İçeriğe geç

Kimlik Kitap Alıntıları – Milan Kundera

Milan Kundera kitaplarından Kimlik kitap alıntıları sizlerle…

Kimlik Kitap Alıntıları

“Düşler, aynı yaşamın farklı dönemleri arasında kabul edilemez bir eşitliği dayatır insana, insanın hiç yaşamadığı şeyler arasında eş düzeyli bir eşzamanlılığı dayatır; ayrıcalıklı durumunu yok sayarak şimdiki zamanın varlığını yadsır.”
Yeniden trene bindi, bir kadın kontrolör ona gülümsedi, tüm öteki görevliler de gülümsediler ve Jean-Marc kendi kendine şöyle dedi: Ölüm tünelinin içine fırlatılan bu füzede, can sıkıntısına savaş açmış olan Amerikalı, Alman, İspanyol, Koreli turistlerin büyük savaşımlarını gerçekleştirmek için yaşamlarını tehlikeye atmaya hazır olarak içinde beklediği bu füzede insanlara demek böyle, çoğalan ve yoğunlaşan gülücüklerle eşlik ediyorlar.
Konformizmin kötülük, karşıtının da iyilik olduğuna hangi yargıç karar vermiş? Uyum sağlamak, başkalarına yaklaşmak demek değil mi? Konformizm, herkesin aynı noktaya yöneldiği, birbiriyle buluştuğu, yaşamın daha yoğun, daha canlı ve daha ateşli olduğu o yer değil mi?
Kendini dünyanın merkezine yerleştirdin. Bir de: lyice konformizm kalesine kapattın kendini. Bu sözle rin cevabını ona şimdi veriyor: Evet öyle yaptım. Ve orada kalmamı engelleyemeyeceksin.
Tutkuların yoksa, başarılı olma, tanınma açlığı duymuyorsan, uçurumun kenarında oturuyorsun demektir.
Gözünü bir silecek gibi yıkayan gözkapağına bakmak istemiştim
Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada yaşamanın en iyi yolu, benim şu anda yaptığım gibi, ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır.
Tek özgürlüğümüz, acı ile zevk arasında seçim yapmaktı. Madem ki her şeyin anlamsız olması yazgımızdı, bu anlamsızlığı bir safra gibi taşımamak onun zevkini çıkarmayı bilmek gerekirdi.
Gözünün akını, arabanın camını silen bir silecek gibi silen gözkapağına bakmak istiyordum.
İnsan, var olan birinin yokluğundan nasıl acı duyabilir?
“Gözlerimi senden hiç ayırmamak isterdim. Hiç durmadan sana bakmak isterdim.”
Ona nasıl yardım edebileceğini bilmiyor, o, o tek başına, çünkü dünyada kendisinden başka kimsesi yok, dünyanın hiçbir yerinde onunla ilgilenecek kimse yok.
İşte şimdi layık olduğu yere buluyor, insanlar ona ait olduğu çevreye gönderiyor: bırakılmışlıklarını örtecek bir çatısı bile olmayan zavallı insanların yanına.
Ama bu durumda, yaşamın yüceliği nerede? Yalnızca tıkınmaya, çiftleşmeye, tuvalet kağıdına yazgılıysak, kimiz biz? Ve elimizden yalnızca bunu yapmak geliyorsa, bize söyledikleri gibi, özgür varlıklar olmaktan nasıl gurur duyabiliriz?
İnsan, dünyayı değiştirebilecek çapta bir yaratık değil, hiçbir zaman da olamayacak.
Chantal onun için varolmayı sürdürmüyordu artık, bir başka yere gitmiş, bir başka yaşama geçmişti, öyle ki, ona o yeni yaşamında rastlasa tanıyamayacaktı.
Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada yaşamanın en iyi yolu, benim şu an yaptığım gibi, ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Rastlantıların oluşturduğu bir komplo tarafından yönetildiği izlenimine kapılıyor ve bir iyilik meleğinin yardımına geldiğini inandırmak istiyor kendini.
İşte o anda, bugün insanlar arasındaki tek dostluk biçiminin ne olduğunu anladım. Dostluk, bir insana yalnızca belleğinin doğru çalışmasını sağlamak için gerekli. Geçmişini anımsamak, onu hep sırtında taşımak, dedikleri gibi, belki de insanın kendi ben ini koruyabilmesi için gerekli tek koşul. Ben in çekip küçülmemesi, oylumunu koruması için, anıları bir saksı çiçeğini sular gibi sulamak gerekiyor ve bu sulama işi, geçmişin tanıkları ile yani dostlar ile sürekli temas halinde kalmayı zorunlu kılıyor. Onlar bizim aynamız; belleğimiz; onlardan hiçbir şey beklemiyoruz, yeter ki zaman zaman o aynayı parlatsınlar, parlatsınlar ki, yüzeyinde kendimizi görebilelim.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Ne var ki duygulara kimse karşı koyamaz, oradadırlar ve her türlü bastırma girişiminden bağımsızdırlar. İnsan, yaptığı bir hareket, söylediği bir söz yüzünden kendine kızabilir, ama yaşadığı bir duygu yüzünden kızamaz, çünkü duygularımız üzerinde hiçbir gücümüz yoktur.
Üç tür can sıkıntısı vardır: edilgen can sıkıntısı: bir yandan dans edip bir yandan esneyen genç kız; etkin can sıkıntısı: uçurtma amatörleri; ve başkaldırı halindeki can sıkıntısı: otomobilleri yakan, vitrin camlarını kıran gençlik.
Ben bu dünyanın dışındayım. Sana gelince, tam ortasında yer aldın
İnsan nasıl olurda hem nefret eder, hem de nefret ettiği şeye bu kadar kolaylıkla uyum sağlar?
Hiçbir aşk suskunluğun üstesinden gelemez.
Bugün, can sıkıntısının miktarı-can sıkıntısı ölçülebilir bir şeyse-, eskisinden olduğundan daha fazla.
İki insanın karşılıklı sevgisini bir-birlerine söyledikleri sözlerin azlığıyla ya da çokluğuyla ölçemezsin.
Ah, Jean-Marc, yalnızca tiksinti duyuyorum, yalnızca tiksinti.
Yaşarken onların elinden kurtulamayacaksın, bunu herkes biliyor. Ama daha doğmadan bile kurtulamıyorsun. Öldükten sonra bile kurtulamayacağın gibi.
Dostluk, benim gözümde, yaşamdan, ideolojiden, dinden, ulustan daha güçlü şeylerin olduğunun kanıtıydı
Çünkü duygularımız üzerinde hiçbir gücümüz yoktur.
Ne var ki duygulara kimse karşı koyamaz, oradadırlar ve her türlü bastırma girişiminden bağımsızdırlar.
Özlem mi? Karşısında oturduğuna göre, ona nasıl özlem duyabilirdi ki? İnsan, var olan birinin yokluğundan nasıl acı duyabilir?
Hiç renk vermiyorsun, kafanın içinden ne geçtiği bilinemiyor.
‘Yaşam’ sözcüğü, sözcüklerin kralıdır.
Daha başka önemli sözcüklerin çevresini sardığı bir kral sözcük, ‘serüven’ sözcüğü!
‘Gelecek’ sözcüğü!
Ve ‘umut’ sözcüğü!
“Gözünün akını, arabanın camını bir silecek gibi silen gözkapağına bakmak istemiştim.”
Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada geçirmenin en iyi yolu , benim şu anda yaptığım gibi , ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır.
tutkuların yoksa, başarılı olma, tanınma açlığı duymuyorsan, uçurumun kenarında oturuyorsun demektir
bugün, hepimiz birbirimizin benzeriyiz; işimize karşı gösterdiğimiz ortak ilgisizlik bizi birbirimize bağlıyor. bu ilgisizlik bir tutku haline geldi. çağımızın tek büyük kolektif tutkusu
düşler, aynı yaşamın farklı dönemleri arasında kabul edilemez bir eşitliği dayatır insana, insanın hiç yaşamadığı şeyler arasında eş düzeyli bir eşzamanlılığı dayatır
Gözlerimi senden hiç ayırmamak isterdim. Hiç durmadan sana bakmak isterdim.
Ona nasıl yardım edebileceğini bilmiyor, o, o tek başına, çünkü dünyada kendisinden başka kimsesi yok, dünyanın hiçbir yerinde onunla ilgilenecek kimse yok.
İşte şimdi layık olduğu yere buluyor, insanlar ona ait olduğu çevreye gönderiyor: bırakılmışlıklarını örtecek bir çatısı bile olmayan zavallı insanların yanına.
Chantal onun için varolmayı sürdürmüyordu artık, bir başka yere gitmiş, bir başka yaşama geçmişti, öyle ki, ona o yeni yaşamında rastlasa tanıyamayacaktı.
Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada yaşamanın en iyi yolu, benim şu an yaptığım gibi, ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır.
Rastlantıların oluşturduğu bir komplo tarafından yönetildiği izlenimine kapılıyor ve bir iyilik meleğinin yardımına geldiğini inandırmak istiyor kendini.
Düşünceleri karşıt yönlere yöneldi ve ona öyle geliyor ki, bir daha kesişmeyecek.
Ben bu dünyanın dışındayım. Sana gelince, tam ortasında yer aldın.
İnsan nasıl olurda hem nefret eder, hem de nefret ettiği şeye bu kadar kolaylıkla uyum sağlar?
Hiçbir aşk suskunluğun üstesinden gelemez.
Sevmediğim bir dünya ile yüz yüze, özgür bıraktın beni. Ve bu dünyayı sevmediğimi söyleyebiliyorsam bu, sen artık yanımda olmadığın için.
Yaşarken onların elinden kurtulamayacaksın, bunu herkes biliyor. Ama daha doğmadan bile kurtulamıyorsun. Öldükten sonra bile kurtulamayacağın gibi.
Ne var ki duygulara kimse karşı koyamaz, oradadırlar ve her türlü bastırma girişiminden bağımsızdırlar.
Özlem mi? Karşısında oturduğuna göre, ona nasıl özlem duyabilirdi ki? İnsan, var olan birinin yokluğundan nasıl acı duyabilir?
Ölülerini gömen canlılar yaşamın tadını çıkarmak ister, ölüme övgüler düzülmesini değil.
Sevdiği kadının fiziksel görünüşünü bir başka kadınınkiyle karıştırmak. Bunu şimdiye kadar kaç kez yaşadı! Hep aynı şaşkınlığa düşerek: onunla ötekiler arasındaki fark bu kadar az mı? En çok sevdiği varlığın silüetini, benzersiz saydığı bir varlığın silüetini nasıl olurda ayırt edemez?
Dostluk, benim gözümde, yaşamda ideolojiden, dinden, ulustan daha güçlü bir şeylerin var olduğunun kanıtı.
Bu iş kuşkusuz böyle başlıyor. Günün birinde insan, bacaklarını bir bankın üzerine uzatıyor, sonra gece oluyor ve orada uykuya dalıyor. Günün birinde insan işte böyle yaparak serserilerin safında yer alıyor ve onlardan biri olup çıkıyor.
gerçekten söylediğim kişiyim, toplumdışı bir insan, yersiz yurtsuz, serseri.
Tek özgürlüğümüz, acı ile zevk arasında seçim yapmaktı. Mademki her şeyin anlamsız oluşu yazgımızdı, bu anlamsızlığı bir safra gibi taşımamak, onun zevkini çıkarmayı bilmek gerekirdi.
Bireyselliğinizi, çoğunluğun oluşturduğu kazan içinde eritebilirsiniz ve bunu bozgun ya da sevinç duygusu içinde yapabilirsiniz. Bizim seçimimiz, sevgili hanımefendi, sevinç duygusu.”
Sefaletinizi yaşarken mutsuz ya da mutlu olabilirsiniz. Özgürlüğünüz, işte bu seçimi yapmaktan ibarettir.
Düşüncelerin uygunsuz bir aradalığı.
Burjuvazinin yaşamaya hakkı yoktur; işçi sınıfının anlamadığı sanat yok olmalıdır; burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bilimin değeri yoktur; bu bilgileri öğretenler üniversiteden kovulmalıdır; özgürlüğün düşmanlarına özgürlük yok.
Uzlaşma her an kışkırtmaya dönüşebilir, kışkırtma da uzlaşmaya. Önemli olan, hangi tutumu benimsemiş olursa olsun, insanın sonuna kadar gitme iradesini göstermesi.
Chantal, kavgacı bir ses tonuyla şöyle dedi: “Nasıl oldu da bir Troçkist, dine dönebildi? Mantık bunun neresinde?
Chantal’ın ona ihanet ettiği izlenimi içinde değildi, başka bir şeydi bu. Chantal onun için var olmayı sürdürmüyordu artık, bir başka yere gitmiş, bir başka yaşama geçmişti, öyle ki, ona o yeni yaşamında rastlasa tanıyamayacaktı.
Neşeliydi. Evet, neşeliydi ve bu, Jean-Marc’ı kahrediyordu.
Bu dünyada doğmuş olmak ister şans, ister şanssızlık olsun, yaşamını burada geçirmenin en iyi yolu, benim şu anda yaptığım gibi, ilerleyip giden neşeli ve gürültücü bir kalabalığa kendini bırakmaktır.
yarayı deşip derinleştirmek ve bir haksızlık gibi, herkesin görebileceği biçimde taşımak istiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir