İçeriğe geç

Din-Ahlak ve Saygı-Biat Üzerine Aykırı Yazılar Kitap Alıntıları – Alâeddin Şenel

Alâeddin Şenel kitaplarından Din-Ahlak ve Saygı-Biat Üzerine Aykırı Yazılar kitap alıntıları sizlerle…

Din-Ahlak ve Saygı-Biat Üzerine Aykırı Yazılar Kitap Alıntıları

Pavlus’un yöneten-yönetilen ilişkileri hakkında koyduğu normu aktarabiliriz: Herkes, baştaki yönetime baglı olsun. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle yönetime karşı dire­nen Tanrı buyruguna karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargıla­ nır___ Yönetim senin iyiligin için Tanrıya hizmet etmektedir___ Yalnız Tanrı’nın gazabı nedeniyle degil, vicdan nedeniyle de yö­netime baglı olmak gerekir___ Yönetim Tanrı’nın hizmetkarıdır.
Şaşırmamak gerek, hiçbir dinde başka inanç ve düşüncelere saygı yoktur.
Eski şeflerin, ölmüş ataların ruhlarına, totemlere saygı, şefin kişili­ğinde temsil edilerek ata kültü biçimini alacaktır. Şefliklerde saygının, patriarkın ölümünden sonra anısına, ruhuna saygı bi­çimini alabildiğinin ipuçlarını, neredeyse evrensel bir kuruma dönüştürülmek üzere yaygınlaştırılmış ata kültü geleneğinde yakalayabiliriz: Ataların kemiklerinin ( Çatalhöyük’te) üzerle­rinde yatılan sekilere gömülüşü bunun bir örneğidir. (Kim bilir atalarımızın kemikleri sızlar deyişi belki o zamanlardan kal­madır.)
Animizm (cancılık) yani (güneş, toprak gibi) doğa öğelerinin ve (fırtına, yersarsıntısı gibi) doğa güçlerinin, insanlarınkine benzer duyguları, düşün­celeri, istençleri, amaçları ve eylemleri olduğu inancı. Bir başka deyişle, doğa güçlerinin kişileştirilmesi, özneleştirilmesi
Aristoteles, ahlak felsefesinde karı koca ilişkilerini (özgür kadının köle kadar erdemsiz olmayacağı düşüncesiyle) efen­di-köle ilişkilerinden çok, aristokrasi-halk ilişkilerine benzetir.Efendinin kölesiyle dost olmasının söz konusu olmamasına karşılık kocayla karısı arasında dostluk kurulabileceğini kabul eder. Ama bu dostluğun, iki özgür erkek arası dostluktan çok, eşitsiz yanlar arasında kurulmuş eşitsiz ilişkilere dayanacağını söylemekten geri durmaz. Dahası, doğanın erkeği üstün yarat­mış olup, erkeğin erdemini buyurmakta kadının boyun eğmekte göstereceğini ileri sürmektedir.
Sihirci olsun, sihir (büyü) yaptıran, inanan kişi olsun doğaya tapınmaz. Aşkınöznelere yalvarıp yakarmaz. Doğayı (is­tenmeyen bir şeyi yapmaması, isteneni yapması için) etkilemeye çalışır. Bu yolda hatta doğa güçlerine buyurmaya kalkar.
Din, sınıflı toplumun, eşitsizlikçi (çalıştıran efendi-çalıştırı­lan köle, serf) yöneten egemen-yönetilen uyruk biçimlerindeki yurttaşlık ilişkilerinin yansıtılıp, pekiştirilip, (iknayla) yeniden üretilmesini kolaylaştıran kurumudur.
Ah çocuklar Kötüye gidiyor bu dünya Eskiden böyle miydi ya Ne saygı kaldı ne ahlak Para düzenin tanrısı Annen baban Haksızlığın kurbanı Yoksa biz de bilirdik Zengin olmayı
Saygının, saygı gösteriminin dereceleri arasında etek öpme de vardır.El öpme diz çökmeden önceki, etek öpme sonraki saygı derecesi olarak görünmektedir. Arada, elin eteğin birbiri ardına öpüldüğü el etek öpme bulunur.Diz çökmeden etek öpmek kolay değil!
Konfüçyüscü Klasikler içinde, saygı-eğilme ilişkisi şu deyişle dile getirilmekteydi:
Egemen esen yel gibidir. Halk ise otlara benzer. Yel eserken otlar eğilir.
Sömürgeci İngiliz yönetimi sati töresini (1840’larda) yasaklamış. Brahman dinciler (din adam­ları) gelip İngiliz sömürge yöneticilerinden, ölen brahman ile birlikte karısının da yakılması törelerine saygı gösterilmesini istemişler. Brahmanların biz sizin geleneklerinizi Hindistan’da sürdür­menize saygı gösteriyoruz, siz de bizimkilere saygı göstermelisiniz dedikleri söylenir. Yasaklayan İngiliz komutanın buna yanıtı, tamam, siz kendi geleneklerinizin gereğini yapın, biz de bizimkilerinkini. Bizde suçsuz bir kadını yakanlar ölümle ceza­ landırılır olmuş. Ortada apaçık bir ahlak sorunu vardı. Kim haklı, diye düşün­ müştüm. Brahman eşinin, külleri kocasınınkiyle birlikte Ganj’a serpilmesi için yakılınaya can attığını (!) söyleyen, töreye saygı gösterilmesini isteyen sömürge halkının mazlum brahmanlar kastı üyeleri mi? Yoksa bu töreyi yasaklayan zalim sömürge­ciler mi? Vardığım sonuç, soyut (aşkınözne) olsun, somut (yontu) biçiminde olsunlar putlara saygı değil, gerçek insan öznelere, insana saygı gösterilmeli olmuştu.
tektanrıcı dinin kul insa­nının doğası, fıtratı anlayışı, şöyle derlenip toplanabilir: İnsan, ölümlü, kendini yönetme yetisini yitirmiş, tensel (yeme, içme, çiftleşme gibi) tutkuları ağır basınca tanrının buyruğunu duyma­yabilen, tanrının buyurduğu yoldan ayrılabilen, hatta Şeytan’a kulak verip tanrıya (Tanrı’nın hiyerarşik düzenine) başkaldıra­bilecek olan, zayıf, kötü, günahkar, zalim bir kuldur. Öyleyse, kendisini yönetmesine izin verilmemelidir. Tanrının buyrukları­na göre ve sımsıkı denetlenerek yönetilmelidir. Ruhunun ölümsüzlüğü ile avutulmalıdır. Budünyada alamadığı haklarının ve özgürlüklerinin ötedünyada verileceğine inandırılmalıdır. Ken­disine yapılan haksızlıkların hesabının, haksızlık yapanlardan ötedünyada sorulacağı söylenmelidir. Bu dünyada mutlu yaşama olanağı bulamazsa ötedünya için sonsuz mutluluk umudu veril­melidir. İçine, bu dünyada işleyeceği günahları karşılığı olarak sonsuza dek yanıp işkence göreceği korkusu salınmalıdır.
Aristoteles, kölelik kurumunu savunurken geliştirdigi dogal kölelik kuramı ile : Önce kimi insanların dogadan, doguştan yeterli düşünme yeteneginden yoksun olup, ancak kendi­lerine buyrulanı yapabilecek kadar akla sahip olduklarını ileri sürer. Sonra bu kimselerin efendilerin hizmetine ve yönetimine girmelerinin her iki yanın ya­rarına olacagı görüşünü savunur
Kimi dinci felsefeciler de insanın ancak ruhunun ötedünyada özgürlüğe ve hak ettiklerine kavuşabileceğini söylemektedirler. Öl kardeşim öl, öl ki hakkını alabilesin ! Kuramda durum, onun mantıksal çözümlemesi bu yönde. Uygulamada durum ne?
Köy Enstitüsü çıkışlı profesörümüz İbrahim Yasa’nın eleştirdiği Ziya Gökalp’in şu şiiri söz konusu görev anlayışını dillendirmektedir:
Ahlak yolu pek dardır , Tetik bas önü yardır ,Sakın hakkım var deme , Hak yok vazife vardır ,Hak milletin, şan onun ,Gövde senin can onun, Dökülecek kan onun Gözlerimi kaparım va­zifemi yaparım. Yasa, teksir ettirip öğrencilerine dağıttığı ders notlarında, bu alıntının altına hak da vardır vazife de. Vazifemi gözlerimi kapayarak değil açarak yaparım notu düşmüştü.
Rab sözcüğünün İngilizce yazına çevrilmiş biçimi olan Lord sıfatının da hem tanrı, hem lsa, hem feodal bey, hem kral, hem köle sahibi için kullanılıyor olmasında durum böyle.
Benzer biçimde, köleliğin kaldırılmasından sonraki yüzyıllarda, hatta günümüzde bile efendim ile açılan telefon konuşmaları ve ( köleniz anlamına geldigi bilinsin bilinmesin) bendeniz sözcügünün kullanıldığı kibarlık gösterileri, köleci, eşitsizlikçi ilişkilerin dilde fosilleşerek zamanımıza dek kalabilmiş kalıntı­ları ve kanıtları olarak görülebilir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Mezopotamya’dan (MÖ 3. binyılların katmanları arasından) çıkarılan çiviyazılı tabietlerde görüyoruz. Bunlarda, ister dinsel ister yönetsel sıradüzeni ba­samaklarındakiler arasında olsun, yazışmalar Efendim sözüy­le başlayıp köleniz deyişiyle sonlandırılmaktadır. Kendisine efendi diye seslenilen üst konumdaki (üstün statüdeki) kişi de kendisinden bir üst konumdakine kulunuz sözünü kullanarak (hitap etmekte) seslenmektedir.
Hakların, özgürlüklerin, tektanrıcılıkta ötedünyaya, Brahmacılıkta ruhun daha sonraki yaşamlarına olmak üzere, ölümden sonraya ertelen­ mesiydi. Bu bakımdan ötedünyacılık ile öteyaşamcılık olarak nitdediğim anlayışlar arasında, işlevleri söz konusu olduğunda, hiçbir önemli ayrım (fark) yoktur denebilir.İkisi de, yazgıya kat­lanma düşüncesine, düzene boyun eğme tutumuna hizmet etti.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tanrılara, çalışmayan çalıştıran efendilerin ve kölelerini yönetir gibi uyruklarını yöneten yöneticilerin nitelikleri (buy­rukçulukları) verilmiştir. Sıradan insanlar, uyruklar ise, yönetici karşısında, efendi-köle eşitsizlikçi ilişkisindekine benzer olarak, uysal kölelik konumuna indirilmiştir.
Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı! Bu yaratılış mitosunda, tanrı kuşakları arası egemenlik sa­vaşlarından söz edilir. Içinde, savaş sonrasında insanın, sava­şı yitiren yanın tutsak alınan tanrılarının köleleştirilmelerini önlemek için, onlar yerine, savaşı kazanan yitiren tüm tanrılara hizmet=kulluk=kölelik etmesi için yaratıldığı açıkça be­lirtilmiştir: Mitosun yaratıcı baştanrısı Marduk’un ağzına (IV Tablet’te, 5.-8. dizelerde) Kan yaratacağım ve kemik oldura­cağım, sonra lullu’yu çıkaracağım ortaya, ‘Insan’ olacak adı!. ..
(Onun üstüne) yıkılacak tanrıların hizmeti [tanrılar çalışma­sınlar] dinlenebilsinler diye sözleri konmaktadır.
Yehova’nın, Tevrat’ın birçok yerindeki, sözümü dinlerseniz size vaat ettiğim süt ve bal akan ülkeyi miras bırakacak, nüfusunuzu denizin kumla­rı kadar çoğaltarak,öteki halkları köleleriniz olarak elinize vereceğim gibi sözleri böyledir. Sözümü dinlemez, sizle yap­tığım ahdi (sözleşmeyi) bozar, başka ilahlara tapınırsanız, sizi düşmanlarınızın eline vereceğim, onlara kölelik edeceksiniz korkutmacaları da öyle. Bunlar, göçebe İsrailoğullarının yerleş­me amacıyla Kenanlılarla kuşaklar boyu süren savaşlarının öy­küleri arasından kolaylıkla bulunup çıkarılabilecek karayazgı örnekleri olarak gösterilebilir
Tarih, olup bitenlerden sonra yazılır. Yazılırken altına olayın olduğu tarihten daha önce­sinin tarihini atmaya, böylece (sözde) olacaklar hakkında ahkam kesmeye kalktıklarında, dinci tarihçilerin ellerini tutan olmaya­caktır.
Yöneticilerin, yönetici ailesi üyelerinin, hatta sıradan uyrukların gelecekle­riyle ilgili sorularına yanıt arayıp bulmaya başladıklarında, astronomiden astrolojiye geçilip ecel gibi yazgı anlayışlarına ulaşmış olacaklardır.
Mevsimler hakkındaki, mevsimlere bağlı doğa olayları hak­kındaki bilicilikleri (kehanetleri) şaşkınlık yaratmış olmalı. Anlaşılan örneğin olası selleri önceden bildirmelerinin gizemini sık sık kendilerine sorulmuş. Bu tür sorulara yıldızlar bize söylüyor gibi yanıtlar verdikleri anlaşılıyor. Bunu Sümer ya­zısında ve dilinde yıldız simgesinin (Süm. ingir) hem yıldız hem tanrı anlamına gelmesinden çıkarabiliyoruz. Yazgı kav­ramını da, ölüm yanı sıra yıldızlara bağlı gördükleri mevsim­lerin sırasının değişmezliğine (determinizme) bakarak edinmiş görünürler.
Babil astrolojisini oluşturan bilgi birikiminin kaynağı Sü­merli dincilerin tanrının topraklarında yapılan tarımı yönetir­ken gereksinim duydukları yeryüzü ve gökyüzü gözlemlerinden edindikleri astronomii bilgilerine dayanır. Sümer dincileri, hazır takvimlerin bulunmadığı koşullarda, tarım mevsimleri­nin ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini gökyüzü gözlemlerinden çıkarabildiler. Bu gözlemlerinden sağladıklan bil­gilerden üretimde yararlanmaları saygınlıklarını ve erklerini artırdı.
Dinsel ideolojik hegemonyanın yoğunlaşması, ona karşı ve ondan yana ideolojik savaşımı hızlandırdı. Ortalıkta kader, kaza, tevekkül, sabır, inşallah maşallah, hamdolsun, Allah’a emanet ol, işin doğası, fıtratı, riski gibi sözler cirit atmakta. Her insanın yaratılışıyla birlikte, önceden saptanmış yaşam süresinin sonu­nu belirten bir yazgı olarak ecel inancı da bunlardan biridir. Hangi çağda? Dünyanın hemen her ülkesinde, çeşitli nedenlerle yüreği duran kimselerin (inançlara, yakarmalara değil) bilimsel bilgilere ve teknikiere başvurularak yaşama geri döndürüldük­lerine tanık olunan bilim ve ileri teknoloji çağında! Böyle bilgi­lerin bilinmediği, böyle teknolojinin bulunmadığı zamanlarda, toplumlarda, durumlarda sonuç, yazgının, ecelin değil olanak­sızlığın ürünüdür. Olanakların bulunduğu koşullarda kalp ma­sajı vb tekniklerle yaşama döndürülen bir gencin, bir çocuğun ecelini, yazgısını Allah’ın önlediğini mi kabul edeceğiz? O za­man bilimin, doktorların adını bile anmadan Allah’a şükür! mü diyeceğiz?
Fıtrat , insan doğası anlamına gelen bir kavramdır. Bir işin (örneğin kömür madenciliğinin) fıtratından, ancak sözcü­ğün mecazi anlamında söz edilebilir. Söz konusu işin insan is­tenç (irade) ve eyleminden bağımsız doğasından söz etmek, insan sorumluluğunu örtmeye ya da çözüm yaratıcı insan aklını ve emeğini küçümsemeye yarar. Aynı biçimde, bir işin doğası­nın yazgı derecesinde kaçınılmaz riskli olduğunu ileri sürmek yanlış olacaktır. Onun insan girişiminden bağımsız riskinden söz etmek, girişimcilerin sorumluluğunu örtme ya da hafifletme girişimi olabilir. Altında böyle bir amaç yoksa, düpedüz yanlış­tır: Önlenemeyecek derecede riskli (tehlikeli) işe girişmezsin olur biter. Girişir de kendi yaşamını, sağlığını tehlikeye atarsan aptallık edersin; başkalarını tehlikeye atarsan ahlaksızlık!
Olay doğmadan önce ya da sonra kaçınılmaz bulmak, gerçekliği etkile­yip değiştirmeye değil, olup bitene katlanıp boyun eğmeye yarar. Olsa olsa acılara katianmayı psikolojik olarak kolaylaştırır.
Kader, mitolojide ve edebiyatta da işlenen metafizik bir kavramdır. Bilimsel değeri yoktur. Çünkü bilimsel anlayışa göre, neden zaman içinde önce gelir; sonuç onu izler Kader! (yazgı) denilen, bir şey olup bittikten sonra, geçmişe bakılıp, doğan sonucun başından belli ve kaçınılmaz olduğunu söylemektir.Kaçınılmaz olduğu sonradan değil önceden söylenebilseydi bir anlamı olurdu. Her şey olup bittikten sonra bir olay, örneğin bir doğal yıkım (afet) için ne yapılırsa yapılsın kaçınılmazdı demek (ölüm olgusu dışında) doğruluğu yanlışlığı kanıtlanamayacak bir saçmalama­dır.
Bir tarlanın etrafını çitleyip ‘burası bana aittir’ diyen ve bu söze İnanacak kadar saf kişiler bulan ilk insan uygar toplumun kuru­cusu olmuştur. Bu sınır kazıklarını söküp atacak. .. ‘Bu sahtekara kulak vermekten sakınınız! Meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız mahfolursunuz’ diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu.Rousseau
Firavun sözü, Tevrat, lncil ve Kur’an’da kötü­lük timsali anlamında bir sıfat olarak, öteki yöneticiler için de kullanılagelen bir küfür niteliği kazanmıştır. Deccal (lng. Anti­ Christ), Şeytan sözcükleri de benzeri amaçlarla, benzeri anlamlarda kullanılan ve dinsizlikle ahlaksızlıkla, kötülükle özdeş­leştirilen kavramlardır. Ezidilerin peygamberinin adı olan Adi (Şeyh Adi bin Musafir el-Urnavv i ) ve Şii ayaklanmasını (680’de Kerbela’da) bastıran Emevi halifesinin adı olan Yezid de çok kötü sayılan kimseleri nitelemede (örneğin o ne yezittir bile­ mezsin sözünde) kullanılmaktadır.
Ama ilerde, tektanrıcı dinde egemenlerin çoğunun bencilce budünyacı tatları, hatta tutkuları amaç edinip, mutluluğu onlar­da aramalarına karşın, kendilerini uyrukların mutluluğuna, tin­sel değerlere, dinsel davalara adamış kimseler olarak göstermeye çalışmaları, siyasal ahlakın ikiyüzlülüğünün neredeyse evrensel bir özelliği olacaktır. Ayrıca, Siduri’nin sözlerinde, ölüm ol­gusuna dayandınlarak başlatılan kadere boyun eğme ahlakı dile getirilmiştir. Onu, kazalara, belalara, yoksulluğa kadermiş gibi katlanılması isteği izleyecektir.
Gılgamış boşuna bu çaba, aradığın sonsuz yaşamı bulamayacaksın asla; tan­rılar sonsuz yaşamı kendileri için sakladılar. İnsanoğlu doğar, yaşar ve ölür. Tanrıların ona çizdiği kader böyle. Gelene kadar acı­masız son, tadını çıkar önündeki yaşamın, acıyla değil mutluluk içinde yaşa hayatını. Tadını çıkar yemeklerin. Yaşadığın her gün zevk versin sana, yıkan ve güzel giysiler giyin, müzikle ve dansla şenlensin evin. Elini [parmağını] tutan çocuğunu sev, kucakla ka­rını mutlu et onu. İşte budur insanlar için en iyi yaşamanın yolu.
ahlak kurallarının genel, evrensel olduğunu söyleyenlerden belli (egemen) sınıfların belli (yönetici) grupların insanlarını onlara uymaktan kurtara­cak yolların bulunduğu görülür.
monarşilerde, uy­rukların monarkı sevip saymaları, bir ahlak kuralı olarak da­yatılır. Monarka hizmet bir erdem, ona boyun eğmezlik ağır bir ahlaksızlık (ihanet!) sayılır.
soyut ve evren­sel denebilecek birkaç siyasal ahlak ilkesinden söz edilebilir: Si­yasal gerçekliği çarpıtmama; halkı aldatmama (ta başta yurttaşlara yalan atmama); kamu (tüm olarak toplum) yararını, sınıf, grup, birey yararına kurban vermeme vb. Uygulamada ise, dünyanın hemen her yerinde (farklı oranlarda da olsa) bu gibi ilkelere uyulmasından çok uyulmamasının kural olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Yanlışlık nerede, kuralda mı, kralda mı?
Yoksul haçlıların öksüz kalmış çocuklarının toplanıp yakarılarla (dualarla) uğurlanması girişimi trajik sonuçlanmıştır. Suya ilk at­layanların boğulması, denizin açılmaması üzerine (l2l2’de) bin­lerce çocuğun dilenci çetelerinin, oğlancılık ticareti yapanların, köle tacirlerinin eline düşmesi olayına tarihlerde ender değini­lip, bu ayıp unutturulmaya çalışılmaktadır.
Haçlı ordu­larıyla şimdiye dek kadın tanımış dolayısıyla ilk günahı yinelemiş olanları gönderdiğimizden Tanrı yardımcı olmadı. Kadını tanıma­mış olan dolayısıyla günahsız çocuklardan bir Haçlı ordusu oluşturursak, tanr ı (Musa’nın denizin yarılmasıyla karşıya geçişinde yaptığı gibi) yardımcı olur. Filistin’e deniz üzerinde yürüyerek gider ve babalannın yapamadığı işi yaparak, lsa’nın mezarının bu­lunduğu toprakları islamlardan alırlar
Augustinus (MS 354-430) İtiraflar adlı yapıtında, çocuklu­ğunda işlediği (komşunun bahçesinden meyv e çalma gibi) gü­nahları Şeytan’a ciro etmiştir. Böylece her şeyi yoktan yaratan, dolayısıyla yarattıklarının her eyleminden ve düşüncesinden sorumlu olması (mantıksal tutarlılık gereği) beklenen tanrıyı, bu dünyadaki kötülüklerin sorumluluğundan kurtarmak iste­miştir. Bunu ilk günah ın kalıtsallığı düşüncesiyle tüm insanla­rın günahlarının kaynağını cinsel tutkularda bularak yaptığı Yer Devleti-Gök Devleti ayrımıyla başarmıştır.
Kritias’ın (MÖ 455-403) çözümlemesinde ahlakla ilgili ne var? Tanrılara inancın, bir toplumda insanla­rın denetlenmesine yarayacak bir ahlak işlevi görmesi düşün­cesiyle uydurulduğu düşüncesi. Bu denetim yönteminin, kişi­lerin gözetlendiği sanısı vermeyle, insanları, eninde sonunda cezalandırılmayla korkutulup , güç anlarında ise tanrılardan yardım görecekleri yolunda umutlandırma olduğu. Sonuçta, insanların, gerçeklik hakkında aldatıldıkları, ama iyi bir amaç­la aidatıldıkları söylenmektedir. lyi amaç, güçsüz kimselerin güçlülerin uşağı durumuna düşürülmelerini ve kötülerin (ceza görmeyebilecekleri düşüncesiyle) kötülük etmeyi sürdürmeleri­ni engelleme olarak görünmektedir.
Ilk olarak kurnaz düşünceli adamın biri tanrı korkusunu insanlara buldu, Korkulacak bir şey bulunsun diye Işler, düşünür, söylerlerse gizlice.
Buradan tanrılığı ortaya çıkardı.Kritias
Platon’un metaller mi­tosunda (bkz. Devlet, 41 4e-4 15c) halka, yararlı bir yalanla, hem hepiniz top­raktan doğdunuz, birbirinizin kardeşisiniz hem de ama tanrı kiminizi altınla, kiminizi gümüşle, kiminizi demirle mayalandırmıştır diye özetlenebilecek inançların benimsetilmesi istenmiştir.
Mitos söze, yazıya dökülürken, tanrılar efendilere, yöneti­cilere; kullar uyruklara, kölelere benzetilmişti. Böylece kuru­lan tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki kalıbı, içinde yaşanıp esinlenilen sınıflı toplumun eşitsizlikçi ilişkilerinin açıklanmasına, aklan­masına yaradı.
Dincilerin yönettiği tapınak çevresinde gelişen Mezo­potamya kent devletlerinde, ideolojiye de dinsel biçim verildi. En olgun anlatımı Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı mı içinde bu­lunan bu ideolojiye göre insan, tannlara hizmet (kulluk) etmek için yaratılmıştır. Insanlarla tanrılar arasında, yaratan-yaratılan inancına dayandırılan mutlak eşitsizlikçi ilişki normları sapta­nıp geliştirilmiştir. Kulların yaradanı adaklarıyla ve kurbanlarıyla beslemeleri, onları övmeleri, saymaları, buyurduklarını yapma­ları, yalvarıp yakarıp tapınmaları (yani tannlarını yüceltirken kendilerini aşağılamaları) istenmiştir. Böyle bir yaratan-yaratılan mitosu, çalışan-çalıştıran, yöneten-yönetilen ilişkilerine, kabaca efendi-köle ilişkisi modeline dayanan sınıflı uygar toplum gerçe­ğinin simgesel bir simülasyonundan başka bir şey değildi.
Polybios : Kitlelerin ancak umutla ve korkuyla yönetilebileceğini düşünen, bu yolda tanrılara inanmanın değil asıl inanmanın aptallık olduğunu söyleyenlerin aptallık ettiğini belirten Yunan asıllı Romalı düşünür.
Tutukevleri insanların vicdanlarıyla baş başa kalıp işledikleri suçların değerlendirmesini (muhasebesini) yaptıkları yerler değildir. lşlenenin dışında çeşitli suçların öğrenildiği yer­ler, suç eğitimi alınan üniversiteler gibidir.
Kropotkin, Ne kimilerine yurttaşlık ödülü, kimilerine kırbaç dağıtan yargıcı, ne şeytandan melek­ten söz eden rahibi istiyoruz der.
Anar­şist düşünürler, acıyla, acı korkusuyla koşullandırma kadar insanların tatlıyla, umutla, ödüllendirmeyle yönlendirilmesine de karşıdırlar. Onlara göre, hem korkunun hem umudun etki­siyle gösterilen davranışlar özgür eylem sayılamaz. Ödül bek­lentisiyle, ceza korkusuyla karşı karşıya bırakılan kişi, sorunu aklıyla çözümleyip, vicdanına göre değerlendiremez. Çünkü özgür istencine, özgür eylemde bulunmasına fırsat, olanak bı­rakılmamıştır. Bu konularda Kropotkin’in şu düşüncelerine de­ğinilebilir: Çocuğu ürküterek boyun eğdirmek çok kolaydır. Cehennem işkencesini, acımasız bir tanrının cezasını överler. Devrimlerin korkunçluğundan söz ederler.
Toplumun yapısı ve insan ilişkileri (ahlak) konusunda anarşist düşünürler, anababanın, devletin, savaşın, savaşçının, polisin insanları zorlamayla, şiddetle, terörle yönlendirme, yani acıy­la koşullandırma anlayışına karşıdırlar. Aynı zamanda, öcüy­le koşullandırma inançla, hacıyla koşullandırma denebilecek koşullanduma yöntemlerine de (dinin, rahiplerin, hocaların ko­şullandırmasına da) karşı çıkmaktadırlar. Bu yolda tapınakların, tutukevlerinin kapatılmasını, orduların dağıtılmasını, ceza ya­salarının kaldırılmasını, devletin yok edilmesini istemektedirler.
Cinsel ahlak kurallarıyla erkeklerden çok kadınların dav­ranışlarına sınırlar getirilmesi, kadınlar üzerinde egemenlik kurulması, bu ahlak anlayışının göreli değerini! göstemek­tedir. Gerçekten, söz konusu sınırlamalar, erkeklerce ve erkek yönetimlerince en önemli ahlak değeri (namus) olarak görü­lüp, savunulagelmektedir. Onların aile kurumunun korunması amacına yönelik olduğunun ileri sürülmesi inandırıcı değildir; işin bahanesidir. Denetimin erkekler üzerinde kadınlardaki ka­dar etkili biçimde işletilmemesi bunu gösteriyor. Erkeklerin bu denetimden kaçabilmelerini sağlayacak yolların yöntemlerin (örneğin muta nikahı, cariye edinme, çokkarılılık, genelevler) geliştirilmiş olması, amacın hiç de ailenin her bir üyesinin mut­luluğu olmadığını apaçık göstermektedir. Denetimin hiç de iki yanın yararına işletilmediğini ortaya koymaktadır.
Kadını sahiplenme yolunda denetime alma çabaları, aile kuru­mu ve erkek bakış açılı cinsel ahlak kuralları desteğiyle sürdü­rülüp yeniden üretilmektedir. Bu yolda, kadının erkeğin mutlu­luğunun aracı olduğu anlayışına dek gidilebilmektedir. Örneğin (Hıristiyanlığın asıl kurucusu ve Hıristiyan etiğinin birçok değe­rinin koyucusu) Pavlus (MS l. yüzyıl) bu anlayışı yansıtan bir deyişle, İncil içine alınan mektuplarının birinde (Korintlilere Bi­rinci Mektup’ta l l/9’da Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. diye yazabilmiştir. Dahası, ahlaksızlık suçlaması, daha çok erkeğin bu cinsel denetiminin dışına kaçmaya çalışan kadınlar için kullanılmaktadır. Erkeğin kaçamakları için pek kullanılmamaktadır.
Muhammed’in de kölelerinin bulunduğu, lslam kaynakla­rında açıkça anlatılmaktadır. Cariye sözüyle anlatılmak istenen, bilindiği gibi dört karı alabilme yanı sıra sınır konmayan sayıda sahip olunabilen (satın alınabilen) kadın köle konumunda­kilerden başka kimseler değildi. Dahası, lslam imparatorluğu orduları ve tacirleri, Afrika’da bir yandan lslamlığı yayarken, öte yandan köle ticaretini (lngilizler bu işten çekildikten sonra) ele geçirip, onun güvenlik içinde yürütütınesini sağlamışlardı.
Kutsal Kitap’ın ilk kitabı Tevrat içinde şunlar söylenmektedir: Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıka­ran tanrın RAB benim. Benden başka tanrın olmayacak. .. Çün­kü ben, tanrın RAB kıskanç bir tanrıyım. Benden nefret ede­nin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım. Burada, Rab sözcüğünün, kul karşıtı bir konumun sıfatı olarak, efendi anlamına gel­diği belirtilmeli.
Stoacılar, evrensel akıldan pay almış bütün insanları kapsayan eşitlik değerini savundular. Ama kuramlarında bile Roma’daki yaygın kölelik olgusuna önemli olan insanın kendini tutkuların tutsaklığından kurtarmaktır savıyla karşı çıkmayarak iç tutar­sızlığa düştüler. Senaca’nın biz de onlar kadar yazgının elinde birer köle değil miyiz? Kimi şehvetin, kimi tamahın herkes umudun, herkes korkunun kölesidir sözleri bunu gösteriyor. Roma Stoacı düşünüşünün öteki sözcüsü Cicero da, yazılarında benzeri bir görüşü işleyip yalnızca bilge kişi özgürdür; aptal olan köledir ; demişti.
Bu durumdan yararlanabilen kişiler, gruplar, topluluklar, sınıflar, doğruluğuna inanmadıkları, kendilerinin bile izlemediği ahlak ilkelerini, çıkarlarına uygunsa, başkalarına dayatmaya çalışabil­mektedirler. Çıkarlarına uygun görmedikleri ilke ve davranış­ları ise, ahlaksız, yanlış görüp gösterebilme yoluna girebilmektedirler.
ahlaktan en çok söz edildiği yerlerde ve zamanlarda, ahlak söyleminin en çok sömürülüp, (Katonculuk örneklerinde görül­düğü gibi) ahlaksızlığın ahlak perdesi gerisinde en fazla arttığı söylenebilir.
Bu tür eylemlere katılanlar arasında Cuma namazlarına ka­tılmayan pek az kimse vardır. Türk-lslam ahlak sentezi deni­lebilecek inançlara ve değerlere katılmayan onlara da katılmaz. Çünkü onlar, farklı insan değerleri edinmişlerdir, farklı işleyen vicdanları vardır, farklı (dinsel inançlarla, ulusal onurla özdeş­ leştirilmeyen) ahlak kuramlarından haberleri vardır. Öte yandan 6-7 Eylül 1955 olaylarında öldürülenlerin sayısını bilen, yazan var mı? Bilmememizin sağlanması ve bilmememiz, bir başka ahlaksızlık örneği olarak gösterilebilir.
İnançların ve inançtarla sunulup, günah larla, kesilecek ağır cezalarla yaptırımlara bağlanan (eleştirel akla dayanmayan) dinsel ahlakın, insanları birleştirmek kadar bölüp ötekileştirme amacıyla kullanılabildiğini biliyoruz.
Kast ahlakı: Hindistan’da kast ahlakı Brahmacılıktan Hin­duculuğa geçmiş görünüyor. Etkilerini Gandi’nin, ileri sürdüğü Svadeşi kavramıyla ilgili açıklamalarında görebiliyoruz: Sva­deşi içimizdeki bizi yakın çevremizdekileri kullanıp onlara hizmetle sınırlayan, daha uzaktakileri dışlamanızı sağlayan
ruhtur bu akla pek yatkın görünmeyebilir. Ama Hindistan da [halkı da] akla pek yatkın olmayan bir ülkedir
Buda’nın Yaptığı örnek alınabilecek en bilinen davranışı, Brahmanlar kastı kökenli (en üst kasttan) olmasına karşın alt kastlardan bir kızdan su isteyip içmesi olmuştur. Ancak, kast düzeninin kaldırılmasıyla ilgili bir sözü, bir isteği Budacı geleneğe aktarılmış bulunmamaktadır.
Stoacı filozof Seneca’nın efendilerin kölelerine eşitiymiş gibi (örneğin onlarla yemek yiyerek) davranmaları gerektiği yolundakine benzer bir ahlak anlayışıyla Muhammed ile ilgili bir Islam meselinde de karşılaşılmaktadır: Kölesiyle bir de­veye nöbetleşe binerek sürdürdüğü bir yolculukta, kente yaklaşılan bir noktada sıra kölesine gelmiştir. Kölesi, görenler kendini kınar diye sırasını Muhammed’e bırakmak istemiş, Muhammed bunu kabul etmemiştir. Bu meselde de köleyle köle sahibi eşit degerde gösteriliyor. Bir de Kur’an’a bakalım: Kur’an-ı Kerim, Nahl suresi, 75. ayeti: Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı ol­muş bir köle ile katımızdan kendisine verdigimiz güzel rızktan gizli ve açık ola­rak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Dogrusu hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çogu bunu bilmezler. (Kaynak: Kur’an­ Kerim ve Açıklamalı Meali, Ankara, 2001, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları).
Kadınlara seslenirken:
Fakat bilmenizi isterim, her erkeğin başı Mesih ve her kadının başı erkek ve Mesih’in başı Allah’tır. Başı örtülü olarak dua eden her erkek, başını küçük düşürür eğer kadın örtünmüyorsa saçı da kesilsin, fakat kadına saç kes­mek, yahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün. Çünkü erkek Allah’ın sureti [biçimi] ve izzeti [değeri, yüceliği] olduğu için [utanması gerekmez] başını örtmemelidir; fakat kadın erkeğin izzetidir. Çünkü erkek kadından değil, fakat kadın erkektendir; çünkü erkek de kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı.
Hıristiyan kullara (kölelere) seslenirken:
Ey kullar, göze görünür hizmetle insanları hoşnut eder gibi değil, fakat Mesih’in [İsa’nın) hizmetçileri gibi Allah’ın ira­desini candan yaparak, ve insanlara değil Rabbe [Efendi’ye] oluyor gibi iyi niyetle hizmet ederek, ve gerek kul, gerek hür, herkesin ne iyilik yaparsa, Rab tarafından onu alaca­ğını bilerek, bedene göre olan efendilerinize, [ruhunuzun efendisi] Mesih’e hizmet eder gibi, yüreğinizin saddiğinde korku ve titreme ile hizmet edin. Ve efendiler, onların ve si­zin Rabbiniz[in] göklerde olduğunu ve onun indinde şahsa itibar olunmadığını [kullarına karşı eşitsiz davranmadığını – A.Ş.] bilerek, tehdidi bırakıp kendilerine aynı şeyleri [?] yapın.
Aziz Pavlus Kilisesine bağlı Romalı uyruklara (tebaya) seslenirken:
Herkes, üzerinde olan hükümetlere tabi olsun; çünkü Al­lah (2000 tarihli Kutsal Kitap başlıklı Yeni Çeviri’de Tan­rı ) tarafından olmayan hükümet yoktur; ve onlar Allah tarafından tanzim olunmuştur. Bundan dolayı hükümete mukavemet eden Allah’ın tertibine karşı durmuş olur; ve karşı duranlar aleyhlerine hüküm alırlar Hükümetten korkmamak ister misin? Iyi olanı yap çünkü sana iyilik için [yönetimler] Allah’ın hizmetçisidir. Fakat kötü olanı yaparsan, kork; çünkü kılıcı boş yere taşımıyor. Allah’ın hizmetçisidir, kötülük yapana gazap için intikamcıdır. Bunun için, yalnız gazaptan ötürü değil, fakat vicdandan [ah­laktan] ötürü tabi olmak lazımdır. Çünkü bunun için de vergiler eda edersiniz.
İsa kurtuluşun nasıl gerçekleştirileceğini ise şu sözlerle anlattığı belirtilmiştir:
Bir yerde [Tevrat’ta] göz yerine göz, diş yerine diş denildiği­ni işittiniz. Fakat ben size derim: kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağını kim vurursa, ona ötekini de çevir abanı alandan gömleğini esirgeme. 02 ) Nietzsche böyle bir inancı köle ahlakı olarak nitelemede haksız değildi.
Artık sorun çözücü kültürler olgu­sunun varlığından söz edilebilir. Bu gelişmeler, soruna katlanıcı kültürlere duyulan gereksinimi giderek ortadan kaldıracaktır. Böyle dönemlerde bile aklın, bilimin, teknolojinin kazanımıa­rına değil, çağdışı bir konuma düşmüş dinsel ideolojinin (kor­kudan ve umuttan öte bir şey sunmayan) inançlarına bağlanıl­ması isteniyorsa, bunun arkasında başka amaçlar bulunabilir.
Altında bilisizlik (cahillik) yoksa, arkasında, açıkçası, insanların eşitsizlikçi ilişkiler, eşitsizlikçi değerler yoluyla sömürülmesini sağlayan toplumsal düzenlerin değiştirilmesini istemeyip, onun sürdürülmesinde çıkarı bulunan kesimler vardır.
Insanlığın kültürel evriminde, maddesel ve simgesel araçlarının yaşamın başlıca sorunlarını çözmeye bile yeterli olmadığı evreler yaşanmıştır. Böyle evrelerde soruna katlanıcı kültürler geliş­tirilmiştir. Bu kültürlerde, sunulan inançlarla insanlara yaşama sarılma yolunda psikolojik bir destek sağlanabilmiştir. Böyle bir kültürde, bir yandan sömürü sürdürülürken, öte yandan hem sömürüye, hem ölüm gibi aşılamayacak olgulara, hem de yer­ sarsıntısının yarattığı, ancak ilerde aşılabilecek sorunlara katla­nıcı ahlak ilkeleri ve ahlak değerleri geliştirilecektir.
Gerçeklikte, Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişkisi, insanlar ile (orta­lıkta görünmeyen) tanrılar yerine, onların vekilleri, temsilcileri, sözcüleri olduklarını ileri süren peygamberler, yöneticiler, dinci­ler arasında işletilecektir.Tüm insanların yaradanları karşısında eşit kullar olduğu söylemi, toplumsal gerçeklikte eşitsiz konum­lara yerleştirilenlerin gözlerine indirilmiş gerçekliği görmelerini engelleyen bir perde işlevi gördüğü için sürdürülegeldiği anla­şılıyor.
Aşılanan inançlar yoluyla, görevlerini yapmasının kendi çıkarına, yapmayıp tanrının buy­ruklarına uymamanın ise zararına olacağını düşünmesi sağlan­mıştır. İnsan iyi ile kötüyü (hayır ve şer’i) ayırt edemeyeceğine göre (Nietzsche’nin köle ahlakı dediği, burada kul ahlakı olarak okuyabileceğimiz bir anlayışla) tanrının kendisi için biç­tiği yazgıya katlanmalıdır. Yani başına gelecek iyiliklere ve kö­tülüklere karşı çıkıp onları önlemeye, değiştirmeye kalkmamalı­dır. Yazgıyı değiştirmek gibi olanaksız işlere kalkışmaması kendi iyiliğine, kendi hayrına olacaktır.
Enuma Eliş içinde ve onu izleyen tektanrıcılığa dek varacak dinsel geleneklerde, balçıktan yaratılan bir yaratığın, doğru dü­şünemeyeceği, kendisi için iy i olanı kötü olandan ayırt edemeyeceği açıkça ya da üstü örtülü olarak belirtilmiştir. Kendisin­den, (bir tür görev ahlakı anlayışıyla) yaradanın kendisi için hayırlı gördüğü görevleri yerine getirmesi istenmiştir. Görevle­rini yapması, yapamaclığında başına gelebilecekler korkusundan kurtarıp kendisini rahatlatacaktır.
Önce, çogu tarımsal üretimle ilgili doga güçleri, aşkınözneleştirilmişlerdir. Bu, eşitsizlikçi toplumun çalışmayan çalıştıran katmanının insanlarından, işlerini kendi yapmayıp buyrukla yaptıran yöneticilerinden esinlenilerek başa­rılmıştır. Sonra, tanrıların (aşkınöznelerin) insanları kendilerine hizmet edecek kullar (köleler) olarak yarattıkları söylenmiştir. Böylece, düşünen, eylemlerini düşünerek kendi istenciyle yürü­ten gerçek özne olma niteliği, insanlardan alınıp tanrılara yani sanal öznelere sunulmuştur. O zaman insanlar, yaratılan, yara­danlarına can borcu olan, kendilerini yönetebilecek düşünme gücünden ve istençten (iradeden) yoksun kimseler sayılmıştır. Kendileri için bile iyiyi kötüden ayırt edemeyen yaratıklar ko­numuna düşürülmüştür. Dinsel metinlerde bu anlayışın birçok örneği gösterilebilir.
Erkek kültürü bu ağırlığını, uygar sınıflı topluma varacak gelişmeler dizisiyle daha da artıracaktır. Söz konusu gelişmeler, yerleşik çiftçi toplulukların ambarlarına, önce talan ile başlatı­lıp, sonra hafifletilerek yağma olarak elkonmasıdır. Daha sonra bu elkoyma sömürülen toplulukların öteki yağmacı göçebelere karşı ve haraç karşılığında korunması geleneğiyle sürecektir. Haracın orana ve düzene bağlanmasıyla (günümüze dek sürecek) vergi toplama yoluna girilecektir.
Bir topluluğun insanları öteki toplulukların insanlarına karşı ahlak kurallarıyla bağlı görülmemektedir. Hatta onlara yapılan yapılacak (evrensel in­sanlık ahlakı açısından ahlaksızlık sayılabilecek) her türlü kö­tülük, kahramanlık, şehitlik, yiğitlik gibi kavramlarla özendiri­lebilmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir