İçeriğe geç

Aydemir Kitap Alıntıları – Müfide Ferit Tek

Müfide Ferit Tek kitaplarından Aydemir kitap alıntıları sizlerle…

Aydemir Kitap Alıntıları

En büyük teselli başkalarının elemlerini tedavidedir.
seni öldürmekle fikrini, emelini, mevcudiyetini öldüremezler Senin vazifeni, senin emelini kendime mübarek bir vazife edinerek senin yerine çalışacağım.
Türk olan her yer memleketim, üzüntüde olan her insan sevgilim, ailem
Hayat ne kadar dolu olsa, ne kadar sarhoş edici, ne kadar bayıltıcı anları olsa, ne kadar bahtiyar geçse yine bitecek değil mi?
Bu şüphe hayatının bütün ziyasını söndürüyor, onu fırtınalı bir gecede ummanın namütanahiliği ve zulmetleri içinde yıldızını kaybetmiş bir gemici, gibi mütereddit ve titrek bırakıyordu
Korkaklıkla hıyanet hep bir değil mi zaten
Musiki Musikinin ruhlar üstünde bıraktığı tesire emniyetim vardır. O, insanın maneviyatını damıtır ve yalnız iyilikleri geçirir.
-Han Demir’e nerelisiniz demek aklıma dünyada gelmedi. İstanbul’da doğmuş veya değil, ne ehemmiyeti var? O, bir şehrin veya bir memleketin değil ki Hatta bazen Turan’ı bile ona vatan diye küçük görüyorum.
Sıhhatte olanlar değil,
hastalar hekime muhtaçtır,
Siz de çalışınız Hazin Hanım! En büyük teselli başkalarının elemlerini tedavidedir.
O, koyu kumral uzun ve beyaz saçları ile adeta bir ihtiyardı. Fakat deruni bir rüyanın daimi pırıltılarıyla parlayan genç ve güzel siyah gözleri vardı.
Siz sanatkarsınız ve sanatkarlar Allah’ın en sevgili kulllarıdır. Allah onlara uluhiyetinin bir pırıltısını verir ve onlar bu kudretle kimsenin yapamadığını yaparlar, kimsenin göremediğini görürler. Bunun için değil mi ki uzak mazilerde şairlere peygamber demişler. Siz sanatların kuvvetiyle çalıştıkça her gün elinizin altında bir ruh uyanacak; her uyanan ruh ile milletinizin kalbi daha kuvvetli çarpacak.. ve bir gün Türklük dirilecek.
Ben, bütün bu milli sefaletin kökünü, kaynağını fakirlikte buluyorum; cehalet de ondan geliyor, hastalık da, ziraatın ibtidai bir şekilde kalışı da ve bunun neticesi olarak köylünün borçlanması, faiz altında ezilmesi de! Hatta memurların rüşvet alması, küçük sınıfların ölmesi, büyük sanaatın doğmaması, ticaretin bakkallıktan ibaret kalması
Nevin Hanım, mübalağa müstesna, benim istediğim de bundan başka bir şey değildir; sanat ve aşk ile Türklüğü diriltmek.
Hayat nedir ki aşk ne olsun ? Rüya, gölge !
Ben orda toprak altında yatarken ,sen burada şen ve mesut başkasının mı olacaksın?
– Çocuklarım, bugün biz öleceğiz; fakat emelimiz artık yaşayacak, yaşasın emel, yaşasın Türkler!
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
– Elbet oğlum, dedi. Türkler elbet mesut ve serbest olacaklar.
Altmış milyonluk bir devlet esir kalabilir mi? Bahusus senin gibi ça­lışkan evlatları olursa.
– Bir kere Rus’un ezildiğini görecek miyiz? .. Biz hakim, o esir, biz efendi, o köle olacak mı?
– Hayır Ali böyle düşünme Bunu isteme Bugünü görme­yeceğiz ve görmememiz insaniyet namına daha iyidir. Mazlumların hakim oldukları gün zalimler kahredilemeyecek. Onlar da serbest ve memnun kalacaklar. Çünkü bizim aradığımız, mazlumla zalimin vaziyetlerini değiştirmek değil(dir), bu ilelebet iki tarafı da yıkarak perişan edecek neticesiz bir işkence olurdu.
Biz insaniyetin saadetini arıyoruz. Biz de mesut olalım, onlar da olsun. Eğer onlara zulüm ile ceza vermek istiyorsan aldanırsın oğlum, zira emin olalım ki zulüm yapmak, zulüm görmek kadar işkencelidir. Mağdurlar bedbaht olur; fakat iyi kalabilirler Hal­buki zulüm yapan zalim oluyor. Bundan daha büyük mücazat olur mu? Hayır hakim olmak, zalim olmak istemiyoruz. Bir zaman gelecek ki mağdur milletler, hakim milletlerin elinden kurtulun­ca ikisi de birer serbest ve bahtiyar milletler olacaklar. Biz bunu bekliyoruz.
Demir, müstakbel Türkiye’nin muazzam cephesinin parlak ve meşhur mimarı olmayacaktı.
O, faydasız şerefleri bırakarak buraya ırk saadetinin temel taşlarını taşımaktan elleri kanayan karanlık bir işçi olmaya gelmiş­ti.
O, ırk vahdetinin saadetini anlatmaya gelmişti.
O, Türklere ken­di kendilerini kurtarmayı ôğretmeye gelmişti
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Onlar bu haberlere şaş­madılar bile; zaten Osmanlılar saltanatının bir gün gelip kendilerini kurtaracağını biliyorlardı.
Kitaplar da bunu yazmıyorlar mıydı?
Fukaraya beşaret,
üseraya serbesti,
kalbi kırık olanlara teselli,
zulüm altında ezilenlere hürriyet vermek için geldim .
Ya Rabb’im, ne oldu, o Altın ordular, o şanlı geçitler, o zaferler, o ulvi mefkureler!
Saçlarımı yolarak bedbaht millete bir ümit arıyordum.
Ruhum, onların geçmiş asaletlerine olduğu kadar, şimdiki zillet ve felaketlerine de (inleyerek) secde ediyordu .
– Biliyorum, kirlenmiş ve eskimiş Bizans’ta milliyet tohumu kolay yetişmeyecek. İstanbul’a o kadar milletler temellük etmişler ki İstanbullu olup da bir milletin evladı olmak kabil olmuyor. İşte sizi ona bekçi bırakıyorum. İstanbul’u uyandırınız. Anadolu mese­lesini ortaya koyunuz ve Türkleri seviniz.
– Dolaşacağım, Hazin Hanım. Hive’den başlamak niyetinde­yim. Hive, Buhara, Kaşgar ve ilah Semerkant’ı birinci merkez yap­ mak istiyorum. Yetişemeyeceğim yerlere de bulacağım muavinleri­ mi yollayacağım.
– Gittiğiniz şehirlerde ne yapacaksınız?
– Her şehre göre tabii yapacak iş değişir; fakat esas hep bir:
Türkleri uyandırmak. Lakin her şehirde, her geçtiğim yerde bir ocak kurmak istiyorum. Orada toplanacaklar ben gittikten sonra da benim başladığım işi devam ettirebilirler. Ve bu ocaklar teşekkül et­tikçe birbirlerine de bağlı olacaklar. Ve bir gün gelecek, bunlar bü­tün Türk ili üstüne kurulmuş bir milliyet ağı gibi her tarafın birden tekamülünü doğuracaklar.
– Evet, Mazenderan’da Mazenderan Türk’tür.
– Bu seyahati bir maksatla mı yaptınız?
– Oradaki Türkleri tanımak için.
– Maksadınız ne?
– Türk milliyetperverliği.
– Osmanlı politikasına muhalif misiniz?
– Evet!
– Fakat Türklük diye ortaya bir mesele atmaktan korkmuyor musunuz? Osmanlı imparatorluğu içinde böyle milliyet cereyan­ları uyandırmak tehlikeli değil mi? Onlara milliyet misali vermez miyiz?

– Onların misale ihtiyaçları olduğunu görmüyorum. Klüpleri, kiliseleri, cemiyetleri, mektepleri, lisanları, birbirine yardımları, milliyetlerine olan muhabbetleri, taassupları, bilakis onların bize misal olabileceklerini gösteriyor.

sanatkarlar Allah’ın en sevgili kullandır. Allah onlara uluhiyetinin bir pırıltısını verir ve onlar bu kudretle kimsenin yapamadığını ya­parlar, gôremediğini görürler.
Bunun için değil mi ki uzak maziler­ de şairlere peygamber demişler. Siz sanatların kuvvetiyle çalıştıkça her gün elinizin altında bir ruh uyanacak; her uyanan ruh ile mille­tinizin kalbi daha kuvvetli çarpacak..
Ve bir gün Türklük dirilecek
biz, çok şükür, ken­di memleketimizde kendimiz efendi olarak yaşıyoruz. Sefalet çek­sek de, eziyet görsek de, yine kendi sefaletlerimizi, kendi eziyetle­rimizi çekiyoruz.
Halbuki Şark Türkleri, Şimal Türkleri, onlar ora­da koruyucu bir hükümet elinde değil, yok edici bir düşman ayağı altında eziliyorlar ve onları ezen düşman akıllı, medeni onları mantıkla, hesapla ve bir gaye ile eziyor.
Hazin’in ıslak yüzü, yaşlarla dolu gözleri parlıyor Ağlamaktan bükülmüş dudakları ruhundaki bir hayale tebessüm ediyordu. O, artık kendi ıstıraplarının, hodbin dünyasının fevkinde mukaddes ve parlak bir kâinat, bir matem ve mutluluk kâinatı bulmuştu Hayatın ve ölümün üstünde Demir’e kavuşmuştu!..
– Çocuklarım, bugün biz öleceğiz; fakat emelimiz artık yaşayacak, yaşasın emel, yaşasın Türkler!
Of beşer kalbi Boşlukların en namütenahisi, varlıkların en muazzamı
Fakat hayır, öldürücü bir inanma ile biliyordu ki o Hazinsiz ölecekti. İşte bunun için gecenin müşfik ve sır saklayan karanlıklarına saklanabildiği zamanlar ciğerlerini söken hıçkırıklarla ağlıyordu. Saçlarını yoldurtan yeislerle eriyordu. Bazen hummalar arasında, hayatının bütün maksadını unuttuğu dakikalar oluyordu. Yaralayıcı bir ihtiyaçla Hazin’i arıyor, çıldırtan, acı, zalim bir kuvvetin emriyle kalkıyor ve kaçmak, oh bu korkunç kimsesizlikten kaçmak, aşka doğru koşmak istiyordu. Aşk, bütün delirtici kuvvetiyle aşk, mahveden aşk, çıldırtan aşk, ebediyetin zevklerini veren aşkı istiyordu ve aklını kaybederek koşuyor, bu halinde insan üstü denecek bir kuvvetle koşuyor, kendisini kaybederek düşünceye kadar koşuyordu!..
Halbuki her şey bitmiş, artık her ümit sönmüştü. Kalbinin emrini çok geç işitmişti. Evet artık çok geçti. Asi bir yeisle telafi edilemeyecek zamanlara bakarken yokluğa karışmak üzere olan hayatına, bitmiş mevcudiyetine acı nedametler, kahredici esefler duyuyordu..
Yanında Hazin olsaydı Hazin ve daima Hazin. Her dakika, her saniye Hazin’i düşünüyor, Hazin’i bekliyor, Hazin’i istiyor, Hazin’i ümit ediyordu.
Sonra bilir misin ki asıl hain olmak için cesaret lâzımdır! Düşün, hıyanete götüren yolda ne kadar engelleri yenmek lâzım? Vicdan, haysiyet, şeref, namus, aile muhabbeti, dost emniyeti Görüyor musun? Hain olmak için ezilecek ne çok şeylet var!
Alimcan, içini çekti ve ırkına has bir icaz ile bütün mahkumların elemlerini ve ümitlerini, sade, zavallı, bir tek cümlede topladı:

– Ah, bizi kim kurtaracak?

Bu, bütün Türklerin göğsünden kopup gelen bir feryattı. Hastanın beklediği fevkalade ve meçhul bir deva gibi basit, lâkin harikulade, gözükmeyecek kadar uzak fakat her an bek lenilecek kadar yakın bir ümit!

Musikisi ağlamaya, sevinç sayhaları feryada benzeyen bir memlekette, neşe yaşamıyor demektir.
-Hazin, önündeki masaya dirseği dayalı, çenesi elinin içinde karşısında duran vazonun üstündeki Abdülhamid’in minyatürüne bakıyordu. Bir dakika kaldırdığı gözleri Demir’in nazarıyla karşılaştı. O anda ikisi de etraftaki yabancı sesleri artık işitmediler. Yabancı hayatı unuttular ve ruhları hasret, özlemle birbirine kavuştu.
– Bu seyahati bir maksatla mı yaptınız?

– Oradaki Türkleri tanımak için.

– Maksadınız ne?

-Türk milliyetperverliği.

– Osmanlı politikasına muhalif misiniz?

– Evet!

– Fakat Türklük diye ortaya bir mesele atmaktan korkmu yormusunuz? Osmanlı İmparatorluğu içinde böyle milliyet cereyanları uyandırmak tehlikeli değil mi? Onlara milliyet misali vermez miyiz?

– Nevin Hanım, mübalağa müstesna, benim istediğim de bundan başka bir şey değildir; sanat ve aşk ile Türklüğü diriltmek..
Zamansız hiçbir hakikat yaşamaz!
Mektep, ilim, muallim, doktor, ilaç, sağlığı koruma, hulâsa ilim ve fen ancak müreffeh bir muhit içinde yaşayabilirler. Hepsinin boş bir avuç, aç bir mide karşısında ne tesirleri olabilir? Fakirlik fakirlik! Anadolu’nun öldürücü hastalığı budur ve buna çare bulmak da maalesef, sizin, benim elimizde değil, Hazin Hanım. Bu, hükümetin vazifesidir.
Anlatmaya ne hacet! Siz oraları, benim kadar, benden iyi bilirsiniz. Ankarada birlikte gezdiğimiz köyleri hatırlamıyor musunuz? O kapalı, kirli evleri, gözlerinin beyazına kadar sararmış sıtmalı benizleri, veremli çocukları, mideleri doymayı öğrenmemiş ihtiyarları, iskelete dönmüş hayvanları, bire ancak bir veren bakımsız tarlaları Bütün bunlara hayat, sıhhat, bereket vermek lazım değil mi? Ya, sonra İstanbul’un manevi yoksulluğu, cehaleti, hodkamlığı! Bütün bunları, bu tedavi isteyen sefaletleri bırakıp nereye gideceksiniz? Siz, başta olmadıkça biz, hiçbirimiz bu derin zulmetlerin içine girip onları aydınlatacak kuvvette değiliz Bunu siz de biliyorsunuz. Halbuki Şark Türklerine bizim yol göstereceğimizi söylüyordunuz. O halde?
Kuru tarlaların sapanlarını,ölmüş öküzlerin yerine kadınlar çekiyordu.
Biliyorum,kirlenmiş ve eskimiş Bizans’ta milliyet tohumu kolay yetişmeyecek.İstanbul’a o kadar insan temellük etmişler ki İstanbul’lu olupta bir milletin evladı olmak kabil olmuyor.İşte sizi ona bekçi bırakıyorum.İstanbul’u uyandırınız.Anadolu meselesini ortaya koyunuz ve Türkleri seviniz.
Evet, ölse, hissiz, düşüncesiz ve elemsiz, oh dinlense! Ebedî karanlığın soğukluğunda beyninin hummasını serinletse! Ölmek, hissiz olmak hatırasız olmak, hatırasız fakat aşkının sevgili bakiyelerini, onları da mı duyamayacaktı? Onları da mı düşünemeyecekti? Demir’i hayalinde de mi göremeyecekti? Titredi.
Hatıraları damla damla gözyaşları gibi yuvarlanıyordu.
“İdeal, İnsanın hayat yolunda kutup yıldızı gibidir Ona bulunduğu yeri ve ilerleyeceği yolu gösterir.İnsan ilerleyeceği yolu görürse kolay ve çabuk ilerler.”
Fakirlik fakirlik! Anadolu’nun öldürücü hastalığı budur ve buna çare bulmak da, malesef sizin, benim elimizde değil Hazin Hanım. Bu, hükümetin vazifesidir.
Türkçülük mefkûresinin ne yüksek ne insanî bir mahiyeti olduğunu idrak edemeyenler, bu mefkûrenin kan ve demirle değil, aşk ve samimiyetle; yıkarak değil bilâkis yaparak inkişaf edeceğini anlamak için «Aydemir»i okumalıdırlar.
M. Fuad Köprülü
Hayat nedir ki aşk ne olsun? Rüya, gölge!
Sizi görmeden ölmeyeceğim çünkü çünkü sizsiz yaşayacağımı zannettiğim için ölüyorum
Zira emin olalım ki zulüm yapmak, zulüm görmek kadar işkencelidir.
Mazlumların hakim oldukları gün zalimler kahredilemeyecek. Onlar da serbest ve memnun kalacaklar. Çünkü bizim aradığımız mazlumla zalimin vaziyetlerini değiştirmek değil(dir), bu ilelebet iki tarafı da yıkarak perişan edecek neticesiz bir işkence olurdu
En büyük teselli başkalarının elemlerini tedavidedir.
Bütün bir ırka muhabbet bağlayan, beşerî aşk önünde eğilir mi? diyordu
Hudut bilmeyen hayalim, kendi mevcudiyetini, kendi zamanını unutmuş, müfekkiremle birleşerek beni bir sonsuz gelecek, vücudumda saklı ecdat hatıralarıyla yaşattı. Mazi, istikbal ve hâl benim için hudutlarını kaldırmışlardı.
Kalbinde kin büyütme; hattâ hâkimine, seni esir edene bile bir kardeş nazarıyla bak Fenalara acı. Acımak en büyük mücazatlardandır zaten Merhameti bedbahtlara veririlir zannetme, acılar muhabbetle, sevgiyle teselli edilir; fakat fenalar merhametle tedavi görüyorlar
Evet, ölse, hissiz, düşüncesiz ve elemsiz, oh dinlense! Ebedî karanlığın soğukluğunda beyninin hummasını serinletse! Ölmek, hissiz olmak hatırasız olmak, hatırasız fakat aşkının sevgili bakiyelerini, onları da mı duyamayacaktı? Onları da mı düşünemeyecekti? Demir’i hayalinde de mi göremeyecekti? Titredi.
Gözlerinizde aradığım manayı görerek ölsem öldü, öldü
Ah, Hazin’in yaşlarla dolacak gözlerini seyrederek ölmek saadeti
Hayat ne kadar dolu olsa, ne kadar sarhoş edici, ne kadar bayıltıcı anları olsa, ne kadar bahtiyar geçse yine bitecek değil mi?..
madem ki aşk var; hayat da var
Şimdi arkasına, mazisine son bir nazar çevirince hayat denilen o korkunç, esrarla dolu, ümitle namütenahi zannolunan zincirin hakikatteki manasızlığına taacüp ediyordu O, bir rüya bile değildi Hayır, sade bir göz boyaması Evet, evet bir sihirle yokun, var zannolunması ve sihir bitiyordu Var, yok olacaktı Bütün o geçmiş zamanlar hepsi, hepsi hiç yalan
Sizi görmeden ölmeyeceğim çünkü çünkü sizsiz yaşayacağımı zannettiğim için ölüyorum
Zaten aşk öldürülür mü? Onu incitecek, acıtacaktı. Acılar içinde çıldırtacak ve o acıyla kuvvetini idrak ettirecek, sonra onunla mücadele edecekti. Aşk ile mücadele? Ve oh! O mücadele ile yaralanacak biçare hayatlar!
Bu kadar zamandır onu başkasının bilerek nasıl yaşadım! Ondan uzak! Onu görmeden nasıl yaşadım! O olmadan beni ne yaşatmış?
Çocuklarını seven annelere insaniyet aşkı öğretmek güç değildi.
Fukaraya beşaret, üseraya serbesti, kalbi kırık olanlara teselli, zulüm altında ezilenlere hürriyet vermek için geldim.
Aşkının şiddetinden bazen kendisi de korkuyordu. Yorgun beyninin hummasını dinlendirecek bir sükûnet, düşündürmeyecek bir hissizlik arıyordu. Bazen kalbinin sızılarını duymamak için hasta, hem çok hasta, vücudunun ıstıraplarından başka hiçbir şey düşünemeyecek kadar hasta olmayı istiyordu Bazen deliliği düşünüyor ve hasta bir beynin vereceği uyuşukluğu bile elemli hummaya üstün buluyordu.
Uyurken onu görüyor, uyanınca onu düşünüyor, gezerken onu arıyor, her düşünce, her vak’a, her ses birden onun göğsüne inen bir yumruk tesiriyle bütün kanın kalbinde topluyor ve çırpıntılar içinde ona Demir’i hatırlıyordu.
Beşerî bütün arzuları, esefleri atacağım ve yalnız Türklük için, insaniyet aşkı için yaşayacağım.
Tren, beni şarka doğru çekiyor. Emelin güneşine, menbaına doğru götürüyor
Gidiyordum. Hayat ile, hayır, hayattan daha fazla, aşk ile, beşerî arzuları öğrendiğim birkaç saatle aramdaki bütün bağları kırıyordum. Onları ebedîyet için terk ediyordum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir