İçeriğe geç

A Little Life Kitap Alıntıları – Hanya Yanagihara

Hanya Yanagihara kitaplarından A Little Life kitap alıntıları sizlerle…

A Little Life Kitap Alıntıları

En kolay açıklama genellikle doğru açıklamadır.
“Mutlu bir halsizlik içindeydi ama o günlerde hep halsizdi zaten, sanki normal görünmek için gün boyu harcadığı çaba başka bir şeye enerji bırakmıyordu.”
Kişinin fikrini değiştirmesindense kendine belletilenlere inanması hep daha kolaydır
“Yine bir akşam banyo kapısı kilitliyken Willem anlamsız bir korkuya kapılıp aniden kapıyı yumruklamaya başlamış, Jude sinirli ama aynı zamanda da (yoksa sadece hayalinde mi?) garip bir suçlulukla kapıyı açıp “Ne var Willem?” diye sormuş, o bir kez daha cevap vermemiş fakat bir tuhaflık olduğunu bilmişti. İçeride keskin, paslı demir gibi bir kan kokusu vardı, çöpü bile karıştırıp bir topak kanlı sargı bezi bulmuştu ama JB’nin havucu elimle doğrayacağım diye parmağını kesince kullandığı, yemekten kalma sargı bezi miydi bu, (Willem, mutfak işlerinden uzak tutulmak için özellikle kabiliyetsizliğini abarttığından şüpheleniyordu), yoksa Jude’un gece gece kendini cezalandırmasından mı? Ama yine (yine!) bir şey yapmadı, salonda kanepede uyuyan (veya uyur gibi yapan) Jude’un yanından geçerken bir şey demedi, ertesi gün de bir şey demedi; günler önünde beyaz sayfalar gibi açılırken demedi, demedi, demedi.
Şimdi de bu olmuştu. Üç yıl önce, sekiz yıl önce bir şey (ne?) yapmış olsa, bu noktaya gelinir miydi? Bu nokta neydi ki zaten?”
İşte bu anlarda, ölümden sonra hayata inansaydım keşke diyorum; belki başka bir evrende, bacağımız yerine kuyruğumuzun olduğu küçük, kızıl bir gezegenin atmosferinde foklar gibi yüzüyoruz, hava trilyonlarca protein ve şeker molekülünden ibaret ve yaşamak için kişinin ağzını açıp havayı içine çekmesi yetiyor; belki orada ikiniz birliktesiniz, iklimleri geziyorsunuz. Belki daha da yakında; komşunun kapısında peyda olup elimi uzattığımda mırıldayan gri kedi o; belki diğer komşumun tasmasıyla dolaştırırken gördüğüm yavru köpeği o; belki birkaç ay önce meydanda neşeyle oynayıp annesini babasını peşinde koştururken gördüğüm küçük çocuk o; belki çoktan kurudu sandığım çalılarda ansızın açan çiçek o; o belki şu bulut, şu dalga, şu yağmur, şu sis.
Suç sende sanacaksın hep,aslında öyle olmayacak elbette ama sen hep öyle zannedeceksin
Başarı konusunda gafil avlandığı nokta, başarının insanları sıkılaştırdığını fark edememesiydi. Başarısızlık da sıkılaştırıyordu insanları ama farklı bir şekilde: Başarısız insanlar hayatta tek bir şey için mücadele ediyorlardı, o da başarıydı. Ama başarılı insanlar da sadece başarılarını sürdürmek için mücadele veriyordu. Koşmak ve yerinde saymak arasındaki fark gibiydi bu ve koşmak her halükarda bıktırıcı bir iş olsa da, koşan insan hiç değilse hareket eder, farklı yerlerden geçer, manzaralar görürdü.
Birtakım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.
Things get broken, and sometimes they get repaired,and in most cases,you realize that no matter what gets damaged,life rearranges itself to compensate for your loss, sometimes wonderfully
Fakat içinde bulunduğumuz kendini geliştirme çağında, insanın hayatındaki birinci tercihten başkasıyla yetinmesi iradesizlik olarak görülüyor, ayıplanıyordu. Kaderin sandığın şeye boyun eğmek, onurlu bir hareket olmaktan çıkıp korkaklığa dönüşmüştü bir yerlerde. Mutluluğa ulaşma baskısı bazen zulüm şeklini alıyordu, mutluluk herkesin ulaşabileceği ve ulaşması gereken bir şeymiş de, bu uğurda verilecek en küçük bir taviz dahi bireyin kendi kabahatiymiş gibi.
Hiçbiri başkasının hayatını dinlemek istemiyordu zaten, kendilerininkileri anlatmak istiyorlardı
Sıklıkla yaşadığını değil, var olduğunu hissediyor
Hiçbir ilişki sana istediğin her şeyi veremez. Verdikleri bellidir, bunlardan sadece üçünü alabilirsin. Üçten fazlası olmaz hadi çok şanslıysan dört. Kalanını başka yerde ararsın. Sana aradıklarının hepsini veren biri ancak filmlerde olur.
Hukukun ne kadar kaypak, ne kadar şartlara bağlı, korumasına en çok ihtiyacı olanlara ne kadar az huzur ve fayda sağlayan bir şey olduğunu düşündüm.
Hak ettiğimiz ailelere doğmuyoruz
Jude, biliyorsun böyle uyumaman gerektiğini, dedi ona içinden. Uyandığında belin çok ağrıyacak.
Ama uzanıp onu uyandırabilecek olsaydı bile bunu yapmazdı.
Tanrım, dedi. Tanrım. Ne yaptım ben?
Çok özür dilerim Jude, dedi içinden ve bu kez gerçekten ağlayabildi, gözyaşları dudaklarına değdi, silemediği sümükleri kabardı. Ama içinden ağladı, hiç ses çıkarmadı. Özür dilerim Jude, çok özür dilerim, diye içinden defalarca tekrarladı, sonra ancak dudaklarının açılıp kapandığını işitebileceği kadar alçak bir sesle fısıldadı. Beni affet Jude. Beni affet.
Beni affet.
Beni affet.
Beni affet.
Ömrüm, diyecek içinden, ömrüm. Ama bundan ilerisini düşünemeyecek ve bu sözcüğü zikir gibi, lanet gibi, telkin gibi tekrarlarken, büyük acılarda yolu düştüğü, hiç uzakta olmadığını bildiği fakat sonrasında hiç hatırlayamadığı dünyaya dalacak: Ömrüm.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Korku ve nefret; korku ve nefret… Bazen hayatında bir tek bu ikisi varmış gibi geliyordu. Kendinden başka herkesten korku, kendindense nefret.”
Bazen hayatında bu ikisi varmış gibi geliyordu. Kendinden başka herkesten korku, kendindense nefret.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ben de gördüğüm her şeye şefkatle yaklaşıyorum, baktığım her şeyde onu görüyorum
“Mutlu bir halsizlik içindeydi ama o günlerde hep halsizdi zaten, sanki normal görünmek için gün boyunca harcadığı çaba başka bir şeye enerji bırakmıyordu.”
“Hiçbiri başkasının hikayesini dinlemek istemiyordu zaten, kendilerininkini anlatmak istiyorlardı.”
“Yirmi sekiz yaşındaydı, hayal gücü onu terk etmişti, kopyacılığa mahkûmdu.”
Sen Jude St. Francis’sin. En eski, en sevgili dostumsun. Harold Stein ve Julia Altman’ın oğullarısın. Malcolm Irvine, Jean-Baptiste Marion, Richard Goldfarb, Andy Contractor, Lucien Voigt, Citizen van Straaten, Rhodes Arrowsmith, Elijah Kozma, Phaedra de los Santos ve Henry Young’ların arkadaşısın.
New Yorklusun. SoHo’da oturuyorsun. Bir sanat örgütü ve bir aşevi için gönüllü çalışıyorsun.
Yüzücüsün. Fırıncısın. Aşçısın. Okursun. Güzel sesin var ama artık şarkı söylemiyorsun. Mükemmel bir piyanistsin. Resim koleksiyoncususun. Ben uzaktayken çok güzel mesajlar yazıyorsun bana. Sabırlısın. Cömertsin. Tanıdığım en iyi dinleyicisin. Her bakımdan tanıdığım en akıllı kişisin. Her bakımdan tanıdığım en cesur kişisin.

Çok kötü muameleye maruz kaldın. Sağ salim kurtuldun. Sen her zaman sendin.

Peki sen kimsin? diye soruyor onu kucaklamış tanımadığı, kulağa çok fazla şeye sahipmiş, gıpta edilen ve sevilen biriymiş gibi gelen bir insanı tarif eden adama. Sen kimsin?
Adamın bu soruya da cevabı var: Ben Willem Ragnarsson diyor. Ve yanından hiç ayrılmayacağım.

“Fakat içinde bulunduğumuz kendini gerçekleştirme çağında, insanın hayatındaki birinci tercihten başkasıyla yetinmesi iradesizlik olarak görülüyor, ayıplanıyordu. Kaderin sandığın şeye boyun eğmek, onurlu bir hareket olmaktan çıkıp korkaklığa dönüşmüştü bir yerlerde. Mutluluğa ulaşma baskısı bazen zulüm şeklini alıyordu, mutluluk herkesin ulaşabileceği ve ulaşması gereken bir şeymiş de, bu uğurda verilecek en küçük bir taviz dahi bireyin kendi kabahatiymiş gibi.”
Mutluluğa ulaşma baskısı bazen zulüm şeklini alıyordu.
Mutluluk bana göre değil galiba dedi Jude nihayet, sanki Willem canının çekmediği bir yemek teklif etmiş gibi. Ama tam sana göre Willem.
Willem’in herkesten sakladığı bir çocuğu olsun, onunla tanışsın, onda Willem’in tebessümünü görsün çok isterdi.
Sen Jude St. Francis’sin. En eski, en sevgili dostumsun. Harold Stein ve Julia Altman’ın oğullarısın. Malcolm Irvine, Jean-Baptiste Marion, Richard Goldfarb, Andy Contractor, Lucien Voigt, Citizen van Straaten, Rhodes Arrowsmith, Elijah Kozma, Phaedra de los Santos ve Henry Young’ların arkadaşısın.
New Yorklusun. SoHo’da oturuyorsun. Bir sanat örgütü ve bir aşevi için gönüllü çalışıyorsun.
Yüzücüsün. Fırıncısın. Aşçısın. Okursun. Güzel sesin var ama artık şarkı söylemiyorsun. Mükemmel bir piyanistsin. Resim koleksiyoncususun. Ben uzaktayken çok güzel mesajlar yazıyorsun bana. Sabırlısın. Cömertsin. Tanıdığım en iyi dinleyicisin. Her bakımdan tanıdığım en akıllı kişisin. Her bakımdan tanıdığım en cesur kişisin.

Çok kötü muameleye maruz kaldın. Sağ salim kurtuldun. Sen her zaman sendin.

Yuvasındaydı ve yuvası Jude’du.
Kendini parlak renkli bir şişeden diğerine dökülen, her şişede de birazını bırakan bir sıvı gibi hissediyordu bazen.
Bir takım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.”
Hiçbiri başkasının hikayesini dinlemek istemiyordu zaten, kendilerininkini anlatmak istiyorlardı.
Sessiz kalıyorlar. “Keşke yanında olabilseydim” diyor Willem.
“Yanımdaydın zaten” diyor.
sen gittikten sonra mutlu anlar, mutlu günler olmadığını düşünmeni istemem. daha azdı elbette. daha zor bulunuyor, zor yaratılıyordu. ama vardı.
ama en çok ikinizi birlikte görmeyi, senin ona bakışını, onun sana bakışını izlemeyi özledim; birbirinize ne kadar düşünceli davrandığınızı, ona sevgini nasıl samimiyetle ve çekincesiz gösterdiğini görmeyi özledim; birbirinizi dinlemenizi, hem de dikkatle dinlemenizi görmeyi özledim.
ağladıkça ağlıyor, olduğu her şey için, olabileceği her şey için, bütün eski acılarına, bütün eski mutluluklarına ağlıyor; nihayet bir çocuk olmanın, çocukluğun bütün kaprislerini, isteklerini ve güvensizliklerini sergilemenin, yaramazlık yapıp affedilme ayrıcalığının, şefkat ve sevgi lüksünü tatmanın, o tabağın bitecek olmasının, bunca yıldan sonra bir annenin, bir babanın güven telkin eden sözlerine inanmanın, tüm hataları ve nefretine rağmen, hatta tüm hataları ve nefreti yüzünden özel bir insan olduğuna inanmanın utancı ve sevinciyle ağlıyor.
kendisine bir söz verdi, her gün hayatı sürdürmek için yeni bir sebep bulacak. bazıları küçük sebepler: hoşlandığı lezzetler, beğendiği senfoniler, sevdiği resimler, güzel bulduğu binalar, merak duyduğu operalar ve kitaplar, ilk defa veya tekrar gitmek istediği yerler.
bazen daha iyi olduğunu, iyileşmeye başladığını düşünüyor. bazen bir coşku ve enerjiyle uyanıyor. işte o gün geldi diye düşünüyor. bugün iyileşmeye başlamamın ilk günü olacak. bugün ilk kez willem’i daha az özleyeceğim.
gelgelelim sıklıkla yaşadığını değil, sadece var olduğunu hissediyor; kendisi günleri geçirmiyor da günler onun üstünden geçiyor. ama bunun için kendini fazla cezalandırmıyor; var olmak bile yeterince zor zaten.
benden korkuyor. beni seven birine bağırıyorum ve benden korkmasına neden oluyorum.
üstelik lafı bile edilmez, içinden gelerek ve mutlulukla yaptığını bilirsin, ve yine bilirsin ki bu evde, bu ilişkide olmayı sevmenin bir sebebi -sebeplerden biri ama önemli- karşındakinin sana hep bir yuva kurmasıdır, bunu söylediğinde ise gücenecek yerde mutlu olur, sen de sevinirsin çünkü içinden gelerek, minnettarlıkla söylemişsindir.
keyifsiz bir çocuktan daha korkutucu bir şey yoktur. keşke yaşadıklarımız keyifsizlikle kalsaydı ama meğer kadersizliğin ayak sesleriymiş.
neden bir arkadaşlık, ilişki kadar muteber değildi? daha bile iyi bir şey olmasının önündeki engel neydi? iki insan ömürleri boyunca yan yana durmayı cinsellik, fiziksel çekim, para, çocuk, mal mülk bağları olmadan, sadece karşılıklı olarak istedikleri ve hiçbir kitapta yazmayacak bir birlikteliğe gönül verdikleri için tercih ediyorlardı. arkadaşlık, karşındakinin gıdım gıdım acılar çekmesine, uzun uzun sıkılmasına, arada bir başarı kazanmasına tanık olmaktı. bir insanın en kötü anlarında yanında olma ayrıcalığından şeref duymak ve karşılığında kendi kötü gününde onun yanında olmasını beklemekti.
neden bir arkadaşlık, ilişki kadar muteber değildi? daha bile iyi bir şey olmasının önündeki engel neydi? iki insan ömürleri boyunca yan yana durmayı cinsellik, fiziksel çekim, para, çocuk, mal mülk bağları olmadan, sadece karşılıklı olarak istedikleri ve hiçbir kitapta yazmayacak bir birlikteliğe gönül verdikleri için tercih ediyorlardı. arkadaşlık, karşındakinin gıdım gıdım acılar çekmesine, uzun uzun sıkılmasına, arada bir başarı kazanmasına tanık olmaktı. bir insanın en kötü anlarında yanında olma ayrıcalığından şeref duymak ve karşılığında kendi kötü gününde onun yanında olmasını beklemekti.
bence arkadaşlığın bütün numarası, senden daha iyi insanlar bulmak; daha akıllı, daha karizmatik değil, daha sevgi dolu, cömert ve bağışlayıcı insanlar bulup onlara sana öğretebileceklerinden ötürü saygı duymak, senin hakkında ne kadar iyi veya kötü şeyler söylerse söylesinler kulak vermek, bir de onlara güvenmek, ki en zoru budur. ama en güzelidir de.
ama andy’nin bir türlü anlayamadığı şuydu: iyimserdi o. her ay, her hafta, gözlerini bu dünyada bir gün daha yaşamak için açardı. acının her şeyi, hatta unutmak için bunca çabaladığı geçmişini bile bulandırdığı, sildiği günlerde dahi yapıyordu bunu. anıları diğer bütün düşüncelerini kovaladığında, mevcut hayatına tutunmak, çaresizlik ve utançla öfke krizine kapılmamak için olağanüstü gayret ve konsantrasyon sarf ettiği günlerde dahi. çabalamaktan yorulduğu, uyanık ve canlı kalmanın muazzam enerji gerektirmesi yüzünden yattığı yerde kalkıp bir daha denemek için sebepler aradığı, tuvalete gidip lavabonun altına zulaladığı kilitli naylon poşetten pamuğunu, jiletlerini, alkollü mendillerini, sargı bezini alıp teslim olmanın çok daha kolay geldiği günlerde bile. en kötü günleri bunlardı.
birtakım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.
bulunduğu hayattan, yaşadıklarından kopmayı o kadar arzuluyordu ki, hiç kimsenin tanımadığı, hiç kimseyi tanımadığı bir hayatın hayalini kuruyordu.
hiçbiri başkasının hikayesini dinlemek istemiyordu zaten, kendilerininkini anlatmak istiyorlardı.
Benzersiz bir sevgi olduğunu da kabul etmek lazım çünkü temelinde fiziksel çekim, zevk, mantık yok, korku var. İnsan çocuğu olmadan korku nedir bilmezmiş ve belki bu korku nedeniyle daha muhteşem bir şey sanıyoruz çocuk sevgisini, çünkü korkunun kendisi de muhteşem. Her gün ilk aklına gelen “Onu seviyorum” değil “acaba nasıl?” oluyor. Dünya bir gecede korku tüneli halini alıyor.
Başka tür bir insan olsam, bu olayın genel haliyle hayatı eğretilediğini söylerdim sana. Birtakım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.
Aslına bakarsan ben o tür bir insanmışım galiba.
Sevgiler, Harold
Birtakım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.
Fakat mutluluk denen şey de göterişten, sürdürülmesi imkânsız bir durumdan başka neydi, hele ki dile getirmesi bile bu kadar zorken?
Hiçbiri başkasının hikâyesini dinlemek istemiyordu zaten, kendilerininkini anlatmak istiyorlardı.
Bence tek sorunu Mutsuzluk diyecekti az daha. Fakat mutluluk denen şey de gösterişten, sürdürülmesi imkansız bir durumdan başka neydi, hele ki dile getirmesi bile bu kadar zorken?
Hayatın bir hayal kırıklığından ibaret, kendisinin de çevresindekiler için hayal kırıklığı olacağını çözmüşçesine bezginlik içindeydi.
İçinde bulunduğumuz kendini gerçekleştirme çağında, insanın hayatındaki birinci tercihten başkasıyla yetinmesi iradesizlik olarak görülüyor, ayıplanıyordu. Kaderin sandığın şeye boyun eğmek, onurlu bir hareket olmaktan çıkıp korkaklığa dönüşmüştü bir yerlerde. Mutluluğa ulaşma baskısı bazen zulüm şeklini alıyordu, mutluluk herkesin ulaşabileceği ve ulaşması gereken bir şeymiş de, bu uğurda verilecek en küçük bir taviz dahi bireyin kendi
kabahatiymiş gibi.
fakat içinde bulunduğumuz kendini gerçekleştirme çağında, insanın hayatındaki birinci tercihten başkasıyla yetinmesi iradesizlik olarak görülüyor, ayıplanıyordu. kaderin sandığın şeye boyun eğmek, onurlu bir hareket olmaktan çıkıp korkaklığa dönüşmüştü bir yerlerde. mutluluğa ulaşma baskısı bazen zulüm şeklini alıyordu, mutluluk herkesin ulaşabileceği ve ulaşması gereken bir şeymiş de, bu uğurda verilecek en küçük bir taviz dahi bireyin kendi kabahatiymiş gibi.
birtakım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki, kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.
Hakkaniyet mutlu insanlar içindir, belirsizliklerle değil kesinliklerle çizilmiş hayatları yaşama şansına erişenler için.
yapayalnız sefilleriz.
Ömrüm, diyecek içinden, ömrüm. Ama bundan ilerisini düşünemeyecek ve bu sözcüğü zikir gibi, lanet gibi, telkin gi­bi tekrarlarken, büyük acılarda yolu düştüğü, hiç uzakta ol­madığını bildiği fakat sonrasında hiç hatırlayamadığı dün­yaya dalacak: Ömrüm.
Bir takım şeyler kırılır, bazen kırılanlar onarılır, fakat çoğu durumda fark edersin ki kırılan ne olursa olsun hayat o kaybı telafi etmek için yeniden şekillenir, bazen de muhteşem olur bu şekilleniş.”
Hiçbiri başkasının hikayesini dinlemek istemiyordu zaten, kendilerininkini anlatmak istiyorlardı.
Onlar arkadaşları, hem de ilk arkadaş­larıydı ve dostluk denen şeyin sevgi, zaman, bazen para, her zaman bilgi alışverişi gerektirdiğini biliyordu
“Bu kadar değersiz biri olduğum için üzgünüm.”
Bu konu hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Bildikleri kitaplardandı, kitaplar da yalan söylerdi, her şeyi güzelleştirirlerdi.
Sessizliği bir korunma unsuru olarak ortaya çıktı ama geçen yıllarda baskı unsuruna dönüştü; yönettiği değil, onu yöneten bir şey oldu. Artık istese de çıkış yolu bulamıyor. Dört yanı buzdan kapkalın duvarlarla, tabanlarla, tavanlarla çevrili küçük bir su damlasının içine hapsolmuş gibi hissediyor. Bir çıkış olduğunun farkında ama alet edevattan yoksun; tırnaklarıyla buzun kaygan yüzeyini tırmalıyor çaresizce. Kim olduğunu anlatmayarak kendini daha yenir yutulur, daha az garip biri gibi gösterdiğini sanıyordu. Ama artık söylemedikleri onu daha da garipleştiriyor, bir acıma hatta şüphe nesnesi yapıyor.
Bir ilişki içinde olmak arkadaşlıktan daha hafif bir bağımlılık değildi. Neden bu yirmi yedi yaşında normaldi de, otuz yedi yaşında tuhaflaşıyordu? Neden bir arkadaşlık, ilişki kadar muteber değildi? Daha bile iyi bir şey olmasının önündeki engel neydi? İki insan ömürleri boyunca yan yana durmayı cinsellik, fiziksel çekim, para, çocuk, mal mülk bağları olmadan, sadece karşılıklı olarak istedikleri ve hiçbir kitapta yazmayacak bir birlikteliğe gönül verdikleri için tercih ediyorlardı.
Korku ve nefret; korku ve nefret Bazen hayatında bir tek bu ikisi varmış gibi geliyordu. Kendinden başka herkesten korku, kendindense nefret.
Başka bir çağa aitmiş gibi hissediyordu. Ne kadar çok şeyden haberi olmadığına, bildiklerinin ise ne kadar faydasız ve lüzumsuz göründüğüne bakılırsa çocukluğunu yirmi birinci değil, on dokuzuncu yüzyılda geçirmiş olması mümkündü.
Jude ile arkadaşlığının hatırı sayılır bir kısmını, sorması gerektiğini bildiği bazı soruları, cevaplarından korktuğu için sormaması oluşturuyordu.
Herhangi bir ilişki gibi sürekli bakım, bağlılık ve dikkat gerektiriyordu; tarafların ikisi de buna gö­nüllü değilse neden solup gitmesindi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir