İçeriğe geç

Nil’den Tuna’ya Osmanlı Kitap Alıntıları – Haluk Dursun

Haluk Dursun kitaplarından Nil’den Tuna’ya Osmanlı kitap alıntıları sizlerle…

Nil’den Tuna’ya Osmanlı Kitap Alıntıları

Bugün, Sırbistan’da kalan Kosava’daki Sultan Murad’ın türbesi bile son derece bakımlı ve ziyarete açık olduğu halde bir müslüman ülkesinde bulunan bu son Osmanlı Halifesi türbesiz ve ziyaretçisiz tarihin hakkında vereceği beraat kararını beklenmektedir.
Benim derdim, dermanım şehirler.
Esen rüzgârında gönlümün ritmini duyduğum, âhengin yumuşak dalgalanışını derûnumda hissettiğim, estetiğin ve kültürün baş döndürücü zirvelerinde dolaşan, mağrur, mahcub, aziz, şerif, güzide, gönlüm ruhu şehirler..
Osmanlı Türkleri devletlerini kendileri, kendi alın terleriyle kendi kanlarıyla kurmuş ; ama kurduktan sonra birçok milletin, birçok ümmetin o devlette el emeği, göz nuru olmuştur.
Çok insan anlamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan hiçbir şey anlamaz bizden!
– Yahya Kemal
Coğrafyayı sevmeyen, coğrafyayla dost olmayan tarihi sevemez, tarihi anlayamaz.
Çok insan anlamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan hiçbir şey anlamaz bizden!
Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister.
Büyük devlet kurmak için büyük kan ister
”Tarihe dost olmak, coğrafyaya dost olmak. ” demektirder Fethi Gemuhluoğlu
Zaman insanı değiştiriyor. Kırkımdan sonra Rumeli’ye gözümü çevirip, Tuna’ya gönül bağladım. Varsın Necip Fazıl, Sakarya’nın türküsünü söylesin, varsın İbrahim Tatlıses Fırat’ın türküsünü çağırsın
Tarih; mekân, insan ve hadise uzerine dayanır. Biz daha baştan mekân ve insan kısmını atlayarak hadiseyi çözmeye çalışıyoruz. Halbuki mekânı tanımayan, insanı bilmeyen hadiseye nasıl hakim olur, onu nasıl değerlendirir, nasıl anlar?
İnsanımız maalesef psikolojik olarak, sevmediğini öğrenmemek konusunda çok ısrarcı oluyor. Hatta daha da acısını söyleyeyim; bizde tarihî seven kesimler de tamamen masalımsı, destansı, hamasî tarafıyla seviyorlar. Tarihi hissetmek, tarihi anlamaya çalışmak yok!
Tarihine düşman, tarihine soğuk, tarihine uzak insanlar benimsedikleri, sevmedikleri kültürü öğrenmemekte de çok başarılı oluyorlar! Oysa insan bazı konuları sevip sevmemekte özgürdür ama bilip bilmemekte özgür olamaz, daha doğrusu cahil kalamaz.
İşkodra’da İtalyanlar başta olmak üzere Katolik ülkelerin misyonerlik faaliyetleri son derece yoğundur. İşkodra şehir merkezinde yalnız Müslümanların Büyük Ebubekir Camii olmasına karşılık, iki büyük kilise, üç İtalyan Katolik okulu, on civarında misyoner eğitim merkezi bulunur. Nobel ödülü de alan meşhur Rahibe Teresa’nın Arnavut asıllı olması Vatikan’ın Arnavutlar üzerinde özel çalışma yapmasına yol açmıştır. Kuzeyin İtalyan nüfuz ve hakimiyetine girmesi İşkodra’nın, Arnavutluk’ta İtalya ve Vatikan’ın ileri karakolu durumuna düşmesine yol açmıştır.
Arnavutlar bir taraftan kendi aralarındaki birliği kurmaya, Avrupa’da ki yerlerini sağlamlaştırmaya çalışırken, diğer taraftan da Osmanlı’nın İmparatorluk kültürünü, imparatorluk günlerini anıyor, hatta belki de arıyor
Arnavutluk bugün kuzeyde İtalya’nın – daha doğrusu Vatikan’ın -, Sırbistan’ın ve Yunanistan’ın baskısı altında. Bir taraftan varlığını sürdürme kaygısı içinde, diğer taraftan Büyük Arnavutluk’u kurma peşinde.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde Karadağlılar ile sınır düzenlemesi hakkında yapılan görüşmeler sırasında Osmanlı temsilcisi karşı tarafın istediği Nikşik nahiyesi için çok şiddetli tepki gösterir ve Yok daha neler! İsterseniz Edirne’yi de verelim der.

Bundan yaklaşık 100 yıl önce Osmanlı Devleti için Arnavutluk sınırında ki bir köyün Edirne’nin bir köyünden farkı yoktu.

Çok ülke gördüm, çok sinir geçtim, çok gümrük polisiyle karşılaştım. Hiçbirisi Sırp polisi kadar soğuk gelmedi, ürküntü vermedi. Onun için Sırbistan’da ki gümrük kontrol noktasından geçip, Kosova’ya doğru ilerlerken içimde büyük bir rahatlama, gevşeme oldu. Hani çok zor bir imtihandan, çok korktuğunuz bir mülakattan başarıyla çıkarsınız ya, işte öyle bir şey.
Türkiye’de ihtilâlci subayların kökeninin Makedonya’lı olmaları düşündürücü. Mustafa Kemal Atatürk, Ali Fuat Cebesoy, Ali Fethi Okyar, Midhad Şükrü Bleda, Kazım Orbay İbrahim Temo ve niceleri

Cumhuriyet Döneminin ihtilâlcileri de Kenan Evren ve Çevik Bir köken olarak Makrdonya’lıdır.

Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
II. Abdülhamid döneminin en önemli siyasî cinayetlerinden biri olan Şemsi Paşa suikastı, Manastır’da meydana gelmiştir. İttihatçı genç bir teğmen olan Atıf Bey, Abdülhamid’in paşasını Manastır’ın göbeğinde herkesin gözü önünde öldürmüştü.

Anadolu’da birkaç münferit eşkıya Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir diye teselli bulurken, İttihatçılar da İstanbul padişahınsa, Makedonya bizimdir derlerdi.

Makedonya ve Manastır o kadar İttihatçıdır ki, II. Abdülhamid gelişmeler üzerine dönemin Manastır Valisi Hıfzı Paşa’yw ittihatçı sayısını sorduğun da şu cevabı alır; Manastır’da benden başka herkes İttihatçıdır padişahım!

Manastır’da herkes İttihatçı olunca, Yıldız Sarayı’nfa padişah olmak zordur. Atatürk’ün söylediği gibi Bir İttihatçı iyi dosttur, iki İttihatçı bir araya gelince dikkat etmek gerekir, üç İttihatçı olursa mutlaka ihtilâl planları yapmaya başlarlar!

Çok değil daha 20. yüzyılın başında Osmanlı askerî ve siyasî hayatında Makedonya en önemli merkezdi. Orası için için kaynarken, orada doğan ve vazife yapan Osmanlılar da vatanseverlik, komitacılık, ihtilâlcilik ve devlet adamlığı vasıfları vardı.
İstanbul Ortodokslarının başta Patrikhane olmak üzere dinî binalarının ihyası konusunda gayret gösterenler, özellikle 2000 yılının başında İznik’teki tarihî Bizans kilisesini restore etmek için çırpınanlar, Yunanistan’da ki Osmanlı mimarî mirasının ne durumda olduğunu acaba biliyorlar mı, merak ediyorlar mı?
Rodos’ta namaz kıldığım İbrahim Paşa Camii’nden başka Süleymaniye, Recep Paşa, Ağa, Murad Reis, Sultan Mustafa Camileri vardır. Bunların ya minareleri yıkıktır ya da kapıları kilitlidir. Rodos 1912 yılına kadar bizimdi. Adanın Yunanistan’a verilmesinden -Yunanistan almadı biz verdik!- sonra minareler özellikle yıkıldı. Çünkü Rodos’un siluetin de hilalli minarelere yer yoktu. Büyük Helen Medeniyeti (!) buna tahammül edemezdi.
Yunanlı zenginler İstanbul’da en kıyıda köşede kalmış kiliseleri restore ederken, bizim muhafazakâr sermayenin paraları ya sepet topuna ya da ayak topuna gidiyor.

Allah mübarek etsin!

Komşumuz Yunanistan gerek Kavala’da, gerek Yanya’da Osmanlı mimarî mirasını ve sehirlerin tarihî, tabiî dokusunu korumayı başarmış. Yanya bu koruma sayesinde hâlâ eski Osmanlı şehri görüntüsünü muhafaza ediyor. İnsan tek tük de olsa böyle şehirleri görünce seviniyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tarihte izler kolay kolay silinmiyor. Hele yüzlerce yıllık olursa. Bari buradan İstanbul’a gittiğimde bana Yanya’yı hatırlatacak bir hatıra eşyası alayım diyerek bir dükkana girdim ve Yanya’nın neyi meşhur diye? diye sordum. Bastonu cevabı üzerine alıp yol boyunca elimden düşürmedim. Giderken aklıma geliyor, Yanya’da baston niye meşhur? diye soruyorum. Buranın çobanı çoktur, onlar çoban bastonu diyorlar. Ah keşke hepimiz çoban olabilsek!
Ah Yanya! Daha sabahın erken saatinde şehir merkezine girer girmez tarihî bir Osmanlı çınarı karşımıza çıkmaz mı? Tabii hemen ipler çıkarıldı, ölçümler yapıldı. Osmanlı çınarları envanterine Yanya çınarı da kaydedildi. Bunu burada yazmak kolay, sıkıysa Yunanistan’da çınar ölç!
Selânik’ten Yanya’ya giderken gözlerim iki şehir tabelasına çevrildi. Birisi Yenişehir, diğeri Alasonya. Ama ikisinde de bizden hiçbir eser, hiçbir renk kalmamış. Bu şehirleri duyan bilen var mı?
İstanbul’da surlardan Rumeli’ye açılan kapılardan birisinin adı Belgrad kapısıdır. Tıpkı halen yanındaki Edirnekapısı gibi. Çünkü Osmanlı coğrafyasında yaşayan insan için İstanbul’dan çıkıpta Edirne’ye gitmek neyse, Belgrad’a gitmekte aynı şeydir.
Kavala’nın etrafı üzüm ve zeytinlik, hele karpuzuyla meşhur Sarı Şaban kasabası var. Yanlış okumadınız Yunanistan’da ismi ve karpuzu ile meşhurdur. Birçok ismi değişen yerlere göre buranın isminin değişmemesi ilginçti. Bu duygularla Kavala’dan Selânik’e gitmek için yola çıktım. Otobüs kalkarken biraz huysuz, daha doğrusu cazgır bir Rum kadın ağır hareket eden kocasına aynen şöyle bağırıyordu: Hayde be!..
Yunanistan’da, Rodoplarda ezân-ı Muhammedî’nin okunması çok güzel. Cami önünde başlarında sariklar, fesler olan cemaati görünce insan bir hoş oluyor. Cemaatte Türkiye’de görmeye alışık olmadığım kadar genç vardı.
Yunanistan’da ki köylüler bizdekiler gibi. Gençlere artık köyler dar geliyor. Tarlada çalışarak, hayvana bakmak zor geliyor. Varsa yoksa büyükşehirlerde iş; isterse amelelik olsun. İyi güzel de, köyde aç bile kalsa kendi kültürünü koruyabiliyor, gâvura karışmıyordu. Yunanistan Batı Trakya’daki Türklere ne kadar çok baskı yapmışsa, onlar da o kadar korumuşlar kültürlerini. Serbestlik başlayınca dışa açılma, karışma hızlanmış. Eee tabiatın kanunu bu!..
Silistre’nin kültür tarihimizde önemli bir şahsiyeti de Razgrad’ın Ferhatlar köyünde doğan merhum Süleyman Hilmi Tunahan Hocaefendi’dir.
Selânik iskelesi, Osmanlı döneminde gizli-açık bütün siyasî faaliyetlerin merkeziydi. Özellikle Talat Paşa’nın sürgün olarak Selânik’e gönderilmesi, Kule Kahveleri semtini, başta Yonyo Birahanesi olmak üzere, İttihatçıların toplantı merkezi haline gelmişti. İttihatçı Manyasizâde Refik Bey’den, İttihatçı meşhur dönme maliyeci Cavit Bey’e, Diyarbakır’dan kalkıp buralara kadar gelen Ziya Gökalp’ten Ömer Seyfettin’e, meşhur mason Emmanuel Karasu’dan Türkçü (!) Yahudi Moiz Kohen (Tekin Alp)’e kadar Selânik yıllarca içinde değişik insanları barındırmış, yıllarca kaynamış durmuş, politik bir arena olmuştu.

Selânik deyince İttihatçılık, Yahudilik, Masonluk, Dönmelik, kısaca bütün anti-Abdülhamid güçler akla gelirdi.

Osmanlı Medeniyeti mimarîsi ve musikisi ile bir imparatorluk medeniyeti, bir imparatorluk kültürüdür.

Musikide Itri’den, Dede Efendi’den Nikoğos Ağa’ya; mimaride Koca Sinan’dan, Davut Ağa’dan, Kasım Ağa’dan, Sedefkar Mehmet Ağa’dan, Tahir Ağa’ya kadar hepsi bizimdir. Çeşitlilik içinden birlik, çok kültürlülük içinden böyle bir cihan devleti çıkarmak kolay iş olmasa gerek!

İnsanımız, aydınımız, hatta tarihçimiz ne kadar Osmanlı’yı tanıyor? Milli Eğitim Bakanlığımız tarih ders kitaplarında bu kıstasa ne kadar uyuyor?
Elias Petropolus 1928 doğumlu bir Yunanlı. Atina’da doğmuş, Selânik’te büyümüş. Sanat ve uygarlık tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor, kendisini ateist ve sosyalist olarak tanımlıyor.

Kendisi ile yapılan bir röportajda, Osmanlı uygarlığını yeryüzüne gelmiş en büyük uygarlıklardan biri olarak görüyorum şeklinde konuşmuş. Ateist bir Rum, Osmanlılar hakkında böyle düşünüyor. Bizde bir kısım tarihçi Osmanlı Devleti’nin fetih, ganimet ve talandan ibaret olduğunu, hiçbir uygarlık bırakmadığını iddia edip dururken, bir Rum’dan gelen cevap

Memleketler bile el değiştirmiş. Osmanlı Memleketeyn dedi mı Eflâk ve Boğdan anlaşılırdı. Yani şimdiki Romanya ve Moldova. Karadağ ise olmuş Montenegro.

Artık Debreli Hasan istediği kadar atsın Martin’i, Resneli Niyazi çoktan gitti yoluna. Devre ve Resme şu anda Makedonya’da.

Şimdi artık coğrafyaya dost olmak gittikçe zorlaştı. Çünkü bizim isimlerimiz, bizim şehirlerimiz hep değişiyor. Köstence olmuş Constanta, Akkerman olmuş Begorod-Dnestrovski, Üsküp: Skopje, Filibe: Plovdiv, Kalkandelen: Tetevo, Köprülü: Titoveles, Manastır: Bitola, İskeçe: İxanti, Gümülcine: Komotini, Draç: Durrez, Avlonya: Vlore, Cisr-i Mustafa Paşa: Svilengrad, Eski Zağra: Stara Zagora, Yenişehir: Larissa ve daha niceleri.
Hani Elbasan’ın tavası, Filibe’nin köftesi, ah ki ah Mayıs’ta Kızanlık’ın gülleri Var mıdır bir kerede sayacak olan bu şehirlerin nerede kaldığını, nerede olduğunu?

Şimdi bu kadar yeri biz Cumhuriyet çocuğu olarak nereden bilelim dersiniz. Eskiler olsa Biz Medine kurrası değiliz derlerdi. Malum ya Medine’nin âlimleri her şeyi bilirlermiş!

İyisi mı siz hiç ırım kırım etmeyin, sonra size bu lafın da nereden geldiğini sorarız. Nereden bileceksiniz, ırım ın diyar-ı Rum’dan kırım ın ta Kırım’dan geldiğini.

Hani âşıka Bağdat sorulmazdı! Şimdiki âşıkların bizim yüzlerce yıllık eyalet merkezi, İmam-ı Âzam’ın beldesi Bağdat’tan haberleri yok. Yeni âşıklarımız bilseler bilseler İstanbul’da Anadolu Yakası’ndaki Bağdat Caddesi ni bilirler.

İstanbul’da surlardan Rumeli’ye açılan kapılardan birisinin adı Belgrad Kapısı’dır. Tıpkı hâlen yanındaki Edirnekapısı gibi. Çünkü Osmanlı coğrafyasında yaşayan insan için İstanbul’dan çıkıp da Edirne’ye gitmek neyse, Belgrad’a gitmek de aynı şeydir.

Şam’ın ismi şekerinde. Şambaba tatlısında, Şam şeytanında. Suriye’den çekilirken İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri dedik. Ve dahi unuttuk gittik Halep’i. Halep’i de, bütün eski Osmanlı coğrafyamızı da. Unutmadık diyenlere hemen sorarız, Var mısınız imtihana? ‘Halep oradaysa arşın burada’.
Rahmetli Fethi Bey daha sonra büyük bir kerametle üstüne basa basa, yirmi beş yıl önce bugünleri görmüş gibi bir kere daha tekrar eder: Coğrafyaya da dost olamadığımız göreceksiniz. Türkiye bir iç harbin eşiğindedir. Bir doğu-batı meselesi çıkabilir. Anadolu Beylerbeyliği’ni bile size çok görürler. Sonra, bu içinizdeki çocuklardan Batı Trakya’yı yahut Kırım’ı kurtarmalarını istemek ve belki orada yaşamak imkânımız olup olmadığını araştırmak gibi bir gaflete düşeriz.
Merhum Gemuhluoğlu Tarihe dost değiliz. Coğrafyaya da değiliz. der ve devam eder: Size, coğrafyaya da dost olamadığımız için, Anadolu Beyefendiliğini de artık çok görüyorlar. Hanedan-ı Âli Osman’ın mülkünü particilik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz. Eskiden vali gönderdiğiniz yerlere şimdi sefir-i kebir gönderiyorsunuz Bıraktığımız Beyrut’u görüyorsunuz, bıraktığımız Lübnan’ı görüyorsunuz, bıraktığımız Suriye’yi görüyorsunuz, bıraktığımız Irak’ı görüyorsunuz
Bu öyle bir konuşmadır ki orada bütün bir gönül gürül gürül çağlar, muhabbet dağları kucaklar, iman öyle bir üslupla dile gelir ki konuşmanın her bir paragrafından bir kitap çıkar. O konuşmada merhum Gemuhluoğlu’nun beni çok ilgilendiren, hayatım boyunca beni düşündüren, bir nevi hiç yanı başımdan ayrılmayan bir muallim gibi benimle gezen bir talimatı vardır: Tarihe dost olmak, coğrafyaya dost olmak.
Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’nun 22 Kasım 1975 tarihinde irticalen yapmış olduğu Dostluk Üzerine adlı bir konuşma vardır. Bu konuşma Dostluk Üzerine adıyla 1975-1978, Dostluğa Dair başlığıyla 1988, Yeniden Bir Merhaba namıyla 1997 ve en sonunda Gerçek Olan Aşktır adıyla 2000 yılında neşredildi.
Lise yıllarımın bende en çok iz bırakan ve beni yönlendiren kişisi merhum Fethi Gemuhluoğlu oldu.

Tarihçi olmak istiyorsan, hele Yakınçağ tarihçisi olacaksan öyle sadece kütüphanede masa başında kitap karıştırmakla, arşiv belgeleri okumakla yetinmeyeceksin! Osmanlı’nın ruhunu tanımak için coğrafyasını keşfe çıkacaksın ve önce Şam’a gideceksin demiş ve sonra ilave etmişti: Evvel-i fitne Şam, ahir-i fitne Şam.

Fakülteyi bitirir bitirmez de bir yolunu bulup Şam’a gittim. Böylece Türkiye dışındaki Osmanlı coğrafyası gezilerine başladım.

Tarihçi olmaya çok erken yaşlarda karar vermiştim. Bugünküler gibi tarih okumak zorunda kalanlardan değilim.

Hani futbol kulübü tutanlar Kendimi bildim bileli Galatasaraylıyım, Fenerliyim derler ya, ben de kendimi bildim bileli tarihi seviyorum. Bunun mutlaka bir psikolojik sebebi, bendeki bu tarih muhabbetinin oluşumunu sağlayan iç ve dış etkenler vardır.

Bana göre tarihçi olmamda çocukluğumun geçtiği Hereke’deki iki katlı ahşap tarihî evin rolü büyük. O evde rahmetli dedemin babasından duyduğu II. Abdülhamid dönemi Osmanlısının ve payitaht İstanbul’unun hikâyeleri ile büyüdüm.

Şimdi gel de Yahya Kemal’i anma. Ne demiş üstad; “Bir Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır.”
Aziz-i kavm idik a’dâ zelil kıldı bizi
Esir-i bend-i belâ vü sefil kıldı bizi
Bir Arap dostumun ifadesiyle “Ecmelü’l – medine fi’l – alem” (Dünyadaki en güzel şehir). “Şehirlerin Sultanı” ya da daha doğru ve ona yakışan deyimle “İmparator Şehir”. Ayrıldığınızda sizi da’üssıla hasretiyle için için yakan, gözünüzde burcu burcu tüten, uğruna ölünen sevgili, Dersaâdet
Borku Şeyhi “Bir Türk gelene kadar hiç değilse bir Türk Bayrağı gönderin.”
Coğrafyamız ne kadar geniş olursa gönlümüz, muhabbetimiz ve ufkumuz da o kadar geniş olur!
Türk’ün gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varda Balkan’dır
Tarih; mekân, insan ve hadise üzerine dayanır. Biz daha baştan mekân ve insan kısmını atlayarak hadiseyi çözmeye çalışıyoruz. Halbuki mekânı tanımayan, insanı bilmeyen hadiseye nasıl hakim olur, onu nasıl değerlendirir, nasıl anlar?
Belki de Melâmet tam mânâsını bulmuş, zâhiren kaybolmuştu!
Tarih; insan, mekan ve hadise üzerine dayanır. Biz daha baştan mekan ve insan kısmını atlayarak hadiseyi çözmeye çalışıyoruz. Halbuki mekanı tanımayan, insanı bilmeyen hadiseye nasıl hakim olur, nasıl değerlendirir, nasıl anlar?
Sanman taleb-i devlet-i câh etmeye geldik
Biz âleme bir yâr için ah etmeye geldik
Hanedan-ı Âli Osman’ın mülkünü particilik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz. Eskiden vali gönderdiğiniz yerlere şimdi sefir-i kebir gönderiyorsunuz
Sadullah Ağa’nın Bayati Araban Birinci Bestesinin güfetsinde “Padişahım lütfedip mesrur u şâd eyle beni” mısraındaki “padişahım” kelimesinin “nevcivanım” diye değiştirilerek sansür uygulanmıştı. Saltanat ilga edildi diye tarihi bir sözü tahrif etmeye kimsenin hakkı yoktu.”Sultani yegâh terkibini “mili yegâh” yapan Todi müzisyenleriyle “hünkarbeğendi”yi Millet Beğendi şekline sokan kötü ve cahil aşçıların mantığına inanmak zor. III. Selim padişah diye musikideki yerini inkâr mı edelim?
Coğrafyayı sevmeyen, coğrafyayla dost olmayan tarihi sevemez, tarihi anlayamaz.
İnsan bazı konuları sevip sevmemekte özgürdür ama bilip bilmemekte özgür olamaz, daha doğrusu cahil kalamaz.
Coğrafyamız ne kadar geniş olursa; gönlümüz, muhabbetimiz ve ufkumuz da o kadar geniş olur.
Yürürken önüne bakan kimse masiva ile meşgul olamaz. Çünkü etrafa bakıp dalmak, kalbi perdeler.
Haluk Dursun
İnsan bazı konuları sevip sevmemekte özgürdür ama bilip bilmemekte özgür olamaz, daha doğrusu cahil kalamaz.
Eski insanların bir âdeti vardır. Herhangi bir şehre ilk defa gittiklerinde öncelikle orada türbesi bulunan İslâm büyüklerini ziyaret ederler. Yani bir şehri gezmeye başlamak o şehrin manevi valisini ziyaretle olur. Öyle şehirler vardır ki; oralarda bulunan kutsal mekanlar ve din büyüklerinin türbeleri o şehre yüksek rütbeler kazandırmıştır.
Haluk Dursun
Hollanda’daki Somali Müslümanları Tarihte bize ilk camiyi yapan Osmanlı Türkleriydi. Şimdi Avrupa’daki ilk camimize de Cumhuriyet Türkleri verdiler.Bu bizler için ne önemli bir hadisedir
Hollanda’nın Lahey şehrinde cemaati olmadığı için Yahudilerin belediyeye devr ettikleri daha sonra da müslümanlar tarafından sinagogtan camiye çevrilen bir Mescid-i Aksa daha bulunmaktadır
Suriye Türkmenlerine göre ben Lozan’dan yeni gelmiş bir murahhas ,diplomattım ve benden kendilerini niçin anavatan dışında bıraktığımızın hesabını soruyorlardı.
Şeyhül İslam Ebussuud Efendi bir fetvasında mutlaka diyar-ı Şam’iye arz-ı mukaddes derler şeklinde cevap verir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir