İçeriğe geç

Büyük Kapatılma Kitap Alıntıları – Michel Foucault

Michel Foucault kitaplarından Büyük Kapatılma kitap alıntıları sizlerle…

Büyük Kapatılma Kitap Alıntıları

Kısacası, iki kutuplu (normal-anormal) olan psikiyatri makinesi iki kutup arasında ayrım yapmaz
Anlatılan deneyde tek aldanmayanlar, hastalar arasına sızan akıllıları tanıyabilecek olanlar sadece hastaların kendileriydi. Bu şunu kanıtlar ki, tedavi personelinin hatas sı, yanılgılı bir algının sonuçlarına bağlı değildir. Ve delilerin (sadece onların) bizlerden farklılıklarının bilincinde olduklarını kabul ederek belki de en eski inançlarımızı tersine çevirmeniz gerekir. Sadece onlar bu farklılığa hakim olacaktır; onlar üzerinde denetim kurma ve kendi iktidarımızı onlara dayatma acelemiz buradan kaynaklanır.
Bilgi, sadece içgüdüler arasındaki oyunun, karşı karşıya gelmenin, birleşmenin, mücadele ve uzlaşmanın sonucudur.
Hapishane, katışıksız negatif dışlama işlevlerine indirgenemeyecek kadar karmaşık bir örgütlenmedir.
Bentham’ın düşü olan ve bir kişinin herkesi gözleyebildiği Panopticon, özünde burjuvazinin düşü veya düşlerinden biridir.
Dünya, yöneticileri psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir.
Pek yakında ölecek olan, bizim içimizde zaten ölmekte olan(ve ölümü tam da bizim güncel dilimizi taşıyan) şey homo dialecticus’tur.
Benim için söz konusu olan, bir düşünce sisteminde veya bir toplumda doğrulanan ve değer verilen şeyin ne olduğunu bilmek değil; reddedilen ve dışlanan şeyi incelemekti.
Güç bela mırıldanan acınası yoldaşlar, ışıkları söndürüp gidin ve mücevherleri geri verin. Yeni bir gizem şarkı söylüyor kemiklerinizde. Meşru garipliğinizi geliştirin.
Büyük kapatılmanın gerçekleştiği asıl mekan insan ruhudur; akıl hastanesi hapishane gibi normların dışına çıkmış ruhları terbiye edip iyileştirmek için varolan kurumlarsa bu büyük kapatılmanın karanlık yüzünü gizleyen sözde insancıl okullar .
Dolayısıyla Foucault’ya göre hapishanenin asıl işlevi suçluları ıslah etmek değil, suçu sorunsallaştırarak suça eğilimlilik adı verilen bir öznel deneyim kurmak ve iyi çocuklar ı bu yeni ve bilimsel olarak tanımlanmış deneyimin içerimlediği normlara göre koşullandırmaktır.
Her halükârda, bugün bizi yönetenler bize karşı ve bizi düzene sokmak için bizi dışarıdan işgal eden düşmanın ve bizi içeriden tehdit edenlerin ikili baskısını kullanıyorlar.
Bilginin radikal kötülüğü.
Doğanın bilinmesi doğal değildir.
Bilgi içgüdüsel değildir, içgüdü karşıtıdır; tıpkı doğal değil
doğal-karşıtı olması gibi.
Bilgiyi doğuracak olan şey sonuçta risk ve rastlantıdır.
Bilgi, aslında, insan doğasının parçası değildir.
Bilgi analitik biçimde, doğal bir türev alma biçimine göre türetilemez.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bilgi öznesinin kendi tarihi vardır.
Kelimeler ve Şeyler, aslında, çok okunan fakat az anlaşılan bir kitaptır. Bilim tarihçilerine ve bilim insanlarına hitap ediyordu, iki bin kişi için bir kitaptı. Çok daha fazla insan tarafından okundu, ne kötü.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kitaplarımın, başkalarının kendi alanlarında istediklerini yapmalarına yarayacak bir alet bulmak için karıştırabilecekleri bir tür tool-box olmasını istiyorum.
Yazan herkes gibi ben de bir dil hastasıyım. Benim kişisel hastalığım dilden iletişim kurmak için yararlanmayı bilmememdir.
Deliliğin Tarihi’ni yazdığımda öyle cahildim ki, anti-psikiyatrinin İngiltere’de zaten var olduğunu bilmiyordum ve böylece kendimi iş işten geçtikten sonra bir akımın içinde buldum.
Varlığı tartışmak, on beşinci yüzyıldan beri felsefi öğretinin bakış açısı olan kapalı bir tarihsel geleneğin içinden konuşmak anlamına gelir. Bu nesneler beni sıkıyor.
Nesnesi olmayan felsefi söylem yoktur.
Psikiyatri hastanesindeki hastaların, lisedeki öğrencilerin, tutukevindeki mahkûmların günümüzde isyanı aynı hareket içinde getirdiklerini görmek ilginçtir.
On dokuzuncu yüzyıldaki herhangi bir kurumun tüzüğü size sunulup bunun ne olduğu sorulabilir. Bu, 1840’taki bir hapishanenin tüzüğü müdür yoksa aynı dönemdeki bir lisenin, bir fabrikanın, bir öksüzler yurdunun veya bir tımarhaneninki midir? Bunu bulmak zordur.
Kendi geleceğimizin efendisi olmak istiyorsak, esas olarak, bugün sorusunu ortaya atmamız gerekir.
Geleceği yapanın biz olduğumuzu sanmıyorum. Gelecek, meydana gelen şeye tepki verme tarzımızdır, bir hareketi, bir şüpheyi hakikate dönüştürme tarzımızdır.
Felsefenin, Nietzsche’ye kadar, varlık nedeni ebediyetti. İlk filozof-gazeteci Nietzsche oldu. O, bugünü felsefenin alanına dahil etti. Ondan önce filozofun bildiği zaman ve ebediyetti. Fakat Nietzsche de kafasını güncelliğe takmıştı.
Psikolog da, bir insanın tutması gereken yola karar vererek, bir tür iktidar uygular. Bir çocuğun neyi öğrenip neyi öğrenmemesi gerektiğine karar verdiğinde veya bir yumurcağın eğiliminin, örneğin, mühendis veya avukat olmak olduğunu ileri sürdüğünde bir kişinin geleceğine pratik olarak karar verir.
Günümüzde dünya hastane modeline göre evrilme yolundadır ve yönetim bir tedavi işlevi edinmektedir. Yöneticilerin işlevi, hakiki bir toplumsal ortopediye uygun olarak, bireyleri gelişme sürecine uyarlamaktır.
On dokuzuncu yüzyıl önemli bir aşamanın başlangıcına işaret eder: Monarşi dünyadan kaybolur.
Günümüzde insanlar artık sefalet tarafından değil, tüketim tarafından kuşatılmıştır.
İnsanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehdit ederek – ”ya fabrikaya gidersin ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin! ”- sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor.
Islah edilinceye kadar kapalı tutmaktan oluşan sistem tamamen yenilgiye uğramıştır.
Sartre bütünselleştirdiği her yerde gerçeklikten uzaklaşıyor.
Felsefe çoktan yıkıldı. İnsanların entitenin bütünselliğinden, ”yazı ”dan, ”gösterenin maddiliği ”nden ve benzeri diğeri şeylerden söz ettikleri, küçük, belirsiz bir üniversite bilim dalından başka bir şey değil.
Bir filozofun çalışmaları hakkındaki fikrim mi? Fikrim filozofların çalışmadığıdır!
Ensestin yasaklanmasının amacı da malların, özellikle çeyiz ve gelinlerin çeyiz dışı mallarının dolaşımını sağlamaktı.
-Size yapısalcı filozof etiketini yapıştıran Piaget mi oldu?

Foucault: Pek sanmıyorum, o bunu beceremez, zavallı. O asla bir buluş yapmadı.

Benim yapısalcı olduğumu sanmak için insanın adının Piaget olması gerekir.
Bize deniyor ki hapishaneler aşırı kalabalık. Peki ama ya aşırı-hapsedilmiş olan halksa?
Ölüm herkesin başına gelecek olan şeyi söyler.
Sonsuza dek kaybolacak olan şey delilikle ilişkilidir.
Leuret: Deli değil miydiniz?
A: Sanmıyorum (duş)
Leuret: Deli miydiniz?
A: Öyleyse işitmek ve görmek deli olmak demek.
Leuret: Evet.
A: Bu durumda, bayım, bu delilik.
Su artık yatıştırıcı banyo, kireçlenmiş bir toprak üzerine nihayet düşen taze yağmur değildir: Sürprizdir; nefes kesen ve insanın elinden bütün direnme gücünü alan şeydir. Duş ansızın yaptırılır veya aniden sıcak suyun yerine soğuk su verilir; hastanın birdenbire suya batan bir düz satha yerleştirildiği de olur. Hasta, gömlekli, bağlıdır; başının üzerinde değişen bir mesafede çapı beş santimetreye kadar çıkabilen bir musluk vardır; çünkü soğuk, fizyolojik bir serinletmenin etkin faili değil; kuruntuları yerle bir eden, gurur kıran, cinnetleri gündelik gerçekliklere indirgeyen saldırganlıktır.
Pomme, bir histeri hastasını, on ayda, üç bin saatten fazla ılık banyo yaptırarak iyileştirdi: Bu rejimde, eski bir parşömen gibi kurumuş sinir sistemi, kabuk kabuk döküldü, idrarla çıktı ve yerine tamamen yeni, tamamen parlak güzel lifler geldi.
On sekizinci yüzyılın sonuna kadar su deliliğe karşı kullanıldı, çünkü şu tür hayali güçlere sahipti: soğuk, banyo biçiminde; ama özellikle duş biçiminde, manyayı iyileştiriyordu; soğuk ve durgun bir hastalık olan melankolide ılık banyolardan veya enfüzyon ve tenkiyeden yararlanılıyordu: Ağır vakalarda, hastaların durmadan yatırıldığı enfüzyon banyoları uygulanıyordu.
Deliliğin suyla tedavisi on yedinci yüzyılda Etmüller’in bir gözleminden itibaren tutarlı bir şekilde yerleşir: İki tekerlekli bir arabaya zincirlenerek taşınan bir manyak şiddetli bir sağnak tarafından iyileştirilir.
Sarhoşluk, deliliğin kısa ve geçici modeli; baş dönmeleri, hafif, dağınık, puslu, çok sıcak bir gövdede ve yakıcı bir ruhta yoğunlaşmakta olan delilikler; melankoli, karanlık ve sakin su, kasvetli göl, gözyaşları içindeki ayna; cinselliğin doruk noktasının ve boşalmanın öfkeli demans’ı.
Toplumsal düzene karşı çıkış yöntemi olarak alkole ve uyuşturucuya başvurulur ve böylelikle, bir anlamda, yapay bir delilik yaratılır. Bu, özünde, deliliğin bir taklididir ve delilikle aynı durumu yaratarak toplumu tutuşturma girişimi olarak kabul edilebilir.
Edebiyatta yeni alanlar yaratmak için deliliği taklit etmek veya fiilen deli olmak gerektiğini onaylamak için Nietzsche’yi ve Baudelaire’i düşünmek yeter.
Edebiyat ile delilik arasında ilginç bir yakınlık vardır. Edebi dil gündelik dilin kurallarının zorlaması altında değildir. Örneğin, anlatan nasıl düşündüğü ve hissettiği şeye her zaman sadık kalmak zorunda değilse, edebiyat da sürekli olarak hakikati söylemeyi dayatan katı kurala tabi değildir.
Ortaçağdan Rönesans’ın sonuna, aristokratların küçük toplumunda soytarılar vardı. Soytarının, bir anlamda, deliliğin sözünün kurumlaştırılması olduğu söylenebilir.
İlkel bir Avustralya kabilesinde deli toplum için, doğaüstü bir güçle donanmış, korku verici bir varlık olarak kabul edilir. Diğer yandan, bazı deliler toplumun kurbanı olurlar.
Delilik, her zaman dışlanmıştı.
”Güç bela mırıldanan acınası yoldaşlar, ışıkları söndürüp gidin ve mücevherleri geri verin. Yeni bir gizem şarkı söylüyor kemiklerinizde. Meşru garipliğinizi geliştirin. ”
Oysa delilik ”orada yalnızca hapishanelerinin verdiği sıkıntılı kimliği, ezilmişliğin sessiz deneyimini taşır ve biz; bizde ise sadece onun geride bıraktığı eşkâl var. ”
”İnsan kendi sağduyusuna, komşusunu kilit altına vurarak ikna olmaz. ”
”İnsanlar öyle kaçınılmazcasına delidir ki, deli olmamak deliliğin bir başka biçimiyle deli olmaktır. ”
Yapısalcılık, söylem bütünlerini ele alma ve bu önerme bü­tünleri arasında geçiş, dönüşüm yasaları, izomorfizmler arayarak onları sadece ifadeler olarak görmekten ibarettir.
Soruşturma kesinlikle bir içe­rik değil, bir bilgi biçimidir. Bir iktidar biçimi ile belli sayıdaki bil­gi içeriklerinin birleştiği noktada yer alan bilgi biçimidir. Bilinen şey ile bu bilginin bağlamını oluşturan siyasi, toplumsal ya da eko­nomik biçimler arasında bir ilişki kurmak isteyenler genellikle bu ilişkiyi bilinç ya da bilgi öznesi aracılığıyla kurar­lar. Bana öyle geliyor ki, ekonomik-siyasi süreçlerle bilme çatışma­ları arasındaki hakikat bağlantı, hem iktidar uygulamasının kiplikleri hem de bilginin edinilme ve aktaa kiplikleri olan bu biçim­lerde bulunabilir. Hukuk kurumu yoluyla, Batı kültüründe, bir ha­kikati otantikleştirme; doğru olarak kabul edilecek şeyleri ele geçir­me ve onları akta tarzı haline gelmiş bir siyasi biçim, bir yöne­tim biçimi, iktidar uygulamasıdır. Bilgi çatışmaları ile ekonomik­ siyasi belirlenimler arasındaki daha dar ilişkilerin analizine bizi yö­neltmesi gereken şey, bu biçimlerin analizidir.
Gerçekten de, ortaçağ başlangıcı kilisesinde, Merovenj ve Ka­rolenj kilisesinde bir soruşturma uygulaması vardı. Bu yönteme vi­sitatio deniyordu ve piskoposun, piskoposluk topraklarını dolaşır­ken, statü olarak yerine getirmesi gereken ve daha sonra büyük ma­nastır tarikatları tarafından sürdürülmüş olan ziyaretten oluşuyor­du. Piskopos, belirli bir yere geldiğinde, ilk olarak inquisitio gene­ralis’i, genel engizisyonu kuruyordu ve yokluğunda meydana gelen her şey hakkda, özellikle hata, suç, vs. var mı diye, bilmesi gere­ken herkesi -saygın kişileri, en yaşlıları, en bilgeleri, en erdemlile­ri- sorguluyordu. Eğer bu soruşturma olumlu bir cevaba erişirse piskopos ikinci aşamaya geçiyordu, yani inquisitio specialis, özel engizisyon aşamasına geçiyordu; bu, kimin ne yaptığını öğrenmek­ten, hakikatte edim ne tür olduğunu ve müellif’ınin kim olduğunu belirlemekten ibaretti. Nihayet, üçüncü bir nokta: Suçlunun itirafı engizisyonu hangi evrede olursa olsun, genel ya da özel biçiminde, kesintiye uğratabiliyordu. Suç işlemiş olan ortaya çıkabilir ve her­ kesin önünde şunu ilan edebilirdi: Evet, bir suç işlendi. Suç şudur. Müellifi benim.
Nietzsche’nin kendinde bilginin olmadığını ileri sürdüğü bütün metinler. Bir kez daha akla Kant’ı getirmek, iki filozofu bir­ birine yaklaştımı ve bütün farklılarını göstermek gerekir. Kantçı eleştiri tartışma konusu ettiği şey, kendinde olanın bilgi­sinin, kendinde bir hakikatin veya bir gerçekliğin bilgisinin olabi­lirliğidir. Ahlakın Soykütüğü’nde Nietzsche şöyle der: Bundan böyle, fılozof beyler, ‘saf akıl’, ‘mutlak tinsellik’, ‘kendinde bilgi’ gibi çelişik kavramdan kendimi iyi koruyalım. Dahası, Güç İs­tenci’nde Nietzsche, tıpkı kendinde bilginin olmaması gibi kendin­de varlık olmadığını da ileri sürer. Ve bunu söylediğinde, Kant’ın kendinde bilgiden anladığı şeyden tamamen farklı bir şeyi belirtir. Nietzsche bilginin bir doğası, bilginin bir özü, bilginin evrensel koşulları olmadığı; fakat bilginin, her seferinde bilgiyle aynı düze­ne ait olmayan koşulların tarihsel ve anlık sonucu olduğunu söyle­mek istiyor. Bilgi, gerçekte, etkin olarak değerlendirilebilecek bir olaydır. Bilgi ne bir yetenek ne de evrensel bir yapıdır. Evrensel olarak kabul edilebilen belli unsurları kullandığında bile bilgi sade­ce sonuç, olay, etki niteliği taşıyacaktı Nietzsche’nin bilginin perspektif bir karakteri olduğunu ileri sürdüğü metinler dizisi böylece anlaşılabilir.
Nietzsche bilginin her zaman bir perspektif olduğunu söylediğinde, Kantçılıkla empiriz­min bir karışımı olacak şekilde bilginin insanda belli koşullar tara­fından, insan doğasından, insan bedeninden veya bilginin kendisi­nin yapısından türeyen sınırlar tarafından sınırlandırıldığını söyle­mek istememektedir. Nietzsche, bilginin perspektif karakterinden söz ettiğinde, bilginin sadece kendi aralarında farklı ve özlerinde çoğul belli edimler biçimi altında var olduğunu belirtek istemek­tedir; insan varlığının belli şeyleri şiddetle ele geçirdiği, belli du­rumlara tepki gösterdiği, onlara güç ilişkileri dayattığı edimler. Ya­ni bilgi her zaman insanın kendini içinde bulduğu belli bir stratejik ilişkidir. Bilgi etkisini tanımlayacak olan bu stratejik ilişkidir ve doğası içinde ister istemez tarafgir, dolaylı, perspektif karaktere sa­hip olmayan bir bilgi hayal etmek tamamen çelişkili olacaktır. Bil­ginin perspektif karari insan doğasından değil, her zaman bilgi­nin polemik ve stratejik karakterinden türer. Mücadele olduğu için ve bilgi bu mücadelenin bir etkisi olduğu için bilginin perspektif karakterinden söz edilebilir.
Sistemi tarttığınız ölçüde bile, içinde kalarak sistemi güçlendiriyorsunuz
Herkes delidir; deliler sizin ve benim kadar akıllıdır
Dönüp dolaşıp eskiden söylediğim şeylere gelmeyin! Onları dile getirdiğimde çoktan unutulmuşlardır. Unutmak için düşünüyo­rum. Geçmişte söylediğim her şey kesinlikle önemsizdir. Bir şey, kafada güçlü şekilde tüketildiğinde yazılır; düşünce cılızlaşır, o za­man yazılır. Yazdığım şey beni ilgilendirmez. Beni ilgilendiren şey yazabileceğim ve yapabileceğim şeydir.
On sekizinci yüzyı­lın sonuna kadar su deliliğe karşı kullanıldı, çünkü şu tür hayali güçlere sahipti: soğuk, banyo biçiminde; ama özellikle duş biçimin­de, manyayı (ruhları tutuşturan katıla burar yakan beyni kurutan bu ateşsiz humma) iyileştiriyordu; soğuk ve durgun bir hastalık olan melankolide (tıkaş mizaçları içeriden suda eritmek amacıyla) ılık banyolardan veya enfüzyon ve tenkiyeden yararlanılıyordu: Ağır vakalarda, hastaların durmadan yatırıldığı enfüzyon banyoları uygulanıyordu. Pomme, bir histeri hastasını, on ayda, üç bin saat­ ten fazla ılık banyo yaptırarak iyileştirdi: Bu rejimde, eski bir par­şömen gibi kurumuş sinir sistemi, kabuk kabuk döküldü, idrarla çıktı ve yerine tamamen yeni, tamamen parlak güzel lifler geldi.
İlk olarak, çalışmaç konusunda, günümüzde bile, bir bireydeki deliliği belirlemek için kullanılan ilk ölçüt bu insanın çalışmaya uy­gun olmayan biri olduğunu göstermektir. Freud, haklı olarak, deli­nin (özellikle nevrozlulardan bahsediyordu) ne çalışabilen ne de se­vebilen biri olduğunu söyledi. Freud’un bu düşüncesinde derin bir tarihsel hakit vardır. Avrupa’da, ortaçağda, delilerin varlığı kabul edilmiş bir şeydi. Ki­mi zaman, sinirleniyorlar, dengesizleşiyorlar veya tembel gözükü­yorlardı; ama orda burda dolanmalarına izin verilmişti. Oysa, 17. yüzyıldan itibaren sanayi toplumu oluştu ve artık bu tür ki­şilerin varlığına izin verilmiyordu. Sanayi toplumunun taleplerine cevap olarak Fransa ve İngiltere’de hemen hemen aynı zamanda delileri kapatmak için büyük kurumlar kuruldu. Buralara sadece deliler konmuyordu; işsizler, sakatlar, yaşlılar, çalışamayacak du­rumda olan herkes konuyordu.
Delilik, her zaman dışlanmıştı. Oysa, bu son elli yıl boyunca, ileri ülkeler diye adlandırılan ülkelerde, etnologlar ve karşılaştır­macı psikiyatrlar, ilk olarak, ülkelerinde karşılaştıkları deliliğin, ör­neğin obsesyonel nevroz, paranoya, şizofreni gibi zihin hastalıkla­rını ilkel denen toplumlarda da olup olmadığını belirlemeye ça­lıştılar. İkinci olarak, bu ilkel toplumların delilere kendi ülkelerin­de saptadıkları statüden farklı bir statü atfedip atfetmediklerini öğ­renmeye çalıştılar. Kendi toplumlarında deliler dışlanmışken, ilkel toplumlar delilere pozitif bir değer yüklemiyorlar mıydı? Sibirya veya Kuzey Amerika’daki Şamanlar akıl hastası değiller miydi? Üçüncü olarak bazı toplumların bizzat hasta olup olmadık­larını kendilerine sordular. Örneğin, Ruth Benedict, bütün yerli Kwakiutl kabilesinin paranoyak bir karakter taşıdığı sonucunu çı­kardı.
Rüyaya gönderme, bizim buradaki yöntemsel düzeni­mizde, delilik varsayımının aşırılaşmış bir biçimini oluşturur
Akıl hastalığının sakin dünyasının ortasında, modern insan artık deliyle iletişimde bulunmuyor Orta dil yok; daha doğrusu artık or­tak dil yok. 18. yy sonunda deliğin akıl hastalığı olarak kurulması kesintiye uğramış bir diyaloğun sonuçlarını ifade eder, bu durum akıl ile delilik arasındaki ayrılığı sanki zaten varmış gibi koyar ve sabit sözdizimi olmayan, biraz anlaşılmaz biçimde ifade edilen, da­ha önce delilik ile akıl arasındaki alışverişte kullanılan o eksik kelime­lerin bütününü unutulmaya bırakır. Aklın delilik hakkındaki monolo­ğu olan psikiyatrinin dili ancak böyle bir sessizlik üzerine kurulabilir­di.
Her şeyi yapmasına izin verilmiş tek bir kültür yoktur dünyada. Ve uzun zamandır bilinmektedir ki insan özgürlükle değil sınırla ve aşılamayanın çizgisi ile başlar.
Delilik, kayalık aklın sıvı ve akıcı dışarısıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir