İçeriğe geç

Conversations with Friends Kitap Alıntıları – Sally Rooney

Sally Rooney kitaplarından Conversations with Friends kitap alıntıları sizlerle…

Conversations with Friends Kitap Alıntıları

Beklemek gün geçtikçe beklemek gibi değil de hayatın ta kendisi gibi gelmeye başladı: Hayat, beklediğiniz şey gerçekleşmemekte ısrar ederken dikkatinizi dağıtmak için yaptığınız işlerdi.
Nick’e kendim hakkında hiç anlatmamış olduğum her şeyi düşündüm ve bunun üzerine, mahremiyetim sanki vücudumu saran koruyucu bir bariyermiş gibi, kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Kimsenin asla dokunmamış ve algılamamış olduğu bir iç dünyaya sahip, özerk ve bağımsız bir insandım.
Beni rahatlatmak istiyordu, anlayabiliyordum ama ona izin vermeyecektim. İnsanlar sürekli beni rahatlatabilsinler diye zayıflık göstermemi istiyorlardı. Kendilerini değerli hissetmelerini sağlıyordu bu; gayet iyi biliyordum.
Çaresizliğin çoğu zaman güç kullanmanın bir yolu olduğunu düşünüyordu.
Nedir benim bu yazarlarla alıp veremediğim, dedi.
Entelektüel olarak seni mahvedebilecek kadınlardan hoşlanıyorsun sadece, dedim.
Kocama iyi mi geliyorsun, Frances? Bunu yapma hakkını sana ne veriyor?
As a feminist I have the right not to love anyone
Did I only worry about this question because as a woman I felt required to put the needs of others before my own? Was ‘kindness’ just another term for submission in the face of conflict?
Dünya, buruşturulup top yapılmış bir gazete kağıdı gibi oradan oraya tekmelenecek bir şeydi benim için.
Faşizmle ilgili söylenebilecek bir şey varsa o da iyi şairlerinin olduğudur.
Başkalarına iyi davranıyor muydum? Buna karar vermek zordu. Şayet bir kişiliğim olduğu ortaya çıkarsa bunun kötücül kişiliklerden biri olacağından korkuyordum. Yoksa bu soruyla ilgili endişe etmemin tek sebebi, bir kadın olarak başkalarının ihtiyaçlarını kendiminkilerin önüne koymak zorunda hissetmem miydi? İyi kalplilik çatışma esnasında boyun eğmenin başka bir adı mıydı yalnızca?
Kendimi geliştiriyorum, diye düşündüm. Öyle akıllı olacağım ki kimse beni anlamayacak.
Muhtemelen bir daha hayatımda önemli hiçbir şey olmayacak ve ölene kadar bir şeyleri süpürüp duracağım.
Nick, kahve ya da gürültülü müzikten aldığım o mantıksız ve duyumsal keyfi, sohbet etmekten de almamı sağlayan, Bobbi’den sonrak ilk insandı.
Acı çekiyorsun, dedi.
Herkes acı çekiyor.
Of, dedi Bobbi. Çok derin.
Kriz dönemlerinde hepimiz kimleri sevdiğimize tekrar tekrar karar vermeliyiz.
“İnsanlar, sevdikleri şeyi yok etmeye, daha sonra da yok ettiklerini yeniden sevmeye meraklıdırlar.”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Beklemek gün geçtikçe beklemek gibi değil de hayatın ta kendisi gibi gelmeye başladı: Hayat, beklediğiniz şey gerçekleşmemekte ısrar ederken dikkatinizi dağıtmak için yaptığınız şeylerdi.
“Belki de hiçbir şeyin suçunu üstlenmek zorunda kalmamak için pasif davranmayı seçiyordur.”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“İyi kalplilik” çatışma esnasında boyun eğmenin başka bir adı mıydı yalnızca?
“Şayet bir kişiliğim olduğu ortaya çıkarsa bunun kötücül kişiliklerden biri olacağından korkuyordum.”
“… kırılganlığımı ne kadar hafife aldığımı ilk kez o gece anladım.”
Entelektüel kazanımın ahlaki açıdan en iyi ihtimalle nötr olduğunu bilsem de başıma kötü şeyler geldiğinde ne kadar zeki olduğumu düşünerek kendimi iyi hissederdim.
Hayat, beklediğiniz şey gerçekleşmemekte ısrar ederken dikkatinizi dağıtmak için yaptığınız işlerdi.
Bobbi depresyonun geç dönem kapitalizm koşullarına karşı insani bir tepki olduğunu düşünüyor.
Birçok şeyi normal insanlardan daha çok umursuyorum, diye geçti aklımdan. Biraz rahatlayıp kafaya takmamayı öğrenmeliyim.
Beni birlikte yaşanabilecek bir insana dönüştürdüğün için sana teşekkür etmeliymişim gibi hissediyorum.
Senin düşünme ve hissetme şeklinde çok güzel bir şey var, ya da, dünyayı deneyimleme şeklin belli bir açıdan çok güzel.
Egom hep bir mesele olmuştu. Entelektüel kazanımım ahlaki açıdan en iyi ihtimalle nötr olduğunu bilsem de başıma kötü bir şeyler geldiğinde ne kadar zeki olduğumu düşünerek kendimi iyi hissederdim.
Hayat, beklediğiniz şey gerçekleşmemekte ısrar ederken dikkatinizi dağıtmak için yaptığınız işlerdi.
“Fakat alkışlar aynı zamanda performansın bizzat bir parçası gibi de gelmişti, hatta en iyi parçası ve kendimi belli bir tür insana dönüştürme çabamın en saf ifadesiydiler: övgüye ve sevgiye layık bir insana. “
“Şeyler ve insanlar etrafımda hareket ediyor, anlaşılmaz hiyerarşilerde konumlanıyor, tanımadığım ve asla tanımayacağım sistemlerde rol alıyorlardı. Karmaşık bir nesneler ve kavramlar ağı Bir şeyleri anlamadan önce onları yaşamanız gerekiyor. Her zaman analitik konumu üstlenemezsiniz.”
“Bir şeyle baş edebilecek türden birisi olduğunu düşünüyorsun, sonra o şey oluyor ve bir bakıyorsun ki meğer baş edemiyormuşsun.”
“Başkalarına iyi davranıyor muydum ? Buna karar vermek zordu. Şayet bir kişiliğim olduğu ortaya çıkarsa bunun kötücül kişiliklerden biri olacağından korkuyordum. Yoksa bu soruyla ilgili endişe etmemin tek sebebi , bir kadın olarak başkalarının ihtiyaçlarını kendiminkilerin önüne koymak zorunda hissetmem miydi ? “İyi kalplilik” çatışma esnasında boyun eğmenin başka bir adı mıydı yalnızca ? “
Ve onunla kavga etmeye ve ne konuda kavga edebleceğimize karar versem de, onun ne diyeceğine ya da söylediklerinin canımı ne kadar acıtacağına karar veremiyordum.
Birini üstünkörü tanıyıp sonradan her şeyi gözlemlediğini öğrenmek tuhaf bir şey. İnsan, oha, benimle ilgili neler fark etti acaba diyor.,
Yeterince uzun bakınca, tıpkı çok kereler okuyunca anlamını yitiren bir sözcük gibi, yüzümün hatları da ayrışmaya ya da birbiriyle olan sıradan ilişkilerini kaybetmeye başlıyordu.
Neticede bazı gerçekliklerin daha az gerçekçi bir etkisi olduğunda karar kıldım
Birçok şeyi normal insanlardan daha çok umursuyorum.
Beklemek gün geçtikçe beklemek gibi değil de hayatın ta kendisi gibi gelmeye başladı. Hayat, beklediğiniz şey gerçekleşmemekte ısrar ederken dikkatinizi dağıtmak için yaptığınız işlerdi. İşlere başvurdum ve seminerlere gittim. Hayat akıp gitmeye devam etti.
Bir şeyle baş edebilecek türden birisi olduğunu düşünüyorsun, sonra o şey oluyor ve bir bakıyorsun ki meğer baş edemiyormuşsun.
Dünya, buruşturulup top yapılmış bir gazete kağıdı gibi oradan oraya tekmelenecek bir şeydi benim için.
Gradually the waiting began to feel less like waiting and more like this was simply what life was: the distracting tasks undertaken while the thing you are waiting for continues not to happen.
İyiyim. Olmam gereken insan olamamışım gibi hissediyorum sadece.
Devasa düşünceler düşünmek yerine küçük bir şeye, düşünebildiğim en küçük şeye odaklanmaya çalıştım. Üzerinde oturmakta olduğum bu sırayı biri yaptı, diye düşündüm. Biri ahşabı zımparalayıp cilaladı. Biri kiliseye taşıdı. Biri yerdeki taşları döşedi, biri pencerelere camları yerleştirdi. Her bir tuğla insan eliyle döşendi, her bir kapının her bir menteşesi, dışarıdaki bütün yollar, her bir sokak lambasındaki her bir ampul. Ve makinelerin yaptığı şeyler bile aslında başta o makineleri yapmış olan insanlar tarafından yapıldı. Ve insanların kendileri de mutlu çocuklar ve ailelere sahip olmak isteyen başka insanlar tarafından yapıldı. Ben, giydiğim tüm elbiseler, konuştuğum dilin bütünü. Beni bu kiliseye kim koydu, bu düşünceleri kafama kim soktu? Kimisini çok iyi tanıdığım, kimiyle de hiç tanışmamış olduğum başka insanlar. Ben, ben miyim yoksa onlar mıyım? Bu ben miyim: Frances? Hayır, ben değilim. Başkaları. Bazen kendime zarar veriyor muyum, beyaz olmanın hak edilmemiş kültürel ayrıcalığını sömürüyor muyum, başkalarının emeğini takdir etmeyi unutuyor muyum, ciddi ahlaki yükümlülüklerden kaçınmak için toplumsal cinsiyet teorisinin indirgemeci bir tekrarından istifade ettiğim oldu mu, bedenimle sorunlu bir ilişkim var mı, evet. Ağrıdan azade olmak istiyor muyum ve dolayısıyla başkalarının da, benim ve dolayısıyla onlarından da olan ağrılardan azade yaşamlar sürmesini talep ediyor muyum, evet, evet.
Sonraki birkaç gün boyunca telefonuma saatlerce bakakaldım ve hiçbir iş yapmadım. Zaman, ekrandaki saatte gözle görülür biçimde geçiyordu ama buna rağmen geçişini fark etmiyordum sanki. Nick beni o akşam ya da o gece aramadı. Ertesi gün ya da onun ertesi gün de aramadı. Hiç kimse aramadı. Beklemek gün geçtikçe beklemek gibi değil de hayatın ta kendisi gibi gelmeye başladı: Hayat, beklediğiniz şey gerçekleşmemekte ısrar ederken dikkatinizi dağıtmak için yaptığınız işlerdi. İşlere başvurdum ve seminerlere gittim. Hayat akıp gitmeye devam etti.
Nick’in boşalttığı bir bardak gibiydim ve o an içimden dökülen her şeye bakmam gerekiyordu: kendi değerime ilişkin tüm hezeyanlarıma ve olmadığım biri gibi davranma heveslerime. Hâlihazırda bunlarla doluyken görememiştim onları. Şimdi ise hiçbir şey olmadığımdan, yalnızca boş bir bardak olduğumdan kendimle ilgili her şeyi görebiliyordum.
Pencereden istasyona baktım. Hayatımdaki bir şeyin sona erdiği hissine kapılmıştım; belki de sona eren, bütün ya da normal bir insan olduğuma ilişkin algımdı. Hayatımın sıradan fiziksel acılarla dolu geçeceğini ve bunun hiçbir özel yanının olmadığını fark ettim. Acı çekiyor olmak beni özel kılmayacaktı, acı çekiyormuş gibi yapmak da beni özel kılmayacaktı. Bu konuda konuşmak, hatta yazmak bile acı çekmeyi yararlı bir şeye dönüştürmeyecekti. Hiçbir şey dönüştürmeyecekti.
Onun dışında nasılsın, dedi. O ultrason şeyi yarın yapılacak, değil mi?
Ona yanlış tarih verdiğimi ancak o zaman hatırladım. Unutmamıştı, benim hatamdı. Muhtemelen ertesi gün için telefonuna hatırlatma koymuştu: Frances’e ultrasonun nasıl geçtiğini sor.
Aynen, dedim. Haber veririm, diğer telefon çalıyor, o yüzden şimdi kapatıyorum ama seni yarınki zımbırtı bitince ararım.
Tamam, olur. Umarım iyi geçer. Endişeli falan değilsin, değil mi? Gerçi sen pek bir konuda endişe etmiyorsun herhâlde.
Elimin tersini sessizce yüzüme değdirdim. Bedenim cansız bir nesne gibi soğuktu.
Hayır, o senin işin, dedim. Yakında konuşuruz, tamam mı?
Tamam. Haberdar et beni.
Telefonu kapattım. Sonrasında yüzüme, hep sahip olduğum yüze, ölene kadar sahip olacağım yüze biraz soğuk su çarpıp kuruladım.
İnsanlar sürekli beni rahatlatabilsinler diye zayıflık göstermemi istiyorlardı. Kendilerini değerli hissetmelerini sağlıyordu bu; gayet iyi biliyordum.
Gülümsüyordum. Gözlerim hâlâ kapalıydı. Her şeyde yanılmış olmak güzel bir duyguydu. Ne zamandır seviyorsun beni, dedim.
Seninle tanıştığımdan beri herhâlde. Felsefe yapmak istesem seni ondan evvel de sevdiğimi söylerdim.
Beni çok mutlu ediyorsun.
Öyle mi, dedi. Güzel. Seni çok mutlu etmek istiyorum.
Ben de seni seviyorum.
Alnımı öptü. Konuştuğunda sözleri hafif gibiydi ama sesinde gizlenmiş bir duygu sezinliyordum ve bu beni derinden etkiliyordu. Peki, dedi. Yeterince acı çektin bence. Bundan sonra çok mutlu olalım.
Senin de güzel şeylere sahip olmaya hakkın var.
Dünya buruşturulup top yapılmış bir gazete kâğıdı gibi oradan oraya tekmelenecek bir şeydi benim için.
Hissetmek istemediğim bir sürü şey hissediyordum. Hiçbir şeyi hak etmeyen harap bir insan olduğumu hissediyordum.
Ben onun hayatının başka insanlarla beraberken bakmak ya da düşünmek istemediği belli bir kısmına hapsolmuştum.
Ani ve karşı konulmaz bir dürtüyle, Seni seviyorum, Nick, demek istedim. Öyle kötü bir his değildi; biraz komik ve çılgıncaydı, oturduğun yerden kalkıp birden ne kadar sarhoş olduğunun farkına varmak gibi. Ama doğruydu. Ona âşıktım.
Daha ziyade, Nick’in anlayışı koşulsuz gibiydi, sanki nasıl davranırsam davranayım benim tarafımdaydı; Bobbi’nin ise ben dahil herkese uyguladığı kuvvetli prensipleri vardı. Nick’in kötü yargılarından Bobbi’ninkilerden korktuğum kadar korkmuyordum. Nick, düşüncelerim bir sonuca varmasa da beni dinlemekten mutlu oluyordu; hatta kendi davranışlarımla ilgili, beni kötü gösteren hikâyeler anlattığımda bile.
Artık kendimi iki büklüm olmadan yürüyebilecek ve kendime hazır kahveyle kızarmış ekmek hazırlayabilecek kadar iyi hissediyordum. Ekmeğe kalın bir tabaka tereyağı sürüp küçük ısırılarak yavaş yavaş yedim. Sonra kendimi temiz hissedene kadar duş aldım ve havlulara sarınıp yavaşça odama gittim. Yatağın üstüne oturup, saçımdan sırtıma sular aka aka ağladım. Ağlamak sorun değildi çünkü kimse beni göremezdi ve ben de asla kimseye söylemeyecektim.
Kollarımı kavuşturmuş, kıvrılmış yatarken aklımdan şu buruk düşünce geçti; bütün güç onda, benimse hiçbir gücüm yok. Bu tam olarak doğru değildi ama kırılganlığımı ne kadar hafife aldığımı ilk kez o geve anladım. Nick’le olabilmek için herkese, Melissa’ya, Bobbi’ye yalan söylemiştim. İçimi dökebileceğim, yaptıklarımla ilgili anlayış gösterecek kimse bırakmamıştım kendime. Ve bütün bunlar başkasına âşık biri içindi. Gözlerimi yumup başımı sertçe yastığa gömdüm. Bir önceki gece beni istediğini söylediğinde nasıl hissettiğimi düşündüm. İtiraf et işte, dedim kendi kendime. Seni sevmiyor. Canını acıtan bu.
Zor birkaç hafta geçirdim, dedi. İnternetteki şey için özür dilerim.
Sana soğuk davrandım, biliyorum. Zatürre olduğunu fark etmemiştim.
Gülümsedi ve dizimin altındaki yumuşak kısma dokundu.
Seni rahat bırakmamı istediğini düşündüm, dedi. Kendimi çok hasta ve yalnız hissediyordum gerçekten. Ama benimle alakadar olmak istemiyorsun gibi geldi.
Hayır, bana gece rüyanda beni gördüğünü söylemeni istiyordum, demeyi düşündüm.
Ülkeden ayrılmadan evvel Nick’e kalmaya geldiğimizi söyleyen bir e-posta yolladım. Melissa söylemiştir eminim, ben yalnızca olay çıkarmak gibi bir niyetim olmadığı konusunda seni temin etmek istedim, diye yazdım. Tamamdır, seni görmek güzel olacak, diyerek cevap verdi. Mesajını açıp tekrar tekrar baktım. O kadar ruhsuz ve anlamsızdı ki beni çileden çıkardı. İlişkimiz bittiği için beni tekrar tanıdık statüsüne indirmiş gibiydi. İlişkimiz bitmiş olabilir ama bir şeyin bitmiş olması, hiç yaşanmadığı anlamına gelmez ki, diye düşündüm.
Muhtemelen bir daha hayatımda önemli hiçbir şey olmayacak ve ölene kadar bir şeyleri süpürüp duracağım.
Nick, kahve ya da gürültülü müzikten aldığım o mantıksız ve duyumsal keyfi, sohbet etmekten de almamı sağlayan, Bobbi’den sonraki ilk insandı. Beni güldürüyordu.
Birçok şeyi normal insanlardan daha çok umursuyorum, diye geçti aklımdan. Biraz rahatlayıp kafaya takmamayı öğrenmeliyim.
Acı çekiyorsun, dedi.
Herkes acı çekiyor.
Of, dedi Bobbi. Çok derin.
Bobbi benim hakkımda konuştuğunda kendimi ilk kez aynada görüyormuşum gibi gelirdi. Gerçek aynalara da daha çok bakar olmuştum.
Muhtemelen bir daha hayatımda önemli hiçbir şey olmayacak ve ölene kadar bir şeyleri süpürüp duracağım.
Hayat beklediğiniz şey gerçekleşmemekte ısrar ederken dikkatinizi dağıtmak için yaptığınız işlerdi. İşlere başvurdum ve seminerlere gittim. Hayat akıp gitmeye devam etti.
Melissa olmadığında, fotoğraflarda görünen kişilerin ilişkileri bulanıklaşıyordu.
İtiraf et işte, dedim kendi kendime. Seni sevmiyor. Canını acıtan bu.
Gerçek yazarlar ve ressamlar, yarattıkları çirkin şeylere sürekli bakmaya devam etmek zorundadırlar.
Hava, sokaklarda çaresizce hapsolmuş gibiydi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir