikleridir; erkek kardeşler, kuzenler ve diğer akrabalar, farklı derecelerde de olsa, birbirlerine ait olan insanlardır.
Hem Platon hem de Augustinus insanlık için en uygun toplum tarzı olarak Hawaii tipi geniş bir akrabalık sistemini formüle etmişlerdi: Augustinus bir aile olarak insanlık anlayışının, Tanrı’nın emrettiği, orijinal toplumsal düzen olduğunu ileri sürüyordu. Platon ise bu insanlık ailesi anlayışının, ütopik Cumhuriyetinde aydınlanmış sınıflar arasındaki ideal sivil toplum olduğunu savunmuştu.
İnsan doğası diye adlandırmaktan hoşlandığımız şey, çoğunlukla yetişkin (burjuva) erkeklerin eğilimlerinden ibarettir. İnsan doğası diye bu eğilimleri dikkate alırken, bunu, büyük ölçüde kadınları, çocukları ve yaşlıları dışlama pahasına yapıyoruz ve insanın sosyalliğinin tek evrensel ilkesini, yani akrabalığı da nispeten ihmal etmiş oluyoruz.
Bencil tutkular toplumsal tutkulardan daha güçlüdür. Bu tutkular, kendi zihninin doğal duygularına tabi olan, dışarıdan başka hiçbir güç tarafından kısıtlanmamış ve denetim altına alınmamış her insanda daima baskın çıkacaktır.
J. Adams
Ellerinde olsa bütün insanlar despot olurdu.
– J. Adams
Kısacası, insan doğası bir kez aklına bir şey yapmayı koydu mu, onu yapmasını önlemek imkansızdır; önlenebileceğini düşünmek büyük bir budalalıktan başka bir şey değildir. Ne yasanın zoruyla önlenebilir ne de ne olursa olsun başka bir caydırıcı güçle.

Atinalı Diodotus

Bir başka ‘nomos-physis’ (doğa-kültür) permütasyonunda ise Tukidides kültürün, her an yıkıcı bir hiddetle ortaya çıkmaya hazır çıkarcı bir insan doğasını gizleme işlevi gören bir iyilikseverlik maskesi olduğunu söyler.
Tukidedes’in ‘Peleponez Savaşlarının Tarihi’, şeytani doğa-kırılgan kültür ikiliğinin aldığı en güçlü biçimleri sunar.
(Gorgias diyaloğunda) Kallikles’e göre, ister hayvanlardan, ister devletlerden, isterse insan ırkından bahsediyor olalım, doğa, güçlünün zayıf olan, donanımlı olanın donanımsız olan ve daha yeteneklinin yeteneksiz olan üzerinde üstünlük kurmasının doğru olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.
Protagoras’ın, insandaki adalet ve karşılıklı saygı duygusunun, Tanrı’nın yardımıyla, insanların anti-sosyal eğilimlerini dizginleyeceğine duyduğu inançtan farklı olarak, bahis konusu ettiğimiz argümanlar çoğunlukla son derece sinikti. Bunların uç örneklerinden biri, ‘Devlet’te Trasimakhos’un güçlü olan haklıdır tarzındaki çıkışıdır: Trasimakhos burada, doğru dediğimiz şey, güçlünün avantajından başka bir şey değildir iddiasını ortaya atar. Bu argümana göre, toplumun kendi yapısı itibariyle, en güçlü grubun özçıkarının doğrudan yansımasıdır; bu en güçlü grubun demokrasilerdeki gibi çoğunluk, oligarşilerdeki gibi azınlık yahut despotlardaki gibi tek kişi olması bir şey değiştirmez. Yine aynı şekilde hatip Lysias şöyle der: Akılda tutulması gereken ilk şey, hiçbir insanın doğası gereği oligark veya demokrat olmadığıdır; herkes kendine yarar getirecek türde bir anayasa oluşturmak için çabalar. burada içerilen sonuç, toplumun, insanlar en önemli çıkarlarının peşinde koşarken süzülerek tortu olarak kalan düzenlemelerden başka bir şey olmadığı şeklindeki Benthamcı ilkeyle benzerlik gösterir.
Doğanın hakiki, kültürünse sahte olduğu fikri, burada fazla basitleştirerek Rousseaucu ve Hobbesçu diye andığım birbirini tamamlayan uzun süreli antropoloji akımlarını teşvik eder. Bu iki antropoloji akımı da doğayı kültüre üstün tutar, bununla birlikte doğal olana karşıt anlamlar yükler.
‘Nomos-physis’ ikiciliğinin olası bütün permütasyonları arasında, Rouesseaucu saf doğa-yoz kültür anlayışı da vardır İnsanın Cennet’ten kovularak kötülüğe batması, insanın cennet Bahçesi’ndeki ilk durumunu hatırlattığı ölçüde, bu Rousseaucu anlayış, karşıtı Hobbesçu anlayışın yanı sıra paylaşılageldi.
(Antik Yunan’da) 5. yüzyılda ‘physis’ (doğa) ile ‘nomos’a (görenek/kültür) ilişkin bazı tartışmaların sonucunda , toplum ile doğa birbirlerinin karşıtı olarak tanımlandı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir