İçeriğe geç

Firavun İmanı Kitap Alıntıları – Tarık Buğra

Tarık Buğra kitaplarından Firavun İmanı kitap alıntıları sizlerle…

Firavun İmanı Kitap Alıntıları

Ne çare ki, Ankara bunları istemiyor, kendi iktidar hırsını ümmet-i Muhammed’in selametinden üstün tutuyordu. Batıracaktı koca memleketi Eğer buna, daha batırmadı, denebilirse..
Kısacası İbrahim Hakkı’nın tam zamanıdır zannederim…
“Görelim Mevlâ neyler,
Neylerse güzel eyler.”
“Nerede okuduğumu şimdi hatırlayamıyorum; adamın birisi; bir devlet kurulurken bir de batarken kolay zengin olunur, diyordu.”
Yaşayacaklardı elbette. Ve yaşamak dürüstler için, kalpleri yıkanmışlar için kolaydı.
Sedef saplı avcı bıçağı duvarda, taşın üstünde cızırdıyor, sanki, bir mağara devri adamı, kendisini asla bilmeyecek olan torunlarına o yürek paralayıcı dramından, yüzyıllarca yıl sonra gelecek torunları için yaşadığı dramından şifreler, sembolller bırakmak için didiniyordu.
Siyasi kudreti elinde toplayanlar eninde sonunda başkalarının çıkarları ve oyunları için çalışmaya başlıyor, kuklalaşıyorlardı. Ali Yusuf işte bunu tespit etmişti, cümlesini de buldu: Diktatörler kukladır.
Mühim olan kurdun kırmızı başlıklı kızı görür görmez, daha doğrusu bulunduğu yerde yemeyip de dolambaçlı yollara sapışı. Çocuklar için belki bir manası vardır bunun. Yollarda oyalanmamalı, çiçek toplama hevesine kapılmamalı idi, yapılacak bir iş varken. Ve gevezelik etmemeli, her sorana anneanneme yemek götürüyorum, demeliydi. Ama büyükler için saçma gibi gelmişti Şimdi ise bu saçma bulduğu masalı birdenbire hatırlıyor ve mırıl diyordu:
Kurdun da bir hesabı olmalı.
Kandaki beyaz yuvarların, bir bünyedeki işleri hastalıklara, giren mikroplara karşı koymak, onları yenmektir. Ama öyle bir bozukluk vardır ki, bunlar birbirlerini yemeye başlar. Ölüme gidiştir bu. Türkiye işte bu durumu yaşamaktadır. Yaşamaları da, çökmeleri de aynı kadere bağlanmış insanlar ve gruplar el ele verip ölüme karşı direnecek yerde, birbirlerine düşmüşlerdir.
Yunan durdurulamıyor.Para bulamıyor. İlaç bulamıyor. Ekmek bulamıyor. Elbise, çamaşır, papuç, cephane bulunamıyor. Er bulnsa silah, silah bulunsa mermi bulunamıyor. Bu cehennemin içinde Hasan Sabbah’lar fink atıyor. İnsan ümidi kendinden kesmemiş, o kadar ustaca yaldızlanıp sunulan ümitlere dört elle sarılmaz da, ne yapar? Bu sarılış da vatanseverlik değil midir?
Kendinizden ümit kesmek, ha?
En büyük küfür umutsuzluktur.
İyi ama be mübarekler, tanımadığınız, bilmediğiniz için kırk paranızı emanet edemeyeceğiniz adamlara nasıl oluyor da kafanızı, düşüncelerinizi emanet edebiliyor, (akıl almaz bulduğu belliydi) kendinizi emanet edebiliyorsunuz?
Ama, aramızda zaferi ve kurtuluşu, şu veya bu sonu, kendi çıkarları, kendi hırsları için isteyenlerin bulunduğunu da biliyoruz
İnsan.. zor mahlûk.
Nice yüzyıllardan beri bu böyleydi işte. Nice yüzyıllardan beri nice yüz binlerce Mehmet, varlıklarının, yaratılışlarının sebebini savaş meydanlarında kol, bacak ve baş bırakmakta görmüş, gerisine karışmayı akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. Elde ettikleri zaferin sonu ilgilendirmiyordu onları. Öşür veya adı ne olursa olsun, vergi nasıl boyunlarına borç ise, devlet gerekli görünce, ona zaferler hediye etmek de aynı şeydi. Bu zaferleri kimler, ne yaparlardı? İlgilendirmiyordu Mehmet’leri.
Akıldan üstün, akla hükmeden bir şey var. Mizaç. Değişmeyen, insanın bırakamadığı, insanın kendisi olan budur. Bu Allah’ın bastığı damgadır. Bir müddet için gizleniyor, hatta düzeltilmiş, tahsil ve terbiye ile değiştirilmiş zannediliyor. Ama anı gelince derhal ve noksansız olarak ortaya çıkıveriyor.
Kelimeleri iyi kullanmıyoruz veya bazı hallerin ve vaziyetlerin kelimelerini bilmiyoruz. Mühim olan hareket tarzımız, verdiğimiz karar, kabul ettiğimiz kıymet hükmü. Bunu atladık mı yanlış kelimeler kullanmaya mahkumuz.
İhtirasla ihaneti ayırmak her zaman için zor olmuştur. Ve çoğu zaman ihtirasların davalara yardımı mefkurelerin ve mefkûrecilerin yardımı kadar müspettir. Biz asıl ihanetlerden korkmalıyız. İmkanlarını yitirmiş olanlardan korkmalıyız, acze kapılıp da Türk’ün davasını, hiçbir zaman Türk’e dost olmayanlara ve olmayacaklara devretmeye kalkışanlardan korkmalıyız.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
✒✒✒*Ama bir gün o da gitti.
Hem de ne gidiş.*
Hakikati bilmek başka şeydi, ona göre hareket etmek başka.
Allah bütün akılları, sergilemiş ve yeniden dağıtmak istemiş de, bu tasavvuru güç sergide, uzun uzun uğraştıktan sonra bütün insanlar gene eski akıllarını bulup almışlar.
Ne Hüseyin Avni’ler ve ne de Ali Yusuf’lar gelip geçmişti bu köhne dünyadan.
Anne sesi gibi, yeni yeni konuşmaya başlamışken toprağa verilen çocuğun sesi gibi..
Âkif vatanını ırkından, ırkını da imanından ayrı tutmazdı.
Bir defa yaşayacağını bilmek -bu herkesin gözüne batan hakikati bilmek- kimini deli ediyor, yardakçı, yüzsüz, yüze gülücü veya ikiyüzlü ediyor, kinci ediyor, zalimleştiriyor, köpekleştiriyor; kimini de aynı hakikat, ama sırf bu hakikat hoşgörür yapıyor, dürüst yapıyor, şefkatli, yardımsever, vefakâr ve yiğit yapıyordu, kahraman yapıyordu.
”Sana ne haber getirdi o kötü adam?”
“O adam kötü değil. İyi de değil. Adam değil.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
”Hoca, hoca; en büyük küfür umutsuzluktur.”
Haklısınız. İyi ama be mübârekler, tanımadığınız, bilmediğiniz için kırk paranızı teslim edemeyeceğiniz adamlara nasıl oluyor da kafanızı, düşüncelerinizi emanet edebiliyor, kendinizi emanet edebiliyorsunuz?
Ordu, Afyon’da taarruza geçmişti. Tarihin en güzel milletini yıllardır bağlayan kördüğüme nihayet kılıç iniyordu
Akıl bir kere yatmaya görsün. Ondan sonrası kendiliğinden yürür, yalanın bir kulpu mu var?
İhtirasla ihaneti ayırmak her zaman zor olmuştur.
İnsan ölümünün öcünü alabilir mi?
Komik değildi bu. Acınacak yanı da yoktu. Çocukluğuna verilip geçilemezdi de. Küçümsemek ise asıl yanlış olurdu; çünkü, açtığı savaşta sırtının yere gelivermesini önleyecek kuvvetleri vardı.
İnsan ümidi kendinden kesmişse, o kadar ustaca yaldızlanıp sunulan ümitlere dört elle sarılmaz da ne yapar? Bu sarılış da vatanseverlik değil midir?
Âkif’in bir sözünü hatırladılar: İnsan.. zor mahlûk.
En büyük küfür umutsuzluktur.
Sakarya sanki adı duyulmadık, hatta adı konmadık bir ırmaktı; ama Sakarya Ankara’nın içinden, bütün evlerden, bütün odalardan, bütün sofraların ve sedirlerin altından akıyordu.
Türkiye işte bu durumu yaşamaktadır. Yaşamaları da çökmeleri de aynı kadere bağlanmış insanlar ve gruplar el ele verip ölüme karşı direnecek yerde birbirlerine düşmüşlerdir.
Ve Ankara cepheden ne kadar uzaktı. Ankara, Türkiye’den ne kadar uzaktı ve Ankara cephe ile de Türkiye ile de iç içe idi; sarmaş dolaştı.
Sakarya hem adı duyulmadık, hattâ konmadık bir ırmaktı, ama Sakarya, hem de Ankara’nın içinden, evlerin, odaların ortasından akıyordu. Ve Türkiye.. akla gelmese de.. bütün göğüslere abanmıştı.
Siyasi kudreti elinde toplayanlar eninde sonunda başkalarının çıkarları ve oyunları için çalışmaya başlıyor, kuklalaşıyorlardı. Ali Yusuf işte bunu tesbit etmişti, cümlesini de buldu: Diktatörler kukladır.
Ölüme gidiştir bu. Türkiye işte bu durumu yaşamaktadır. Yaşamaları da, çökmeleri de aynı kadere bağlanmış insanlar ve gruplar elele verip ölüme direnecek yerde, birbirlerine düşmüşlerdi.
İnsan.. zor mahlûk.
“Arada sırada asılanları düşünürdü. Ne farkı kalmıştı onlardan? Nefes alıp vermek, yoklukla pençeleşmek fark mıydı?”
“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.”
“Görelim Mevla neyler,
Neylerse güzel eyler.”
“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.”
Avni Bey ilâve etmişti:

Akıldan üstün, akla hükmeden bir şey var. Mizaç. Değişmeyen, insanın bırakamadığı, insanın kendisi olan budur. Bu, Allah’ın bastığı damgadır. Bir müddet için gizleniyor, hattâ düzeltilmiş, tahsil ve tebriye ile değiştirilmiş zannediliyor. Ama ânı gelince derhal ve noksansız olarak ortaya çıkıveriyor.

“Görelim Mevlâ neyler,
Neylerse güzel eyler.”
Bugün Ankara’yı milli harekâta asla inanmayanlar, onunla alay edenler, akıllarına, zekâlarına güvenerek, çıkarlarının nerede olduğunu iyi bildiklerine inanarak, o tarafın hesabına milli harekâtı baltalamaya çalışanlar sarmıştı. Onlar da, tıpkı firavun gibi, Ankara’dan mûcizeler göstermesini, gülerek, hezele alarak istediler.( ) Aralarında Afyon’dan sonra bile tavırlarını değiştirmeyenler, hattâ İzmir’den sonra dahi neticeyi İstanbul’a devredebileceklerine inananlar vardı.

Ne zaman ki, sulara gömülmek üzere olduklarını gördüler. İşte o vakit iman ettiler, üstelik bunu da en yüksek perdeden, en gösterişli ve göze çarpıcı üslûplarla yaptılar.

Asıl korkuncu, hemen hemen her zaman bir suç işleniyor, ama ortada hiçbir zaman suçlu bulunamıyordu.
Büyük Millet Meclisi, Türkiye’nin insanlarından kurulmuş denilebilirdi. Onlar ha deyince han kurar gibi “devlet” kurmuş, sırası gelince de, baş tacı ettikleri ve doğru yoldan çıkmasa yoluna baş verecekleri devlet başkanlarına: Gün akşamlıdır devletlim, dün doğduk, bugün ölürüz,” demesini bilmiş, gerçekten de, inançtan ve hakikatten vazgeçmektense, ölümü seçmiş insanların torunları idiler.
Ve Sakarya onlardan ne kadar uzakti; adını duymadıkları, bölgesini bilmedikleri bir yer kadar uzaktı. Ama Sakarya, ayni zamanda, döşeklerinin altından akıyor, damarlarında akıyordu, o kadar yakındı onlara ve bütün Türkiye’ye. Hayat gibi içlerinde, ölüm kadar uzak, ama hayat gibi her an bitebilecek, ölüm gibi her an gelebilecek bir şeydi Sakarya. Bilhassa bu gece onlar için ve bütün Türkiye için böyleydi.
İyi ama be mübârekler, tanımadığınız, bilmediğiniz için kırk paranızı emanet edemeyeceğiniz adamlara nasıl oluyor da kafanızı, düşüncelerinizi emanet edebiliyor, akıl almaz bulduğu belliydi) kendinizi emanet edebiliyorsunuz?
Biz geriler ve kaybederken derlenip toplanıyor, kuvvetleniyorduk. Yunan ise ilerlerken, kazanırken dağılıyor, kaybediyordu.
İhtirasla ihaneti ayırmak her zaman için çok zor olmuştur. Ve çoğu zaman ihtirasların dâvalara yardımı mefkûrelerin ve mefkûrecilerin yardımı kadar müsbettir. Biz asıl ihanetlerden korkmalıyız. İmanlarını yitirmiş olanlardan korkmalıyız, acze kapılıp da Türk’ün dâvasını, hiçbir zaman Türk’e dost olmayanlara ve olmayacaklara devretmeye kalkışanlardan korkmalıyız.
Adamın birisi; bir devlet kurulurken, bir de batarken kolay zengin olunur, diyordu. Ne kadar da doğru. Ama bu gerçeği bulmak için insan ya büyük bir düşünce adamı, yahut da namussuzun namussuzu olmalı. Birinciler çok az, ikinciler ise çileden çıkartacak, çıldırtacak kadar çok.
Pırıl pınl ve olgunlaşmış olarak gece düşlerinde, hayallerinde canlanan bu kızıl elma, yarınki Türkiye’leri, içine gözlerinin önünde düşen kurt yumurtası yüzünden ve onlar bir şey yapamadıkları için, delik deşik mi çıkacaktı?
Yunan, tarihin görmediği bir barbarlıkla yakarak, yıkarak, öldürerek Ankara kapılarına dayanmıştı. Ne şehirler düşmüştü. Bursa’dan daha değerlisi var mıydı tarih ve medeniyet dünyasında? Bursa düşmüştü. Ve Ankara, bu kör, bu sağır, bu dilsiz, bu pis, bu mânasız şehir düşebilirdi; ama Ankara bir buçuk yıldır bir şehir değildi ki Şehirden bambaşka bir şeydi; artık bir yürekti. Türklüğün yüreğiydi.. düşebilirdi.. düşüyordu.
Hoca, hoca; en büyük küfür umutsuzluktur.
“İnsan ölümünün öcünü alabilir mi?”
İyi ama be mübârekler, tanımadığınız, bilmediğiniz için kırk paranızı bile emanet edemeyeceğiniz adamlara nasıl oluyor da kafanızı, düşüncelerinizi emanet edebiliyor, (akıl almaz olduğu belliydi) kendinizi emanet edebiliyorsunuz?
Bir devlet kurulurken, bir de batarken kolay zengin olunur.
Bizim şimdilik yapabileceğimiz ve yapmamız gereken tek şey, bütün gücümüzle çalışmaktan, tarihin ve kaderin bize yüklemiş bulunduğu vazifeye dört elle sarılmaktan ibarettir.
Ve yaşamak; dürüstler için, kalpleri yıkanmışlar için kolaydı.
Görevi başarmak, sorumluluğu karşılamak, kısacası mütevazı bir namus ve ahlâk seviyesine ulaşmak -evet ulaşmak,ulaşabilmek- övünülecek şey miydi? Bunun verdiği iç huzuru yeter bir mükâfat değil miydi? Hedefi de işte bu mükâfattı, ona da ancak son nefesinde erebilirdi insan. Ama insan.
Öğleye doğruydu, Ankara bir an için nefesini tuttu, havasızlıktan bunalacak gibi oldu, sonra da ciğerlerinin bütün gücüyle gökyüzüne doğru haykırdı:
Sen bilirsin artık Allah’ım!
Ordu, Afyon’da taarruza geçmişti. Tarihin en güzel milletini yıllardır bağlayan kördüğüme nihayet kılıç iniyordu. Camiler doldu boşaldı, bütün gün dua dakikalarıyla doldu.
Vurun, Allah yardımcınız olsun!
Vurun ehl-i imanın öcü alınsın!
Vurun; güneş güneşliğini bulsun, ağaçlar şenlensin, ekinler başak bağlasın, örsler çekiçler şarkılarına başlasın Vurun, toprağın hasreti dinsin!
Vurun; anaların yüzü gülsün, çocuklar yaşamak diye bir şey olduğunu öğrensin, vurun!
Vurun ki kahpe felek utansın!
Vurun, vurun, vurun ve vurun ki dünyanın aklı başına gelsin.Ve Allah sizden memnun kalsın, Muhammed’in ruhu şâd olsun. Vurun!
Vurun ki şehitlerimiz, şehitlerimiz, şehitlerimiz, milyonlarca şehitlerimiz var; cennetteki matem bitsin!.. Vurun, bunun için vurun!..
Akıldan üstün, akla hükmeden bir şey var. Mizaç. Değişmeyen, insanın bırakamadığı, insanın kendisi olan budur. Bu, Allah’ın bastığı damgadır. Bir müddet için gizleniyor, hattâ düzeltilmiş, tahsil ve terbiye ile değiştirilmiş zannediliyor. Ama ânı gelince derhal ve noksansız olarak ortaya çıkıveriyor.
İnsan zor mahlûk.
Biri, bir defa yaşanır diye içiyor, her fırsatta çiftleşiyor, çalıyor, çırpıyor, aldatıyor, düşene rastladı mı hiçbir sebep olmasa bile sırf keyf için bir tekme de o atıyordu. Aynı sözü benimseyen, öteki gibi bir defa yaşandığına inanan bir başkası ise bir defa, bir tek defa yaşayacağı için verdiği sözü tutuyor, hakkı tutuyor, adaleti tutuyordu.
Bütün mesele mizaçları anlayabilmekte. Bunu yaptınız mı umulmadık davranış kalmaz, üç aşağı beş yukarı bütün neticeleri kestirebilirsiniz. İhanet ihanet olmaktan çıkar, aldanış diye bir şey kalmaz ve ancak seçilen işbirliklerinden söz edilebilir.
Fakat öyle dönemler vardır ki insanlara ikinci bir beyin seçme şansı getiriyordu da onlar gene işporta işporta dolaşıyor, kan ter içinde kalıyor, uykusuz geceler geçiriyor, günlerce diken üstünde kıvranıyor, eninde sonunda da gene kendi eski akıllarını bulup kapıyorlardı.
Akıldan üstün, akla hükmeden bir şey var. Mizaç. Değişmeyen, insanın bırakamadığı, insanın kendisi olan budur. Bu, Allah’ın bastığı damgadır. Bir müddet için gizleniyor, hatta düzeltilmiş, tahsil ve terbiye ile değiştirilmiş zannediliyor. Ama ânı gelince derhal ve noksansız olarak ortaya çıkıveriyor.
Bir yığın fare gemiyi bırakıp gitmişti. Şurada burada rastlananlar da kaçmaya hazırlanıyor, yol için gerekenleri arıyor ve koparabilecekleri son çıkarları ve koparmış olduklarından kalan kırıntıları toparlamaya çalışıyordu:
Bunların aralarında ülkücü ve vatanlarını canlarından bin kat fazla seven gazeteciler, yazarlar vardı. Ki aslında Ankara’ya ün, para ve bir koltuk edinmeye gelmişlerdi. Yunan Sakarya’nın doğu kıyısına atladı ya; inlerine, kovuklarına, bataklıklarına dönüyorlardı. Bizans kalıntılarına dönüyorlardı.
Bunların arasında yeni kurulacak sandıkları Türkiye’nin maliyesine, ticaretine, onarılmasına yardımcı olmak için can atanlar vardı. Beraberlerinde muskalar, reçeteler getirmiş ve işe koyulmuşlardı bile. Aslında vurguncu kapkaççı, karaborsacıydı bunlar. Yunan Sakarya’nın doğu kıyısına geçti, o pırıl pırıl Yeni Türkiye masal oldu ya; inlerine, kovuklarına, bataklıklarına dönüyorlardı. Bizans kalıntılarına dönüyorlardı.
Bunların arasında ötekiler kadar bile olamayan, bir küçük maaşçığı bile kabule hazır, çoğu da kabul etmiş ama hepsi de ileride güzel günlerde parlak durumlar uman, hiçbir işe yaramaz, hiçbir iş için bir damlacık ter dökmemiş, sorumluluk duymamış maceracılar ve asalaklar da vardı. Yunan Sakarya’nın doğu yakasına atladı ya, işte şimdi tası tarağı toplamış, inlerine kovuklarına, bataklıklarına dönüyorlardı.
Bunların arasında umutsuz yaşayamayan ama umut besleme gücünden de yoksun yaratılmış pırlanta gibi delikanlılar vardı. Ki kulaktan ve sadece propaganda odaklarından masalını dinledikleri güneş gibi kocaman ve göz kamaştırıcı bir başka umudun peşinden, Yunan Sakarya’nın doğu yakasına atladı, bu umut ancak eroğlu er yürekler ister oldu ya, Rusya’ya yollananlar vardı.
İnsan ölümünün öcünü alabilir mi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir