Ali Kuzu kitaplarından Atatürk Din Düşmanı Değildi kitap alıntıları sizlerle…
Atatürk Din Düşmanı Değildi Kitap Alıntıları
“Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz. En gerçek, en doğru tarikat uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir ve gereklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.”
Bu görev bizzat Atatürk tarafından Mehmet Akif Ersoy’a ve Elmalılı Hamdi Yazır’a verilmiştir. Ancak Mehmet Akif Ersoy, Kur’an’ın Türkçeye çevrildikten sonra ibadette de Türkçe olarak uygulamaya konulacağı endişesi ve çevredekilerin baskısıyla bu görevinden istifa etmiştir.
Köyde öğretmen olarak yalnız bir Müslüman hoca ile köyün papazı vardı ki bunların arasında da fazla bir fark yoktu. Mustafa’yı sırasıyla ikisine de yolladılar. Ama Mustafa kendisine yabancı olan Rumcayı sevmedi, Hıristiyan çocuklarının soğuk davranışları da gururunu incitti.
Kısa bir süre de hocaya gittikten sonra “Ben medresede okumam.” diye diretti. Zübeyde Hanım ona özel bir öğretmen buldu ama üç gün sonra Mustafa, adamın bilgisiz olduğunu ileri sürerek ondan ders almayı reddetti. Arkasından bir komşu kadın ders verme önerisinde bulundu. Mustafa bunu da “Bir kadından ders almam.” diye geri çevirdi.
Ölmüş gibi düşünsek bile bu vatan ölmez, zira dünyanın sırtı bu tabutun büyüklüğünü çekemez.”
Atatürk, din karşıtı birisi olsaydı Kur’an meal ve tefsirine, hadislerin açıklanıp şerh edilmesine, hutbelerin Türkçe okunmasına bu kadar önem verir, bunlar için özel ödenek ayırır mıydı hiç? Bunları düşünmemiz gerekir. Onun için de okumamız, araştırmamız ve her söylenene kulak asmamamız gerekir.
Şu tepeye bana küçük ve güzel bir mezar yapılabilir, dört yanı ve üstü kapalı olmasın! Esen rüzgarlar bana yurdumun her yanından haber getirir gibi kabrimin üstünde dolaşsın.
Kapısına gençliğe hitabem yazılsın. O, tepenin olduğu yer yol uğrağıdır. Her geçen, her zaman dua okusun!”
Atatürk oruç tutmasa bile, oruç tutan halkın ibadetine çok önem verir, çok saygı gösterirdi. Dine, dindara ve Müslüman’ın ibadetine saygılıydı.
Atatürk Türkiye’sinin “dinsel aydınlanmayı” bu icraatlarını görmezlikten gelen zihniyet sahipleri, Osmanlı Devleti’nde 15. yüzyıldan itibaren basılan dinî eserlerin sayısını merak
edip araştırma ihtiyacı duymuş olsalardı, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Atatürk’ü daha iyi anlayacaklar ve takdir edeceklerdi.
Atatürk’ün İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme ettirmiş olması, Kur’an’ın mantığına da uygundur. Atatürk Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettirerek, yüzyıllardır ihmal edilmiş bir Kur’an hükmünü, “Biz onu anlaşılsın diye indirdik”i uygulamıştır.
Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkan, devlet kurumlarının henüz yeni oluşturulduğu, birçok maddi sıkıntılar içerisinde, Atatürk’ün emriyle TBMM’nin Kur’an tefsiri ve 12 ciltlik hadis tercümesinin yapılmasına karar alması, Türkiye’de din hizmetleri için tarihsel bir adımdır.
Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin ahkâmını eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir.
Milletimiz dil ve din gibi kuvvetli iki hazineye sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamayacaktır ve alamaz.”
“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanın emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı. değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz, kasta ve fiile dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere fırsat vermeyeceğiz.
Fuat, şunu asla unutma ki bir gün dinin gösteriş haline getirilmesine son vermedikçe bu millet daha çok sıkıntı çeker; daha çok sefil olur.
Laiklik, bu bakımdan Türkiye’de yalnız din ile devletin ayrılması demek değildir, özgür düşünceyle de düşünmek demektir.
Atatürk, şuna inanıyordu; bir gün, eskisi gibi dünya Türk’ün olacak. Adalet ne, barış ne, cennet ne, insanlar o zaman görecek.
Adamlar, Mason localarını kapattığı için Atatürk’ü biz öldürdük. Önce vurmayı düşündük, sonra başaramamaktan korktuk, onun çevresini kuşattık, güvenini sağladık, sonra da hedefimize ulaştık diyor; Atatürkçüler susuyor, pısıyor…
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Atatürk’ü, yaptığı işlerle tanımak güçtür; onu, yaşadığı hayat ve düşündüğü şeylerin maddi ölçülere sığmayan yüksek felsefesi ile tanımalıyız.
Bütün İslam milletleri üzerinde ulvî vazife-i ruhaniyesini ifa eden yegane halife fikri hakikatten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Fakat tarihe gelelim, gerçeği tetkik edelim, Araplar Bağdat’ta bir hilafet tesis ettiler fakat Cordou’da bir hilafet daha vücuda getirdiler. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini asla tanımadılar.
Peygamberimiz tilmizlerine dünya milletlerine İslamiyet’i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir. Hilafet demek, idare, hükümet demektir.
“Şu bilinsin ki biz ecnebilere karşı herhangi düşmanca bir his beslemediğimiz gibi onlarla samimi ilişkide bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır. Ecnebiler memleketimize gelsinler, bize zarar vermemek, hürriyetlerimizi müşkülat çıkartılmasına çalışmamak şartıyla burada daima kabul göreceklerdir.”
“Bizi yanlış yola sevk eden habisler, bilirsiniz ki büyük ölçüde din perdesine bürünmüşler, saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar.
16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağı
“Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır.
21 Şubat 1925 tarihinde de TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi görüşülürken, hutbelerin Türkçe okunması konusunda konuşmalar yapılmıştır. 1927 yılında hutbelerin Türkçe okunması emrini M. Rıfat Börekçizade vermiş, 1932 yılından itibaren de Türkiye’de tüm camilerde hutbeler Türkçe okutulmuştur.
hutbeyi yapanların sahip olmaları gereken bilimsel nitelik, özel yeterlik ve dünyadaki olayların durumunu anlama yeteneği önem taşımaktadır. Bütün vaiz ve hatiplerin bu bilince yararlı olacak surette yetiştirilmesine Şeri’ye Vekaleti’nin güç harcayacağını umarım.
Laiklik yani fikir ve vicdan hürriyeti, bütün devrimlerimizin temeli, ruhu, özü hatta kaynağıdır.
Laik olmayan bir devlet, demokrat olamaz çünkü demokrasinin ilk şartı, fikir ve vicdan hürriyetidir.
Laik olmayan ulusun bağımsızlığının da bir anlamı yoktur. Çünkü bayrağı hür fakat fikir ve vicdanı tutsak bir ulus, acınacak bir topluluktan başka bir şey değildir.
“Fikirler manasız, mantıksız safsatalarla dolu olursa, o fikirler hastadır. Keza içtimai hayat, akıl ve mantıkla ilgisi olmayan faydasız ve zararlı birtakım akideler ve ananelerle dolu olursa felce uğrar. Evvela fikir ve içtimaiyat kuvvetlerinin kaynaklarını temizlemekle işe başlamak lazımdır.”
Atatürk çıkarcıların, cahillerin ve yobazların elinde bir kazanç aracı, bir hurafeler, batıl inanışlar dolabı haline gelmiş, yüzyıllardır her türlü ileri atılıma, ileri düşünceye engel olan dinin çürümüş, bozulmuş zevahiri ile savaştı. Atatürk dinle değil, din adına oynanan trajedi ile din adına ulusu medeniyet dünyasından ayıran, ulusu cahil bırakan, geri bırakan, yoksul bırakan kafa ile düşünce ile inanışla savaştı.
“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin ahkâmını eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir.”
“Milletimiz dil ve din gibi kuvvetli iki hazineye sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamayacaktır ve alamaz.”
“Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum.”
Mustafa Kemal Atatürk
Atatürk, yeni cumhuriyetin başına gelen her musibetin arkasında yabancıların eli olduğundan, bu elin ucunda da Mason parmağı bulunduğundan elbette ki haberdardı. 1924’te Lozan’da Musul’u kaybetmemiz, Kürt isyanları gibi sıkıntılar, hep Türk devletinin ne yapacağını Mason uşaklarından öğrenen yabancı devletlerin, duruma daha önceden hâkim olmasından kaynaklanmıştı. Türkiye çok sıkıntılı anlar yaşamıştı. Atatürk biliyordu ki iyi Mason ancak “Masonluğunu unutan Mason’dur!”
İngiltere’deki İskoç büyük locası, Atatürk’e “zahmetsiz yol”dan 33. Derece Masonluk ve “rit hâkimliği” unvanı verilmesini kararlaştırmış, bu karar Türkiye Masonları Yüksek Şurası’na dikte edilmişti!.. Şuranın dileği de Dr. Fikret ve Mehmet Cemal Uybadın beyler tarafından Atatürk’e iletilmişti. Atatürk’ün cevabı kısa ve kesin olmuştu:
“Böyle bir teklifi duymamış olayım!..”
Mason Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Köy Enstitülerini Masonik felsefeyi topluma empoze etme aracı olarak kullanmak istiyordu. Yani Şükrü Kaya’ya göre Masonluk ile Halkevleri aynı felsefenin temsilcileriydi. Halkevleri projesi ilerleyen yıllarda geliştirilmiş ve “Köy Enstitüleri” adıyla daha da geniş ve kapsamlı bir program başlatılmıştı.
1935 yılında, Atatürk, Mason localarını yerinde bir kararla kapattığında ise Masonlar kendilerine ilginç bir teselli buldular. Ülkedeki en yüksek dereceli Masonlardan biri olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Mason localarının kapatılması kararını basına açıklarken, Halkevlerinin Mason localarının işlevini yerine getirdiğini ve bu yüzden Mason localarının kapatılmasında bir sakınca görmediklerini söylüyordu.
Halkevlerinin kuruluşunda tüm yetki, birçok masum insanın asılmasından sorumlu olan Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Mason Reisi Dr. Reşit Galip’e verilmişti. Dr. Galip, Halkevlerinin açılışı ile ilgili TBMM’de yapmış olduğu konuşmada İslam dininin Türkiye için yol gösterici olamayacağını iddia etmişti.
Cumhuriyetin kurulmasının ardından Masonlar, CHP kadroları içinde örgütlenmeye başladılar. Atatürk, 1935 yılında, bu Masonik örgütlenmenin farkına vararak locaları kapatma kararı aldı.
Örneğin II. Abdülhamid’in hal’inden sonra iş başına gelen hükümetin Maliye Bakanı Cavid Bey, Mustafa Kemal döneminde idam edilmiştir. Bu sürtüşmenin sebebi Masonların ve Dönmelerin kontrolü tümüyle ellerine alma çabası içine girmiş olmalarıdır.
Yahudiler, cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ve ilk yıllarında yürüttükleri lobi faaliyetleriyle önemli köşebaşlarını tutmayı başardılar. Bu köşebaşlarını tutmaları onların sonraki dönemlerdeki lobi faaliyetlerini kolaylaştırdı.
Örneğin, önceleri İstanbul’un Mahmutpaşa semtinde ve Kapalıçarşı’da tezgahtarlık yapan Vitali Hakko, Şapka Kanunu sayesinde büyük kazançlar elde etmiş ve bugün tekstil ve konfeksiyon sanayisi alanında bir dev haline gelmiştir.
Cumhuriyet yönetimi, bazı Yahudilerin ekonomik alanda ilerlemelerine ve bu alanda önemli birtakım pazarları kapmalarına da fırsat tanıdı. Ayrıca siyasi ve sosyal alandaki bazı reformlar ekonomik alanda atak yapmaya çalışan bazı Yahudilerin işlerini kolaylaştırdı.
Fuat, şunu asla unutma ki bir gün dinin gösteriş haline getirilmesine son vermedikçe bu millet daha çok sıkıntı çeker; daha çok sefil olur.”
Zübeyde Hanım, atalarının geleneksel inançlarına körü körüne bağlı, beş vakit namazında sofu bir kadındı. Gerek kendi ailesi, gerek kocasının ailesi içinde hacılar bulunmasıyla övünürdü. Mustafa’nın da onların yolunu izlemesini, hafız hatta hoca olmasını istiyordu.
Uzun yıllar sonra Mustafa, çocukluğundaki bu durumu şöyle anlatacaktır:
“Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe gitme meselesine dairdir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu.
Kızkardeşi Makbule, bir gün Mustafa Kemal’e: ‘Yörük ne demektir?” diye sordu.
Mustafa Kemal, gülerek; “Yürüyen Türk demektir.” cevabını verdi.
Dine bağlanan âdet ve gelenekler, özgür düşünceyi demirden bir çember gibi çevirmişti. Her şeyi dine bağlamak zihniyeti cumhuriyet devrine kadar sürdü.” Laiklik, bu bakımdan Türkiye’de yalnız din ile devletin ayrılması demek değildir, özgür düşünceyle de düşünmek demektir.
Fetva alınamadığı için matbaanın yurdumuza sokulması 300 yıl kadar gecikmiştir. Aynı şekilde, paratonerlerin minarelere konulmasına da karşı çıkılmıştır.
1831 yılında veba gibi korkunç ve öldürücü bir hastalık Türkiye’nin sınırlarına dayanmıştır.
Hükümet, bu öldürücü salgın hastalığa karşı halkı korumak için gemilerin karantina altına alınmasına karar verir.
Fakat tutucular: “Bu bir bid’attır; Karantina denilen şey Frenk âdetidir. Ehl-i İslam dininde buna riayet caiz değildir.” diye başkaldırırlar.
Şimdiki Amerika’nın uygulamaya çalıştığı “Büyük Ortadoğu Projesi” de aynı projedir. İblislerden oluşan ve şeytana tapan sapık topluluğun amacı, “tek din, tek dil, tek bayrak esasına dayalı, sınırların kaldırıldığı tek düzeyli dünya krallığına sahip olmak.” Unutmayın! Dünyada Yahudi ırkından daha gizemli, daha ilginç, daha ölümcül bir ırk yoktur. Bu ırkın hakkından da yine o küçük gördükleri Türk ırkı gelecektir.
Mason locaları, 1948 yılında, “İnönü’nün emri ve Celal Bayar’ın desteği ile” tekrar faaliyete geçtiler. Halkevlerine devredilen mallarını da geri aldılar
Yunanistan’da yayınlanan 1 Ağustos 1948 tarih ve 685 sayılı “Laiki Foni” gazetesine ve O gazetede ‘Atatürk’ü biz zehirledik’ diyen, zamanın kıdemli komünisti 33. derece Mason Benaroysan’ın hayatına ulaşmak Atatürkçü bir Genelkurmay için, TBMM için, Atatürkçülüğü kimseye bırakmayan emekli generaller için hiç de zor olmasa gerek
Atatürk’ün Mahmut Esat Bozkurt’u çağırtıp bu Mason Locaları ile ilgili gündem dışı konuşma yapıp “hemen bunu kapatmamız lazım” demesinden sonra Atatürk’ün adeta idam fermanına son imza atılmıştır.
Atatürk’ün Mason localarını kapatmasından sonra Masonlarla savaş yeniden başlıyor. Atatürk öldükten sonra Mason locaları yeniden açılıyor.
Atatürk, adeta inanılmaz ölçüde olumsuz koşullar içinde, dünyanın en güçlü devletlerine karşı bağımsızlık bayrağını açmış ve emperyalist güçleri dize getirmiş, ülkesini tam bağımsızlığa kavuşturan milli bir kahramandı. Bu niteliği ile o, esaret altındaki Asya ve Afrika ülkeleri için bir yol gösterici, bir ümit ışığı haline gelmişti.
Meclis Dualarla Açıldı
Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılacağı 23 Nisan 1920 cuma günü, yurdumuzun her köşesinde milli ve dinî törenler yapılması maksadıyla uzun bir program hazırlamış ve bu büyük tarih olayının bütün milletimize yüksek bir heyecanla duyurulması hususunda bir tamim yayınlamıştır.
Yayınlanan bu tamimde, meclisin açılışının, özellikle kutsal gün olan cuma günü yapılacağı, manevi bir güç sağlaması bakımından Hacı Bayram Veli Camii’nde kılınacak cuma namazını müteakip Kur’an-ı Kerim okunup dualar yapılacağı ve bilahare meclise gidilerek dua okunup kurban kesileceği, meclise gidilmeden önce hatim okunacağı ancak hatimin son bölümünün meclisin önünde okunacağı, yurt sathında da Kur’an-ı Kerim ve hatim okunacağı ve Salavat-ı Şerife getirileceği, ayrıca cuma namazından önce uygun suretle mevlid-i şerif okunacağı belirtilmiştir.
Ey millet! Allah birdir, şânı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki Kur’an-ı azimuşsândaki husustur.
Haydi, utanmadan Atatürk’ü hâlâ Mason diye suçlayın!
“Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum.”
Mustafa Kemal Atatürk
Len gidin oradan soytarılar; siz de iyi biliyorsunuz ama para ve nobel ödülü alma uğruna, sahiplerinizin önünüze attığı kemiği yalamak uğruna, Mustafa Kemal Atatürk’ü baz alarak asıl amacınızın Türk Milleti’nin değerlerini yok etmek istediğinizi cümle alem biliyor. Ancak siz şunu bilmiyorsunuz? Eğer Türk toprakları sizin önünüze kemik atan sahiplerinizin eline geçerse, bunun zararını siz görürsünüz. O zaman önünüze atılan kemiği yalayacak bir kulübeniz dahi olmayacaktır.
Düşmanın bir kör kurşununa saati siperi olmuştu da Allah (CC) Atatürk’ü Türk milletine bağışlamıştı Atatürk bu hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Ölüme doğru en çok atılanlardan birisiyim… Kurşun ve gülle yağmuru altında birçok muharebelere iştirak ettim… Hatta ölüm bir defa kalbimin üstünden geçti. Kalbimin üzerinde bir cep saati vardı. Ve bu saat şarapnel parçasının şiddetini kırdı.”
Ben asker olarak doğdum, asker olarak öleceğim.” dedi.
10 Kasım 1938 günü saat 8 gibi bir ara gırtlağından “Hı. Hı. Hı.” sesleri çıkarmıştı.
10 Kasım 1938 sabahı, saat dokuzu biraz geçe, gözlerini açtı. Bu gözler, bir an için yine her zamanki mavi ışığıyla, kendini bilmeden, çevresindekilere doğru parıldadı, sonra kapandı. Başı yastığın üzerine düştü. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan hekimlerinin gözyaşları
arasında, saat 9.05’te hayata veda eder.
Türk Milletinin Kurtarıcısı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ölmüştü.
“Beni milletim nereye isterse oraya gömsün fakat benim hatıralarımın yaşayacağı yer Çankaya olacaktır.”
“Benim müstesna olduğuma dair bir kanun yoktur.”
Mustafa Kemal, Trablusgarp cephesindeki görevi sırasında tanıştığı Şeyh Sunusi’nin kendisine hediye ettiği el yazması küçük Kur’an-ı Kerim’i Sofya ateşemiliterliği görevine gidene kadar sürekli üzerinde taşımış, İstanbul’dan ayrılırken annesine emanet etmişti. (Bu Kur’an, Kurtuluş Savaşı boyunca Zübeyde Hanım’ın sürekli hatim indirdiğini söylediği Kur’an’dır; Zübeyde Hanım vefatından önce kızı Makbule Hanım’a verdi ve oradan da Halil Nuri Yurdakul’un ailesine intikal etti )
Atatürk, Diyanet İşleri başkanı ile beraber hutbelerin
konularını belirliyordu.
Hutbe konuları:
1- İman ve amel
2- Allah’ın ve Peygamber’in hayat verecek görüşleri
3- Allah’ı sevmek ve Peygamber’ine uymak
4- Peygamberimizin hayatı
5- Vatan müdafaası
6- Herkes kazancına bağlıdır
7- Namaz ve hikmeti
8- Oruç ve hikmeti
9- İçkinin kötülüğü
10- Kumarın kötülüğü
11- Kötü huylardan sakınmak
12- Dünya ve ahret için çalışmak
13- Askerliğin şerefi gibi vs.
Mustafa Kemal, kurulacak devletin şekliyle ilgili toplumun her kesiminden insanlarla görüşmeler yaparken, sıra mollalar şeyhler ve din büyüğü geçinen kişilere gelir. Mustafa Kemal, bunlara haber gönderir ve kendileriyle bu konuyu görüşeceğini ancak konuşmalarının bir temeli olarak katılacak olan herkesin Bakara Suresi’nin 288. ayetine kadar okumalarını rica eder. Toplantı günü gelip çattığında, Mustafa Kemal kürsüye çıkar ve sorar:
“Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hepinizden
Bakara Suresi’ni 288’e kadar okumanızı rica etmiştim. Kimler okudu Bakara’yı 288’e kadar?”
Salondaki bütün eller istisnasız olarak bu ricayı yerine getirdiklerini belirtmek için havaya kalkar. Bunun üzerine Mustafa Kemal sözlerine devam eder: “Beyler işte, kuracağımız devletin neden din temeline dayanamayacağının açıklaması ortadadır, Bakara Suresi yalnızca 286 ayettir.”
Laik olmayan bir devlet, demokrat olamaz çünkü
demokrasinin ilk şartı, fikir ve vicdan hürriyetidir.
Laik olmayan ulusun bağımsızlığının da bir anlamı yoktur. Çünkü bayrağı hür fakat fikir ve vicdanı tutsak bir ulus, acınacak bir topluluktan başka bir şey değildir. Hele laik olmayan bir ulusun hürriyeti ise tartışma konusu bile olamaz. Orada hürriyet, korkunç ve tehlikeli bir kelimeden başka bir şey değildir.
“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin
ahkâmını eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir.”
“Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar
olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum.”
Mustafa Kemal Atatürk
İbrahim Arvasi’nin anlattığına göre; ‘Atatürk’ten ağır
hakaret işiterek kovulan Masonlar, o gece adeta yıldırım hızıyla durumu İzmir, İstanbul ve Adana’daki localara bildirirler. Sabah olmadan Türkiye’deki bütün locaların kapanma kararlarını aldırıp, ilgili belgeleri daha sabah kahvaltısı sofrasından kalkmayan Atatürk’ün önüne koyup derin bir nefes aldılar.’
Halkevleri, Köy Enstitüleri ve Masonik Öğretinin Kitlelere Empoze Edilmesi Cumhuriyetin kurulmasının ardından Masonlar, CHP kadroları içinde örgütlenmeye başladılar. Atatürk, 1935 yılında, bu Masonik örgütlenmenin farkına vararak locaları kapatma kararı aldı. Ancak yine de Masonik felsefe yaşamaya ve dahası dönemin Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi kurumlarıyla kitleselleşmeye devam etti. Halkevlerinin kuruluşunda tüm yetki, birçok masum insanın asılmasından sorumlu olan Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Mason Reisi Dr. Reşit Galip’e verilmişti. Dr. Galip, Halkevlerinin açılışı ile ilgili TBMM’de yapmış olduğu konuşmada İslam dininin Türkiye için yol gösterici olamayacağını iddia etmişti.
Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz, Hacı Bayram-ı Veli’ye diyor ki:
“Mustafa’ya söyle, korkmasın, sonunda zafer onların
olacak.”
Bilindiği gibi, aynı gecede rüyalarında Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz, Hacı Bayram-ı Veli’ye bu sözleri söylerken gören o iki muzaffer kumandanın o günkü isimleri, “Mustafa
Kemal” ve “Mustafa Fevzi”dir.
Samsun’a çıktıktan bir hafta sonra Havza’ya giden Mustafa Kemal, Belediye Başkanı İbrahim Bey’i yanına çağırtarak kendisine özetle şunları söylüyordu: “Halkın sesini çıkarması zamanı gelmiştir. Ondan önce bu halka yol göstermek icap eder. Bu yüzden önümüzdeki cuma günü, namazdan sonra Büyük Cami’de mevlit okutunuz. Mevlit bitince dışarıda fişek atılarak işaret verilsin. Böylece
her üç camiden halk ellerinde bayraklarla ve tekbir getirerek alayla çıkıp miting yerinde toplansın.”