İçeriğe geç

İnsan-ı Kamil Kitap Alıntıları – Abdulkerim el-Cili

Abdulkerim el-Cili kitaplarından İnsan-ı Kamil kitap alıntıları sizlerle…

İnsan-ı Kamil Kitap Alıntıları

Zâhir ehlinin kâfir olduğuna inandığı Eflâtun ile ben buluştum. Bu melekût âlemindeki buluşmada Eflatun’u gayb âlemini, nûr ile sevinç ile doldurmuş gördüm. Kendisinde öyle bir kudret müşâhede ettim ki, öyle bir kudret evliyâ ferdlerinden pek azına verilmiştir.

Dedim ki: “Sen kimsin?”

Dedi ki: “Zamânın kutbu, vâhidi olan bir şahsım.”

Bundan başka daha ne kadar acaîblikler garîblikler gördük. Fakat o sırları açığa vurmak, bizim şartımızdan değildir. Bu konuda sana çok sırlar ile remz ettik. Bu sırları başka bir dil ile söylemek mümkün değildir. Sen bu hitâbtaki dış kabuğu at, akıl sâhiplerinden isen içini al

Yeryüzünde dururken ; ayda uyuyanı uyandıran insan , elbette anlatılanı yapma gücünü bir gün kendinde bulacaktır.
Kendinde özünde var olan bu kuvve , tam manası ile fiile çıkacaktır.
Hiç kimseye bir şey denmez .
Bir gül bahçesinde yetişmesi için ,
her işi yapana
ihtiyaç vardır ,
hem budayana;
hem gübre koyana
Aşk ilk zuhûr ettiğinde âşıkı yok eder, artık onun ne ismi kalır, ne resmi, ne sıfatı, ne de vasfı. Âşık silinip de tamamen yok olunca bu aşk hem âşıkı hem de maşûku yok eder. Önce âşık ve maşûkun ismini, sonra vasfını, sonra da zâtını ifnâ eder. Ortada âşık ve maşûk kalmaz. O zaman âşık iki şekilde ortaya çıkar ve iki sıfatla sıfatlanır. Hem âşık hem de maşûk olarak adlandırılır; âşık da maşûk da kendisidir!
İRÂDE”NİN MAHLUKÂTTA DOKUZ TEZÂHÜR ŞEKLİ VARDIR

Birincisi “meyil”dir; kalbin arzu ettiği şeye karşı cezbedilmesidir. Eğer bu meyil çok kuvvetli olursa buna “velâ” denir ki irâdenin ikinci tezâhür şeklidir.

Bu meyil şiddetlenir ve artarsa “sabâbet” adını alır. Buna sabâbet (dökmek) denilmesi, bir kaptan suyun dökülmesi gibi kalbin sevdiği şeye karşı kendisini büsbütün salıvermesinden dolayıdır. Çünkü su dökülünce artık akma imkânı kalmaz. İşte bu irâdenin üçüncü tezahür şeklidir.

Kalbin meyli, başka şeylerden alâkasını keserek kalpte yer ederse buna “şeğaf” denir. Bu da irâdenin dördüncü tezâhür şeklidir.

Eğer bu meyil fuâdı (gönlü) tamamen istilâ ederse buna “hevâ” denir. İrâdenin beşinci tezâhür şeklidir.

Bu meyil, kalpte kalmayıp vücudu da hükmü altına alırsa buna “garam” denir. Bu, irâdenin altıncı tezâhür şeklidir.

Eğer bu meyil gelişip meyil sebeplerini de ortada kaldırırsa “hubb” adını alır. Bu da irâdenin yedinci tezâhür şeklidir.

Bu meyil, kalbe heyecan verip seveni fâni kılacak (ya da kendinden geçirecek) raddeye varırsa buna “vüdd” denir. Bu, irâdenin sekizinci tezâhür şeklidir.

Bahsi geçen meyil kabararak, seveni de sevileni de fâni edecek şiddette olursa bunun adına “aşk” denir. Bu makamda âşık maşûkunu görür fakat fark edemez, ona meyil de edemez. Nitekim rivâyete göre Leylâ bir gün Mecnun’a uğrayarak kendisiyle konuşmak için yanına çağırmış, Mecnun: “Bırak beni, ben Leylâ’mı düşünüyorum, seninle alâkadar olacak vaktim yok!” demiş. İşte bu mertebe vuslat ve “kurb” (yakınlık) makâmının sonudur. Bu makamda ârif marûfunu inkâr eder. Ortada ne ârif kalır ne marûf, ne âşık kalır ne de maşûk. Ortada sadece aşk kalır. Aşk ise, sırf zâttan ibaret olup ne ismin, ne resmin, ne sıfatın, ne de vasfın altına girer.

Ey kitabımı okuyan zât! Aşağıdaki bilgileri iyi kavrayarak, iyi öğren ve iyi bil! Kendisinin felek ekseni numûne olan ve tasarruf makinalarının kutbu bulunan tılsım kutbu, tılsımlardan birinci tılsımdır.
Bu bahçenin ağaçlarını ben diktim. Meyvesini de ben devşirdim. Ve bu sırrı göğüs kemiklerimde gizledim. Bir taraftan maksadı ortaya koydum, dîğer bakış noktasından bu sırrı bu işe mahrem olmayanlardan yemîn ile söylüyorum- sakladım. Bu sır, açığa çıkıp, gevezelerin diline düşerse, melâmetin hakîkat sâhipleri insanı paylar ve ayıplar. Bu mes’eleye yabancı olduğu halde, muhabbetle bana sâhib olanlar, benden bu gıdayı aldılar. Nasîhat edenin sözünü anla. Sana altın külçesini, eritmek usûlüyle berâber hediye ediyorum. Yüce mertebelere yükselen işâretleri bil! Ve bu ilâhî bilgi tahakkuk edince teşekkür et. Çünkü, teşekkür en hayırlı yollardandır.
Yine bu durumda idrâkten aczin, âriflerin vasfı olması geçerli olmaz. Bunun delîli, ârîf-i billah bir şeyi idrâkten âczini i’tirâf ederse, bu i’tirâf o şeyin sıfâtına vâkıf oluşunun olmayışındandır. Çünkü, sıfât idrâk olunamaz. İdrâk olunamaması, ya sonunun olmayışından dolayıdır veyâhud idrâk kābiliyeti olmamasından dolayıdır. Bu idrâk miktârı, o şeyi lâyık olduğu şekilde bilmek için yeterlidir. İşte bu şekilde bu miktârda ma’rifet sende hâsıl olunca, idrâk dahi hâsıl oldu demektir. Sıddîk-ı Ekber’in: İdrâkden aczi idrâk, bir nevi’ idrâktir , demesi yerindedir. Dîğer bir rivâyette Hz. Ebû Bekir İdrâke ulaşmaktan acz, idrâktir demiştir. İdrâkin hâsıl olmasıyla idrâkten acz olmaz. Burada kul, izzetle vasıflanmıştır ve acz, kendinden kalkmıştır. Kur’ân’da “Lâ tudrikuhül ebsâru” (En’âm, 6/103) ya’nî “Gözler onu idrâk edemez” buyrulması mahlûkların gözleri, onu idrâk edemez ma’nâsınadır. Ammâ ezelî gizli göz ki -kul onunla görür- o göz mahlûk değildir; çünkü o göz, “Ben kulumun işiteni, göreni…. olurum” hadisinin hakîkatidir. Bu sırrı iyi anla!
Yine dedim ki: Bu kuşun mahalli neresidir? Cevâben dedi ki: Vüs’at ve kudret ma’deniyle hayret mekânındadır. Böyle deyince ibâreyi bildim, işâreti anladım, mülkten ve melekten daha ileri geçerek, feleğin boşluğunda uçmaya başladım. Batı Ankâsı olarak isimlendirilen o kuşun âleminde dönerken, o kuştan ne haber, ne de eser buldum. İsminin işâret oluşuyla, sıfatlar ve kayıtlar merâsiminden hârice çıktım. Bu şekilde sıfâttan soyutlanınca, zât feleğine girmek kolaylaştı. İşte o sırada hayret denilen deryâya daldım. O denizde iken kanatlarımı balık-(nûn) yuttu ve beni inci hazînesinin üstünde dolaştırmaya başladı. O sırada balığın dalgası beni bir boşluğa attı; ve o boşlukta ne işitir, ne de görür olarak bir müddet kaldım. Ne zaman ki gözümü açtım ve mekân ve imkân kaydından kurtuldum; anladım ki, o ibâreler ve işâretler hep bana imiş. İşte o zaman baktım ki, kanatlar benim ve kanatlarımda dolaşma alâmetleri işlenmiş! Yine gördüm ki, elif göğsümde, cim alnımda, ha gerdanımda. Yukarıda bahsedilenlerden bir zerre yoktur ki, o, bende mevcûd olmasın. Bu mertebeyi idrâk edince anladım ki, o yüce zâtın bu simge ve işâret sözlerinden maksad, ben imişim. Noktalar meydana çıktı, bilmece de bilindi, ben de ölüyü dirilterek kudret ibraz etmeye başladım.
Dedim ki: Hakîkat şarâbından ve o şarâbın ağzında kalanlardan bana tekrâr daha fazlasını içir. Cevâben dedi ki: Mâvi bir kubbe altında Ankâ’nın vasfından haber veren bir âlem işittim. O âlemi görmeye heves ettim; işte o âleme girdim. Yine dedim ki: Oraya dâir olan haberini açık anlat ve oraya âit olan eserini sağlıklı kıl, sıhhatini söyle! Yine cevâben dedi ki: İnsanı hakîkatte hayrette bırakan ve kimsenin görmediği büyük beyaz bir kuştan ibâret olan o Ankâ’nın, altıyüz kanadı ve yukarıya yükselmek için, bin adet uçma âleti vardır. Harâm onun yanında mübâhtır. İsmi, Seffâh ibn Seffâh’dır. Kanatları üzerine güzel isimler yazılmıştır. Bâ harfi başında, elif harfi göğsünde, cim harfi alnında, ha harfi gerdânında; kalan harfler, iki gözü arasında saf şeklinde yer tutmuştur. Bu kuşun alâmeti, elinde mühür vardır. Pençelerinde kesin emirlerin fermânı mevcûttur. Bu kuşta bir nokta vardır, bilmece oradadır. Refref’in üstünde, kendisinin Burâk’ı vardır.
Şaşırıp da, bu onun, şu benim; onun hâli benim hâlime benzer değil deme! Bu zikredilen şeyleri Cenâb-ı Hak senin için bir hakîkat fihristi yaptı. Bunlar lisâna âit aynalardır. Onlar için hakîkat yoktur.
Ma’nâ vâdîleri üzerinde ma’nâ taşıyıcı olarak tegannî eden sûret kuşları tegannî ettikçe, Cenâb-ı Hak sana salât etsin. Âline, ashâbına, dîn binâsının rükûnlarına ve ilmine vâris olanlara az çok ilim ve îmân ile senden haberi olanlara salât etsin. Ey hayâtın hâ sı, ey insandaki sırrullahın sîn”i, salât ve ta’zîmler sana mahsûstur.
Varlık ve yokluk hakîkaten senindir. Ulvî olmaklık ve süflî olmaklık senin iki örtündür. Işık ve onun zıddı sensin; belki hayran olan ârif için karanlık gecesin.
Zâtı iki görürsen, o zât, kul ve rab olduğu için ikidir dersin. Ammâ benim zıtları topladığım hakîkati düşünmekle yükselirsen, hayrette kalırsın, en sefiline âlî, âlîsine en sefil diyemezsin. Belki zâtının hakîkatlerine iki vasıf katılan üçüncü hakîkattir, dersin.
Hamd ü senâ Cenâb-ı Hakk’a mahsûs, salât ve selâm, kendisinden sonra peygamber olmayan Peygamber’e yöneliktir. Bu kitâbın yazılmasından hedeflenen maksad, Cenâb-ı Hak Teâlâ olduğu için, sırf Cenâb-ı Hak hakkında söz söyleyeceğimiz zarûrîdir. Evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden bahsedeceğiz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a delîl olan, isimlerdir. İlâhî isimlerden sonra, ilâhî sıfatlardan bahsedeceğiz. İlâhî sıfatlarda Zât’ın kemâli çeşitlenmiştir ve Hakk’ın aynalarından ilk zâhir olan ilâhî sıfatlardır. Sıfatlardan sonra zuhûrdâ ancak Zât vardır. Şu îzâha göre sıfât mertebesi, ilâhî isimler mertebesinden a’lâdır. İlâhî sıfatlardan sonra, ilâhî Zât’tan bahsedeceğiz. Ancak îzâhlarımız ibârelerin imkân verebildiği ölçüde olacağı gibi, îzâhlarda, sûfiyye indinde kullanılmakta olan îzâh şekline inmek zarûrî görülmüştür. Şu kadar var ki, kitâbı okuyanların, maksadı kolay anlamaları için sözdeki önemli noktayı, söz arasında süslenmiş bir şekilde söyleyeceğiz. Bu kitâpta öyle sırlara dikkât çekeceğim ki, hakîkat ilmini koyan o sırları hiç bir kitâba koymamıştır. Tabiî bu sırlar, Hakk’a ârif olmaya ve mülk ve melekût âlemine ârif olmaya bağlıdır.
Yemîn ile ricâ ediyorum, bunun kadrinin yüceliğini ihmâl etmeyin! Bunu yitirenin nasîbi, pişmanlıktan başka bir şey değildir. Bu şarâbı içmek devletine nâil olan dostlarıma o şarâb mübârek olsun ve bu tür dostlarıma, selâmeti îcâb ettiren selâmımı gönderirim.
Kokudur, ıtır değil; ıtırdır, koku değil; şarâptır kadehi yok. Şarâb değil, kadehin ayn’ıdır. Ey kadeh dostlarım, bu kadîm küpün şarâbından içiniz, celîlü’lkadr ve azîmü’ş-şân olan emelleri elde edersiniz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bu şarâb, sır olarak saklanması mümkün olmayan bir tâm dolunaydır, nûrun aynıdır. Güneşin aynı değil, güneş ayn’ıdır. Işığın aynı değil, yüz değildir. Salt güzelliktir, salt güzellik değil, öperken dudakları parlatıcı olan yüzdür.
Nice ismi işitilmemiş kimseler vardır ki, bu şarâbın vasıflarını işitmekle, izzet ve ikrâm arşı üzerinde, şöhrete nâil olarak yükselmişlerdir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Nice câhiller vardır ki, bu şarâbın safâ esintisini koklamakla, ilim ve hakîkate nâil olarak Îblîs’in ile Âdem’in mâhiyyetinden haber vermeye başlamışlardır.
Nice fakîr kimseler vardır ki, bunun izzet kuşağına sâhip olmakla, vücûdda ve yoklukta servet sâhibi olarak meydana gelmişlerdir.
Bu şarâb berrâk kabarcıklarından kâselere doldurup da döndürülse, zaman onunla beraber nağmeler söyleyerek devrân eder. Bu şarâbın verdiği kalbe âit ziynetler ile ziynetlenen bir çok kadeh dostları, en büyük iş olan Allâh’ın mülkünün anahtarlarını elde etmişlerdir.
Bu şarâbın vasıflarındaki ve mâhiyetindeki meziyyetleri, ifâdeden çok daha ötedir. Faydalı, kapsamlı öyle bir şarâbdır ki, insanın ömrünü kemiren zaman, bununla safâ kazanır.
Ey tâlib, dikkatle dinle! Alîm ismi kâsesiyle kadîm küpten, îmân ve teslîm ehlinin kābiliyetlerine öyle bir ilâhî şarâb döküyorum ki, kerîm olan Hayy’dan olduğu için, mevcûd olanı ve yok olanı sarhoş etmeye kâfîdir.
Onun için bu denizde yüzenlerin selâmete nâil olanları çok az olduğu gibi, sonsuz sahrâlarının helâk edicilerinden kurtuluş bulanlar da nâdirdir. (Üç Beytin Tercümesi): Bu yüce maksaddaki menzil o kadar yücedir ki, bunun yolu dehşetler ve haller ile örtülüp; o yolda siyâh mızraklar dikilmiş, yeşil süngüler ve kesici kılıçlar dizilmiştir. Ve o yolun, ba’zı yerlerinde kapıp götüren şimşek alevlendiği gibi, şiddetle esen i’tirâz kasırgaları kopmaktadır.” Oysa ben yazdığım bu kitabı, doğru keşif üzerine te’sîs ettiğim gibi, içindeki mes’elelerini de doğru haber ile te’yîd etmiştim. O kitâbın ismini El-İnsânü’l-Kâmil fî Ma’rifeti’lEvâhiri ve’l-Evâil olarak isimlendirdim. O kitâptaki tebliğleri tamamlamaya ve gerekli düzeltmeleri yapmaya başladığım zaman, hâtırıma bu mes’elenin tehlikeli bir iş olduğu ve tahkîkî meselelerin önemi ve benim bu konudaki bilgimin azlığı geldi. Bu hâtıra sebebiyle o yazdığım kitâbı parçalayarak, perîşân bir halde ve âdetâ yok denecek bir derecede, bir tarafa attım. O güneş battı, güzel yüzüne perde çekildi. Bu şekilde kitâb son derecede unutulmuş bir hâle gelerek, eser yazıldıktan sonra, haber örtülmüş oldu. Böyle bir acâip iş meydana getirdiğim için “Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ” ya’nî İnsanın üzerine dehirden ya’nî zamandan âdetâ zikredilemeyecek zamân gelmiş ve geçmiştir ma’nâsına olan (İnsân, 76/1) âyetini okudum. Hâl lisânı, sözün latîfliği ile Cahûn denilen Mekke tepesiyle Safâ denilen mahalle kadar gûyâ hiç ünsiyet edecek kimse olmadığı gibi, Mekke-i Mükerreme’de de hiç bir müsâmere vukû bulmamıştır ma’nâsına olan Sanki yoktur “Cahûn” ile “Safâ” arası Ne Mekke’de yoldaşı ne seyir sefâsı Arapça beytini söyledim. İşte bu şekilde kitâb ortada kalkmış ve eseri gayr-i mevcûd olduktan sonra, ilâhî ilhâm ile Hak bana kitâbın meydana çıkmasını ve beyânâtların açık ve gizli arasında olmasını emrettiği gibi, bu kitâptan genel bir fayda sağlanacağını da vaad etti. Kendisine itaât olunanın emrine uyarak, kitâbın tekrâr yazılıp düzenlenmesine başlayarak, îzâhlarda Hakk’a tevekkül edici oldum. Ey tâlib, dikkatle dinle! Alîm ismi kâsesiyle kadîm küpten, îmân ve teslîm ehlinin kābiliyetlerine öyle bir ilâhî şarâb döküyorum ki, kerîm olan Hayy’dan olduğu için, mevcûd olanı ve yok olanı sarhoş etmeye kâfîdir.
Besmele ve Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ ve Resûl’üne ve ashâbına tahiyyâttan sonra, anlatacaklarımıza başlayarak derim ki: Ma’rifetullah ta’bîriyle şöhret alan Allâh’a ilim de ve o ilimde insanın kendisiyle aynı cinsten olanlara karşı üstünlüğünde derecesi, bu husûstaki bilgisiyle doğru orantılıdır. İlâhî ilhâm ve yardıma bağlı olan hakîkî ma’rifetler ya’nî ilâhî bilgiler, emîn harem dir (Ankebût, 29/67). İnsanlar, bunun etrâfında engellerle ve oyalayıcı şeylerle dolaşıp durur. Bu ilmin sahrâları her an hatâ yapma ihtimâlleri ve ayakların kayması ile, denizleri helâk ediciler ile doludur. Bunun yolu ince kıldan daha ince ve keskin kılıcın yüzünden daha keskindir. Bu yolda sefer edenin, maksâdına ulaşabilmesi için zorlukların îcâbı olarak kavuşmaya nâil olamaması da muhtemeldir. İşte bu zorlukları düşünerek tahkîkleri açık, yakînliği ve tetkîkleri zâhir bir kitâp yazıp, bu yola sâlik olanlara, refîk-i a’lâya ulaşmak için refîkin refîki ve bu talep edilen şeylere tâlib olanlara şefîkin şefîki olmasını düşünmüş idim ve demiştim ki; sâlik bunun ucu bucağı olmayan sahrâlarında ve karanlık olan menzillerinde, o kitâptaki ilâhî bilgilerin ışığıyla aydınlanarak, zorlukları kolaylaştırsın. Oysa öyle bir zamandayız ki, hakîkate cezbelenme güneşleri, mürîdlerin kalbleri semâsından kaybolmuş ve sâliklerin semâvât tasavvurlarından ayın keşfi gözden kaybolmuş; sâliklerin himmetleri zaafa uğrayarak, azîmet yıldızları batmıştır.
Sonra o Hz. Muhammed (s.a.v), Zât aynasının tecellîgâhı, isimlerinin ve sıfatlarının müsemmâsı; Ceberût nûrlarının iniş yeri, Melekût sırlarının menzili, Lâhût hakîkatlerinin toplanma yeri, Nâsût inceliklerinin kaynağıdır. Sonra odur; Cibril’in rûhu ile üfleyen, Mîkâil’in sırrıyla lütuflar indiren, Azrâil’in kahrı ile yürüyen, İsrâfil’in cem’iyyetiyle feyizler neşreden. Yine odur; Zât’taki rahmâniyyetin arşı; İsimlerin ve sıfatların kürsîsi; Sidrelerin müntehâsı; İlâhî aşîretler tahtının saçağı, ya’nî enbiyâ ve evliyâ cemâatlerine mahsûs nübüvvet kürsîsinin son noktası; Tabîiyyâtın heyûlâsı; Ulûhiyyet atlasının feleği; Rubûbiyyet ulviyyeti burçlarının mıntıkası; Teâlî ve terakkiler iftihar vesîlelerinin semâları; İlim ve kavrayışın nur veren güneşi; Sonsuz kemâlât ve feyizlerin tâm dolunayı; Seçilme ve hidâyetin âlî yıldızı; İrâde harâretinin âteşi; Gayb ve şehâdetin âb-ı hayâtı; Rahmet ve rubûbiyyet nefesinin sabâ rüzgârı; Zillet ve ubûdiyyet ya’nî kulluk arzının bol feyizli toprağı; Seb’-ı mesânînin ya’nî birinci derecedeki feyizler fâtihasının ve ikinci derecedeki anahtarların sâhibi; Kemâlin tâm mazharı, cemâlin ve celâlin en mükemmel gereğidir;
Her hareket edenle her türlü hareket ile hareket eden; her sâkinle, her türlü sükûn ile sâkindir. Bu hareket ve sükûnda, zâtî üst irâdesinin gereği olarak hulûl ya’nî dışarıdan bir dâhil olma-girme yoktur. Her zâtta her türlü hálk ile zâhir; Hak ve hálk olarak her türlü ma’nâ ile vasıflanmıştır. Zâtıyla bütün zıtları topladı ve vahidiyyetiyle ya’nî birliğiyle bütün sayılara kapsamdır. Bundan dolayı ferdâniyyetinde çiftlerden ve fertlerden yüce ve mukaddestir. Ahadiyyeti, türlü çoklukların tekliği, müteşeffia izdivâcların aynıdır. Münezzeh oluşundaki sâdelik, teşbîhdeki terkîbin kendisi, zâtındaki yüceliği hürmetteki izzetin hüviyyetidir. Azametini ilimler, celâlinin özünü anlayışlar idrâk edemez. Âlim O’nu idrâkten aciz olduğunu i’tirâf etmiş; kâmil akıl, O’nu bitişme ve bölünmekten yana eli boş olarak idrâkten geri kalmıştır. Varlığı zorunlu olan ve olmayan dâiresi, açık sözlerin ve yapılan beyanların noktasıdır, imkân taraflarının (haricî imkân ve aklî imkân) hüviyyetidir. Cevher ve arazın, bitki ve hayvanın benliğidir. Ulvî rûhâniyyetler inişinin denizi, melekût ve mülk zirvesinin son noktası, şeytan ve hevâ düşüş yerinin hakîkati, küfür ve şirk karanlıklarının def’ edicisi ve yok edicisi, îmân ve idrâk beyazının nûru, hidâyet cebininin sâhibi, uzaklık ve amâ karanlıklarının gecesi, sonradan olmuşun ve kadîmin aynası, azâbın ve ni’metin hüviyyetinin tecelligâhıdır.
Sayılarda bir olup, ezellerde ve ebedlerde azâmetiyle ferdiyyeti almıştır. Tenzîh edilmekten yana münezzeh, teşbîh ve temsilden yana mukaddestir. Ahadiyyetinde ya’nî tekliğinde sayıdan yücedir, azametinde sınırların kendisini ihâta etmesinden daha âlîdir. Ne kadar, nasıl, nerede gibi ta’rîfler kendi üzerine olacak bir şey değildir. O ma’bûd ki; İlim kendisini ihâta edemez, göz kendisini idrâk edemez. Hayâtı, hayâtın vücûdunun nefsidir. Zât’ı, sıfatlarının ötesinde kâim oluşunun aynıdır. En yüksekler ve en altlar tecellî ettiği mânevî bir aynası, evvellerin ve âhirlerin ayn’ıdır. Yüce kemâlin heyûlâsı, sonsuz azametinin menşeidir. İlmî vücûd dâiresinin ma’deni, eşyâdaki hayâtının sirâyet etmesidir. Eşyâyı bilmesi, her gizliyi ve âşikâr olanı idrâk edici olan görme mahallinde olmasıdır. Eşyâyı görmesi, eşyâdaki kelâmı işitmeye tecellî yeridir. Mevcûtları işitmesi ise onlarda zâtının gerektirdiği nizâmın ayn’ıdır. İrâdesi, apaçık kelâmının merkezi; apaçık kelâmı, kādir sıfatının menşeidir. Bakâsı, yokluğun bâtın oluşu ile varlığın zâhir oluşundaki hüviyyettir. Ulûhiyyeti ya’nî ilâhlığı, ibâdet edenin zilletiyle, Ma’bûd’un ya’nî İbâdet Edilen’in izzetini toplamıştır. İhâta edici vasfı ile ferd olan ve vâhid ya’nî bir olandır. Bundan dolayı arada ne doğuran-doğurtan, ne doğan, ne ortak vardır. Ridâsı (elbisesi) azamet ve kibriyâ; gömleği büyüklük ve izzettir.
Hamd ve senâ, Allah ismiyle kâim olan ecel ve a’lâ Zât’a mahsûstur. O Allah, Zât’ının hakkına ve hükmüne göre her kemâl ile tecellî edicidir. O Allah, celâl beni noktasını cemâl harfleri noktasına yerleştirdi. Hem de noksansız olarak. O ma’bûd, kendinin hamd ve senâsını kendi işiticidir. Hamd eden de, hamd da, hamd edilen de O’dur. O ma’bûd, mutlak vücûdun hakîkati ve hálk ve Hak olarak isimlendirilen hüviyyetin aynıdır. Âdem sûreti üzerine zâhir olan âlemin aslıdır. Kâinât kelimesinin ma’nâsıdır. Eşsiz ve benzersiz san’at eserlerinin rûhudur. Her zerrede hulûl olmaksızın kemâliyle mevcûddur. Her âşikârda Cemâl yüzünün nûru parlar. Lâyık olduğu şekilde celâl sâhibi ve lâyık olduğu kemâle hâizdir. Cevherlerin ve arazların hakîkatlerinin zâtıdır. Varlığın ve yokluğun hüviyyeti, her doğurtanın-babanın ve doğanın-çocuğun benliğinin ayn’ıdır. Sıfatlarıyla cemâlin cemâli zuhûr etmiş, Zât’ıyla kemâlin kemâli tamam olmuştur. Sıfatlarının vecihleri sayfalarında güzellikleri âşikârdır. Ahadiyyetinin ya’nî tekliğinin kayyûm oluşu ile Zât’ın kâmetlerine istikâmet çizdi. Sessizlerin lisânları O’nun ayn’ı olduğunu ifâde eder. İyi hallerin ve kötü hallerin ayn’ları, O’nun ziyneti olduğuna şehâdet eder.
Ben , soğuğum , ama şu kalp yanar ateşimle benim..
Susuzluk benimledir , ama ceyhunda boğmamda benim..
Vasfını alan velî zâtlardan biri ile
Samediyet örtüsü ile örtünmüştü
Ahadiyet izârına sarınmıştı
Celâl perdesine bürünmüştü..
Güzellik ve Cemâl tacını da giymişti
Kemâl dili ile selamlaştık.. O hâl , o kadar güzeldi ki
Selamına , merhabasına karşılık verdiğim zaman : Onun mehtap safalı üstünden örtüsü kayıp gitti..
Onu bir örnek ve bir nümune gibi gördüm..Evet , öyle müşahade ettim.
Çok yüzler arasından sıyrılıp tek yüzü görebilesin
Zirâ bu öyle bir ummandır ki , sahili yoktur
İnsân-ı kâmil, ilâhî isimlerin hepsine görünme yeridir. O ilâhî isimler ister müşterek olsun ister olmasın, ister zâtî, ister celâlî, isterse cemâlî olsun, farketmez. İnsân-ı kâmil, bu türlerin hepsine görünme yeridir. – Mutlak cemâlin görünme yeri olan cennet; – Mutlak celâlin görünme yeri olan cehennem; – Dünyâ ve âhiret denilen iki âlem; insân-ı kâmilden başka bütün mevcûdlarıyla berâber mertebe isimlerinin görünme yerleridirler. Fakat zâtî isimlerin görünme yerleri değildirler. Zâtî isimlerin ve dîğer isimlerin tam olarak görünme mahalli, tek başına insân-ı kâmildir. Mevcûdlardan hiç bir şeyin bu zâtî isimler açısından kesinlikle ve kesinlikle kudreti ve münâsebeti yoktur. “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân, innehu kâne zalûmen cehûlâ “ ya’nî “Biz emâneti göklere, yere, dağlara arz ettik; o emâneti yüklenmekten çekindiler ve o emânetten kaçtılar. O emâneti insan yüklendi. Muhakkak o çok zulmedicidir, çok câhildir” (Ahzâb, 33/72) âyet-i kerîmesi bu sırra işârettir. Bu âyetteki emânetten kasıt, zâtı ve isimleri ve sıfatları i’tibârı ile Hak’dan başkası değildir. Vücûdda bütün varlığıyla bahsedilen bu emâneti, insân-ı kâmilden başka yüklenen yoktur. İşte bu ma’nâya Peygamberimiz (s.a.v) Kur’ân benim üzerime bir cümle olarak indirildi hadîs-i şerîfiyle işâret buyurmuştur.
Kasîdenin Tercümesi: İlâhî! Tecellî ettin eşyâya halk ettiğin anda. O eşyâ senden uzak değildir. Senin azamet perdelerin o eşyâdadır. Halkı güzelliğinin zâtından ayırmakla meydana getirdin. Halk sana ne birleşiktir, ne de senden ayrılmıştır. Eşya, ulûhiyet rütbesinin gerektirdiği hükümlerden ibârettir. Zıtları toplamak, ulûhiyettedir. Halk, hak olarak sensin. Sen imâmımızsın; senden ibârettir, ulvî ve süflî ne varsa. Halk misâlde kar gibidir; sen, o karı oluşturan su mesâbesindesin. Hakikatte kar sudan başka bir şey değildir. Yalnız şerîatların gerekli kıldığı hükümlerde su ile kar birbirinden ayrılır. Kar eriyince aldığı hüküm kalkar. Onun yerine su hükmü konur. Bu bir emr-i vâki’dir. Zıtlar, güzelliğin birliğinde bir aradadır ve ayrılık yine o güzelliğin birliğidir. O güzelliğin birliği, zıtların çeşitliliğinden parlayıcıdır. Her kemâle gelmiş olan fidana benzeyen kâinat üzerindeki sûretten tecellî eden cemâlindeki her güzellik; – Kâküllerinin safları arasında görülen her siyâhlık; – Al yanaklarındaki sâfî ve hâlis olan her allık; – Hint kılıcı gibi şiddetle te’sîr eden ve kesen kirpiklerle âşıkını öldüren her sürmeli göz; – Salınan saçlarla, bölük bölük zînet gösteren güzel ve muntazam asmalarda hurma salkımı gibi olan her esmerlik; Cemâliyle safâ tezyin eden her güzel; hüsnü latîf veyâ kesîf görülen latîf; – Latîfliğinin güzelliğiyle güzellik gösteren her kesîf; Güzelliği müşâhede edilen her cemîlin cemâli; Bu sayılan güzelliklerin hepsi, onları halk edenin güzelliğinden ibârettir. Sen bunları halk edeni tevhîd et; kat’iyyen O’na ortak koşma! O’nun küllî şumûlü her şeyi ihâta etmiştir. Aslâ o güzelliklere geçicidir deme. Çünkü güzellik ve çirkinlik, bizzât O’na dönücüdür. Her çirkini ne zaman O’nun güzelliğine bağlarsan, derhal zihnine güzellikleri ihtivâ eden ma’nâlar gelir. Çirkinin noksânı, O’nun mükemmel cemâlidir. O’nun tecellî ettiği şeyde, noksan ve çirkinlik olması ihtimâli yoktur. O’nun celâli, derecesi âdînin derecesini yükseltir. O celâl nerede parlar ve âşikâr olursa, orada âdîlik düşünülmesi ortadan kalkar. Kısaca, Hakk’ın yapması de her gördüğüne. Bütün müşâhede ettiklerin, o Hâlık’ın kudret tecellîgâhıdır.
Manzûmenin Tercümesi: İrâde, ilâhî tecellîlerin meylinin evvelidir. Bu irâde, Hak için ve bizim için nefhâların îcâbıdır. Belirli olmaktan yana, belirsizlik çeşnisi gösteren gizli hazîne den ilâhî cemâlin zuhûru bu irâde iledir. O cemâlin güzellikleri, etrâfına saçılmıştır. Halk olma vehimi, tecellîlerin bir nevi’ sûretidir. Hakk’ın güzellikleri, kendisinde mahlûkları vücûda getirmeyi gerektirmese, mahlûkât mahlûk olmazdı. O mahlûkâtta olmasaydı Hak sırrı, sıfatların güzellikleri ile vasıflanmazdı. Mahlûkât Hak ile zâhir oldu. Hakk’ın cemâlinin zuhûru, mahlûkât iledir. Her biri, dîğeri için güzelliklerinin görünme yerleridir. Vâhîd ve Ferd, Mü’min olan Hak, mü’min için ayna gibidir. Bu konuda ulaşan hadîs, bunu te’yîd edicidir. Hak, Mü’min’dir; Mü’min olan kimse ile iki ayna gibi olup, bizzât karşı karşıya duruşları vardır. Hakk’ın güzellikleri bizimle âşikâr oldu. Bizim güzelliklerimiz de Hak’la âşikâr oldu. Arada ayrılık yoktur. O bizimle isimlendi, belki biz de onunla isimlendik. Her biri, dîğeri için âyetlerinin nüshasıdır. Hakk’ın irâdesi bilinmekliğe bağlanmasaydı, ilâhî hazînede gizli olanları açığa çıkarmazdı. Bunun içindir ki, irâdenin hükmü, diğer sıfatların önüne geçmiştir.
Hakk’ın cemâli, çirkin gibi gözükenin noksânını ikmâl eder. Çirkinde Hak zâhir olunca, çirkinliği kalkar. Hakk’ın celâli, zelîlin derecesini a’lâ eder; bundan dolayı orada ne noksan, ne zelîl mevcûd kalır.
Sonra dedi ki: – Benim ismimden sorma; resmedilmişlik kaydında mahsûr kalırsın; – Büsbütün de terk etme, hakkın bütünüyle mahvolur. – Safhâlara çok meyletme; zât’ıyla Rabb’in senden perdelenir. – Düşüncelerini büsbütün sâdece zât ile de sınırlama; toz olmuş gibi olmayı taleb etmiş olursun. – Bu konuda nefy(-kaldırmak) küfrân, isbât hüsrândır. – Bunlar, iki denizdir. Hak olan, bunların birdîğerine karışmamasını te’mîn eden berzahtır. – Beni isbât edersen, beni kendinden başka bir vücûd olarak ikâme etmiş olursun. – Nefy edersen ya’nî kaldırırsan, ma’nânın hakîkatinden perdelenirsin. Sen, benim , diyecek olursan, benim fennim nerede, senin fennin nerede!
– Yok, senden başkayım, diyecek olursan, benim hayrımdaki her ma’nâyı yitirmiş olursun. – Eğer hayrete düşersen, bir tür fakîr olursun, âcizim dersin ve izzet vasfını yitirirsin. – Kemâle ve nihâyete ulaşmayı iddiâ edersen, o zaman senin işin henüz nihâyette değil, işin başındadır. – Bunların hepsini terk edersen, gaflet uykusuna düşmüş olursun. O zaman heyhat, yüce maksâd nerede? O zaman seni yitiren, yitirdi. – Yok, sıfatlar arşı üstünde zâtında kâim olursan, senin kemâlin nerede, benim kemâlim nerede? Benim olan, senin olur mu?
– Nice hayranlığa ve hayrete düşen var, onu cemâl hayrette bırakmış;
– Nice konuşmayan var, celâl onun ağzına gem vurmuş;
– Nice konuşan var, kemâl onun lisânını çözmüş.
– Nicelerini, hüviyyetinde kaybolmuş;
– Nicelerini, benliğinde hâzır;
– Nicelerini, vücûdu yokluğa uğramış;
– Nicelerini, müşâhedede vücûd bulmuş; – Nicelerini, dehşetle hayrette;
– Nicelerini, hayretle dehşette;
– Nicelerini, fenâda erimiş;
– Nicelerini bakâya yükselmiş;
– Nicelerini, vücûdda helâk olmuş;
– Nicelerini, müşâhedede gark olmuş;
– Nicelerini, salt yoklukta secde edici;
– Nicelerini, zorunlu vücûdun gerekliliğinde ibâdet edici;
Nicelerini, ahadiyyet ateşinde yanmakta; – Nicelerini, hamdiyyet denizlerine dalmış; – Nicelerini, ünsiyyeti kaybetmiş, kudsiyyeti kazanmış;
– Nicelerini, ünsiyyeti kazanmış;
– Nicelerini, kudsiyyeti kaybetmiş olarak gördüm.
Habîbim, senin benliğin benim hüviyyetimdir. Ente-Sen Hu-O nun aynıdır. Hu-O dediğimizde, Ene-ben den başka bir şey değildir. Habîbim, senin basîtin benim terkîbim; senin çokluğun, benim birliğim; belki senin terkîbin, benim basîtliğim; senin cehâletin, benim dirâyetimdir. Seninle murâd benim. Ben senin içinim; kendim için değil! Benimle murâd sensin. Sen benim içinsin, kendin için değil! Habîbim, vücûd dâiresinin üstünde döndüğü nokta sensin! Şu halde o dâirede ibâdet eden de sensin, ibâdet edilen de sensin! Nûr sensin, zuhûr sensin, güzellik sensin, zînet sensin; sen insan için göz, göz için insan gibisin!
O, ilminde hükmî olan a‘yân-ı sâbite sûretlerini aynî (gözle görülebilir) âleminde açığa çıkarandır. Bu şekilde hükmî olarak mevcud olan a’yân-ı sâbiteler taayyün ve his ile zâhire gelir. Bu isim fiillî sıfatların isimlerindendir. Bu ismin sıfatı hâlıkıyyet yani yaratıcılıktır. Hâlıkıyyet, kendisi dışındaki varlıklar hakkında tam yoklukla hükmettikten sonra tam vücûd (varlık) ile taayyün eden ilâhî tecellîden ibarettir. *** Hazret-i Resul (s.a.v.) hâlıkiyyet sıfatıyla da sıfatlandırılmıştır. Buna delil, parmaklarının arasından suyun kaynamasıdır. Zira bu durum halıkıyyetin sıfatıdır. Enes İbn Malik’in (r.a) hadisinde buna işaret edilmektedir. O, şöyle demiştir: Bir kere Peygamber (s.a.v.) Medine çarşısının bir semti olan Zevra’da iken ikindi namazının vakti yaklaşmıştı ve abdest suyu arayıp bulamamışlardı. Bunun üzerine Resulullah’ın (s.a.v) huzuruna bir kap içinde bir miktar su getirildi. Ardından Resûlullah (s.a.v) elini kabın içindeki suya koydu. Hemen parmakları arasından su fışkırmağa başladı. Orada bulunan cemaat abdest alıncaya kadar devam etti. Enes İbn-i Malik’in ravisi Katade der ki: Ben, Enes İbn Malik’e: Orada kaç kişi idiniz? diye sordum. O da: Üç yüz, yahut üç yüz kadar, diye cevap verdi. (Buharî, Kitabu’l-Menakıb’da, Bab-u Alamati’n-Nübüvveti fi’l-İslam, 3572. Hadis; Müslim, Kitabu’l-Fezail, Babun fı Mucizati’n-Nebi, 2276 -9 hadisler.)
》 Bir nefs ki, bizzat âlemin ilmini ihtivâ edicidir. Ey Âdemoğlu! İşte o bizim levh-i mahfûzumuzdur. Mutlak vücûdun bütün sûretleri âşikâr olarak, o nefsin kâbiliyetinde nakışlanmıştır. O ilâhî nefs ile meşgul olarak temizlenirse; Ve siyah ve zâlim olan şüphenin karanlığından kurtularak safâ kazanırsa; Bütün eşyâ o nefsin indinde zâhir olur ve âlemin gizli yanları âşikâr olarak onda görülür.

¤ Ma’lûmun olsun ve Cenâb-ı Hak seni hakikâte hidâyet buyursun!

Kalem, akl-ı evvelden ya’nî ilk akıldan ibârettir. Akıl ile kalem, muhammedî ruh için iki vecihdir.

》 Aleyhisselâtu vesselâm Efendimiz, Ey Câbir, Allah’ın ilk halk ettiği şey senin nebînin nûrudur buyurmuştur.
Bundan dolayı kâlem-i a’lâ, ilk akıl ve muhammedî rûh, ferd olan cevherden ibârettir. O ferd olan cevher; – Halka ya’nî ayırt edicilik üzere zuhûra nisbetle kâlem-i a’lâ;
– – Mutlak halka ya’nî gaybe dönük zuhûra nisbetle ilk akıldır. İnsân-ı kâmile nisbetle, muhammedî rûh olarak isimlendirilir. İnşaallahu Teâlâ, rûha ve ilk akla âit gereken açıklamalar, bu kitâbta kendilerine mahsûs bölümlerde gelecektir.

Kâlem-i a’lâ, bir numûnedir ki, levh-i mahfûzda gereken şeyi nakşeder; akıl gibi. Çünkü, akıl bir numûnedir ki, nefsinde gereken şeyi nakşeder.
》Bundan dolayı; – Akıl, kalem yerinde; – Nefs, levh-i mahfûz yerinde; – Akıl kanûnuyla nefste mevcût olan fikrî önermeler, levh-i mahfûzda yazılı olan vücûdsal sûretler mesâbesindedir.

¤ Bunun içindir ki, Rîsâlet-meâb Efendimiz, “Allah ilk önce aklı halk etti” ve “Allah, ilk önce kalemi halk etti” buyurmuştur.

Halka dönük hakîkatlerde Hakk’a dönük incelikleri ibrâz etmek için ilk yöneliş, kürsîdedir.

》Kademeyn ya’nî Hakk’ın iki ayağı bu kürsî üzerine salınmıştır.
Bunun sebebi;
▪Kürsî, vücûda getirme ve yokluğa döndürme mahâllidir.
▪Açıklamanın ve üstü kapalı bırakmanın aslıdır.
▪Zarar ve faydanın merkezidir; Fark ve cem’in bir arada olduğu yerdir.
▪Birbirine zıt sıfatların ayrıntılı bir şekilde açığa çıkışı kürsîdedir.
▪Vücûdda ilâhî emir, kürsîden açığa çıkartılır .
▪Kürsî, kazâ faslı mahâllidir. Kalem ise, takdîr mahallidir. Levh-i mahfûz ise, tertîbleme ve yazım mahâllidir.

O, mertebesi yüce olup zelîl edilemeyen, anlayışlardan uzak olup idrâk edilemeyen ve zâtıyla gânî olup başkasına muhtaç olmayandır. Bu isim de sıfat ismidir. Bu ismin sıfatı izzettir. İzzet, kibriyâ ve mecdin (yüceliğin) gerektirdiği ilâhî kemâllerin açığa çıktığı ilâhî tecellîdir. Bu tecellî, her yönden her i’tibâr ile ve her nisbet üzere her bir şe’nde mahlûkların üzerinde bulundukları hâlin zıddıdır. Örneğin, ilmine bakarak ‘O ihâta edilemez’ dersin; yüceliğine bakarak “zelîl kılınamaz” dersin; gânî oluşuna bakarak ‘ihtiyaçsızdır’ dersin; zâtına işâret edilse ‘idrâk olunamaz’ dersin. Bu nedenle O’nu ancak kendi bilir, kendisinden başkası O’nu bilemez. Bu tecellî, mahlûkların ilâhî sıfatlardan bir şeyi bilmesine mâni’ olur. Bu tecellî mahlûk hakkında, kendisiyle Allah arasındaki en büyük perdedir. İzzet perdesinden dolayı kalpler zillete meyletmiştir. Rûhlar ilâhî kemâllerin ma’nâlarından bir ma’nâ ile bezendiklerinde onu kalbe sarkıtırlar. İzzet perdesini de ancak Allah ile izzet bulmuş kalp yırtabilir. *** Kur’an-ı Kerim’in açık ifadesi Azîz isminin Hazret-i Resûlullah’ın (s.a.v.) ismi olduğunu göstermektedir. Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîz ya’nî Andolsun ki size içinizden azîz bir resûl geldi (Tevbe; 9/128).
Refref (kuş kanadının hışıltısı), vücûda müteallik mekânet ve fehâmet-i ilâhiyyeden ibârettir. O mekânet de, ulûhiyetin bi-nefsihî iktizâ ettiği umûr-ı zâtiyyedir.
Hamd makâmı, makâmatın â’lâsıdır. Bunun için peygamberimizin livâsı, livâü’l-hamd oldu. Çünkü Peygamber, mekânet-i ilâhiyyenin istihkâkına göre zât-ı eceli ve â’lâya hamd ve senâ ederek, merâtib-i hakkıyye ve merâtib-i halkiyyede zâhir oldu. Onun bu iki şekildeki zuhûru, vücûdun muktezeyât-ı hakîkiyyesidir.
Kelâm-ı peygamberi de, kelâm-ı İlâhîden bir şu’bedir. Çünkü Hz. Peygamber, hevâdan nutk etmez. Söyledikleri Cenâb-ı Hak’dan kendisinde vukû’ bulan vâhiylerdir.
Allah hakkı söyler ve yolu gösterir.
Rubûbiyet, mevcûdâtı taleb eden esmayı muktezî mertebenin ismidir. Rubûbiyetin tahtında Alîm, Semî’, Basîr, Kayyûm, Mürîd,
Melik ve bunlara benzeyen esmâ dâhildir.
Şu halde rahmâniyet mertebesinin ulûhiyete nisbeti, şekerin, şeker kamışına nisbeti gibidir. Şeker, kamışta bulunan a’lâ bir mertebedir; kamış ise hem şekeri, hem de başka eczâ-i kimyeviyyeyi hâvî olduğu için delâleti umûmîdir. Bu i’tibârı düşünerek şeker, şeker kamışma nisbetle efdaldir diye tefekkür edersen, rahmâniyet, ulûhiyetten efdal olur. Yok eğer kamışın hem şekeri, hem de başka eczâ-i kimyeviyyeyi ihâtasını düşünerek, kamış efdaldir dersen, ulûhiyet rahmâniyetten efdal olur. Rahmâniyet mertebesinde zâhir ve bahir olan isim Rahman ismidir; çünkü bu isim hem esmâ-i zâtiyye’yi, hem de evsâf-ı nefsiyyeyi câmi’dir.
Sen, o Furkân’ı oku ve kendinden o kitâbın sırrını da oku!
Kitâb-ı mübîn sensin; Mektubât sendedir.
Ehadiyet, yalnız zât tecellîsinden ibârettir.
Ey sabâ rüzgârı!
Göz yaşı ile kalb ateşi arasında yanan âşıkın haberini, diyâr-ı ma’neviyye ricaline eriştir;
Ulûhiyet, ÜmmüT-Kitâb’dır; Kur’ân ehadiyet’tir; Furkân vahidiyet’tir; Kitâb-ı Mecîd, rahmâniyet’tir.
Cenâb-ı Hakk’ın yetmişten ziyâde nûrdan ve zulmetten hicâbı vardır. O hicâbı keşf etse, azamet veçhesi kendine müntehi gözleri yakar.
Allah büyüktür, bu deniz ale’t-tevâlî dalgalıdır.
İçinde esen rüzgârın heyecânından mütehassıl mevceler sahile inciler döker.
Rubalarını çıkar ve bu denize gark ol; ve o denizde yüzmek hevesine düşme.
O denizde yüzen, bâis-i iftihar değildir. Bu denizde öl!
Allah’ın denizinde ölen kimseler, safâ-yı mutlak içinde hayâtullâh ile kaydır.
Cenâb-ı Hak, Zât’ından ne kadar kemâl izhâr ederse, gaybda ondan daha büyük kemâlât vardır. Nihâyet-i kemâl-i İlâhîye erişmek için yol yoktur. Ya’nî Hakk’ın kendi indinde Zât’ına tahsis ettiği hiç bir kemâl bâkî kalmamak üzere, nihâyet-i kemâle vusûl mümkün değildir.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine ma’rifetin yolu, esmâ ve sıfâtmdandır.
cevherin iki arazı vardır: Biri ezel, biri ebed.
İki sıfatı vardır: Biri Hak, biri halk.
İki na’tı vardır: Biri kıdem, biri hudûs.
İki ismi vardır: Biri Rab, biri abd.
İki ciheti vardır: Biri zâhir, ya’nî dünyâ, biri bâtın, ya’nî âhiret.
İki hükmü vardır: Biri vücûb, biri imkân.
İki i’tibârı vardır: Birincisi nefsi için mefkûd, gayri için mevcûd olmak; İkincisi gayri için mefkûd, nefsi için mevcûd olmak.
Zâtına bak, istersen ene=ben i’tibâriyle, istersen ente=sen i’tibâriyle; orada hakîkat-i kiilliyyeden başka bir şey yoktur. Vahdehû lâ şerîke leh olan Allah’ı tesbîh ederim.
Eğer ilim asildir dersen, kuvvetler fer’dir. Kuvvetler arazdır dersen, ilim fer’dir.
Fakat kalbim harâretle iltihâb etmektedir.
Ceyhûn’a gark olduğum halde susuzluk içindeyim.
Sırtımda hiçbir şey olmadığı halde, yüküm beni yormuştur.
Ağırlıklarımı hem azalt, hem çoğalt.
Bana sâkî olan kalbimdeki muhabbet-i ilâhiyyedir.
O, senden başkasında kâim değildir. Onun sûretlerini görmek için sırrı iyi anla.
Yine şehâdet ederim ki, cennet hak, cehennem hak, sırat hak, yevm-i nüşûr hak ve hesâb hakdır.
Adem sûreti üzerine zâhir olan âlemin aslıdır. Kâinât lafzının ma’nâsıdır. [Kainât bir lafız ise, Allah onun ma’nâsıdır.]
Hamd ve senâ, kendisinin Allah ismiyle kâim olduğu için, yine kendisine, ya’nî Zât-ı eceli ve a’lâsma mahsûstur. O Allah, müstehak olduğu ve Zât’ının iktizâ ettiği her kemâl ile mütecellîdir. O Allah, mebnî-i hâl-i celâl’i noktasıyla kelimât-ı cemâli müstevfîdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir