İçeriğe geç

The Denial of Death Kitap Alıntıları – Ernest Becker

Ernest Becker kitaplarından The Denial of Death kitap alıntıları sizlerle…

The Denial of Death Kitap Alıntıları

Her çocuk kendini aşan bir güce sırtını dayar. O, genellikle ebeveynlerinin, sosyal grubunun, toplumunun ve ulusunun sembollerinin bir kombinasyonudur. Bunlar, temsilci güçlerin otomatik güvenliğinden ibaret olduğu için çocuğun kendine inanmasına izin veren bir destek ağıdır. Elbette çocuk, ödünç aldığı güçlerle yaşadığını itiraf etmez. Eğer itiraf ederse bu durum onun kendi güvenli eylemlerini ve ihtiyaç duyduğu güveni sorgulamasına yol açar.
Madem tüm insanlar aşağı yukarı birbirine benziyor, neden bazıları için bu kadar yakıp tüketen tutkularla yanıyoruz?
Dünyanın en yüce tahtındaki insan kıçının üstünde oturur.
İnsanların sahip olduğu tek güvenli hakikat, kendilerinin yarattıkları ve dramatize ettikleri hakikattir; yaşamak hayatın anlamıyla oynamaktır.
İlişkiler her zaman bir tür köleliktir; bu da suçluluk duygusu yaratır.
Ancak inanç, insanın kendisini güvenle mantıksız olana, gerçekten fantastik olana doğru genişletmesini ister. Bu manevi genişleme modern insanın en zor bulduğu şeydir, çünkü tam da kendi içine sıkıştığı ve dayanacak hiçbir şeyi olmadığı için, yaşandığı ve paylaşıldığı için fanteziyi gerçek gibi gösteren hiçbir kolektif draması yoktur.
Modern aklın özelliği gizemin, saf inancın, basit fikirli umudun ortadan kaldırılmasıdır. Modern insan tarihsel olarak bir öksüzdür. Oysa insanın yapması gereken tek şey, yaşamanın gerçek olduğunu kabul etmektir.
İnsan karakteri dediğimiz şeyin aslında gerçekliğin doğası hakkında bir yalan olduğunu gördük. İnsan yaşamı evrim dediğimiz et ve kemiklerin kısır bir dramasında anlamsız bir fasıladan daha fazlası olamaz. Bu fısıltı vaizlerin Kutsal Kitap’tan çıkardıkları fısıltıyla aynı şeydir: “Her şey boş, bomboş, bomboş!” diyor vaiz.
Ya kendinizi ve etrafınızdaki başkalarını yiyerek mükemmellik için çalışıyorsunuz; ya da yaratıcı güçlerinizi açığa çıkardığınız bir eserle bu kusuru nesnelleştiriyorsunuz.
Gelgelelim insanlar kalıplanacak kil değildir; kendi ihtiyaçları ve karşı iradeleri vardır.
Nevrotik kişi biyolojik olarak yaşamak yerine sembolik olarak yaşar. Doğanın kendisine sağladığı yarım yamalak yaşam yerine sembollerle mümkün olan en tam şekilde hayatını sürdürür. Yine bu anlamda herkes nevrotiktir, çünkü herkes hayattan bir şekilde geri çekilir ve sembolik dünya görüşünün bir şeyleri düzenlemesine izin verir. Kültürel ahlâk da bunun içindir.
Toplum oyununu otomatik bir rahatlıkla oynamak, başkalarıyla endişe duymaksızın oynamak manasına gelir. Başkalarının yaşam gıdası olarak baktıkları şeylerle ilgilenmiyorsanız, kendi yaşamınız tam bir sorun haline gelir. En uç noktada bu, mükemmel bir içe kapanık tipi tanımlar.
Özel fobi veya saplantı, insanın görevlerinin yükünü hafifletebilmesinin ve önemsizlik duygusunu dindirebilmesinin yoludur.
Birey kendini dünyaya karşı korumalıdır. Bastırma mekanizması, normal bir kendini koruma ve yaratıcı bir kendini sınırlamadır; gerçek anlamda, insanın içgüdüsünün yerine koyduğu doğal bir ikamedir.
[…] İnsanların bir “ötesi” ne ihtiyacı vardır.
[…] Çünkü çoğumuzun yaşamak için yalana ihtiyacı vardır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sevdiğimiz nesnelerden bize gelen yansıma kendimizi beslemek için ihtiyacımız olan mükemmelliğe yeterli gelmez. Onların insani eksikliklerinden dolayı biz de küçüldüğümüzü hissederiz. İnsanlar aracılığıyla ifade edilen dünyanın kaçınılmaz adiliğini gördüğümüzde kendimizi boş ve kederli, hayatlarımızı değersiz hissederiz.
Tanrı’yı mükemmel bir ruhsal nesne yapan şey, tam olarak Hegel’in gördüğü gibi soyut olmasıdır.
İdeal aşkı bulursanız ve onu kendinizdeki iyi ve kötünün tek yargıcı, çabalarınızın ölçüsü yapmaya çalışırsanız, basitçe bir başka kişinin refleksi haline gelirsiniz. İtaatkâr çocukların ailede kendilerini kaybetmesi gibi, kendinizi ötekinde kaybedersiniz.
Çocuk önce yanılabilir bir bedene sahip olduğunu keşfeder ve sonra onun üzerinde zafer kazanmasına izin verecek bir kültürel dünya görüşü olduğunu öğrenir.
Doğa ebedi organizmalar yaratarak değil, geçici olanların üremesini mümkün kılarak ölümü fetheder.
Tarihe bakarken gördüğümüz şeylerden biri, varlık bilincinin daima kültür tarafından absorbe edilmesidir. Kültür doğaya karşı çıkıyor ve onu aşıyor. Kültür en samimi niyetiyle yaradılışın kahramanca bir inkârıdır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir insan “gerçekliğin” ne kadar büyük bir kısmını onu çarpıtıp parçalamadan sindirebilir?
Redl kitlelerin, liderleri çatışmalardan kurtulmak ve rahata kavuşmak için, sevginin inşası ya da tam tersi şekilde kitleyi ortak bir noktada birleştiren saldırganlık ve nefret inşası için kullandıklarını göstermiştir.
Bizim için önemli olan sonuç; kitlelerin, lideri kişisel olarak çok az önemsedikleri, ancak her zaman kendi ihtiyaçlarını ve dürtülerini yerine getirmekle ilgili olarak kullandıklarıdır. Kişi egosunu otoriter baba ile birleştirse bile, “büyü” kendi dar çıkarları içindedir. İnsanlar liderlerini neredeyse bir bahane olarak kullanırlar. Ki bu, Canetti’nin işaret ettiği gibi insanları suçsuz hissettiren başka bir şeydir: kendilerini liderin geçici kurbanları olarak hayal edebiliyorlardır. İnsanlar liderin büyüsüne kendilerini ne kadar çok kaptırırlarsa ve işledikleri suçlar ne kadar korkunç olursa, yaptıkları hataların kendilerinin olmadığını o kadar çok hissederler.
Kitle davranışında lider bir şeyi onayladığı sürece o şey mümkündür.
İnsanların her daim sordukları bir şey vardır: “Kitleler neden bu kadar kör ve ahmaklar?” Freud buna şöyle bir yanıt vermiştir: “ Kitleler yanılsamaları talep eder. Bunun için gerçek olandan ziyade nispeten gerçek dışı olana öncelik verirler.” Bu şekilde sorduğumuz sorunun da cevabını biliyoruzdur artık. Gerçek dünya kabullenilemeyecek kadar korkunçtur; insana çürüyeceğini, öleceğini, küçük ve ürkek bir hayvan olduğunu fısıldar. Yanılsama tüm bunları değiştirir; insanı önemli, evren için hayatî yapar ve bir şekilde ölümsüz kılar.
İnsan otorite için aşırı bir tutkuya sahiptir ve sınırsız güç tarafından yönetilmek ister; çünkü çocukluklarındaki o büyülü korumaya, tüm güçlülüğe sığınmaya, ebeveynleri tarafından sevildiklerinde ve korunduklarında keyif aldıkları “okyanus hissi” ne geri dönmek istiyorlar.
Kitle psikolojisinin ilk teorisyenleri, insanların gruplar halinde çalışırken neden bu kadar koyun gibi davrandıklarını açıklamaya çalıştılar. Neyse ki Freud, bu insanlara ne olduğunu ivedilikle gördü: İnsanlar ebeveynlerinin iç sesini körükörüne takip eden, gruba girdiğinde de liderin hipnotik büyüsü altında kalan birer bağımlı çocuk haline geliyorlardı. Kendi egolarını liderlerine bırakıyorlar, onun gücüyle özdeşleşiyorlar ve onu bir ideal olarak görüyorlardı.
Her çocuk kendini aşan bir güce sırtını dayar. O, genellikle ebeveynlerinin, sosyal grubunun, toplumunun ve ulusunun sembollerinin bir kombinasyonudur. Bunlar, temsilci güçlerin otomatik güvenliğinden ibaret olduğu için çocuğun kendine inanmasına izin veren bir destek ağıdır. Elbette çocuk, ödünç aldığı güçlerle yaşadığını itiraf etmez. Eğer itiraf ederse bu durum onun kendi güvenli eylemlerini ve ihtiyaç duyduğu güveni sorgulamasına yol açar.
Normal bir ben olmak için benliğin kırılması gerekir. Bir şey çökmeli, doğal bir sertlik parçalanıp sıvılaşmalıdır.
Kişinin karakter hapishanesi, tek bir şeyi inkâr etmek için özenle inşa edilmiştir: kişinin mahlûkatlığı! Mahlûkat olmak dehşetin ta kendisidir. Bir kere dışkılama yapan bir mahlûk olduğunuzu kabul etmeye görün, kadim endişe okyanusunu üzerinize çökmeye davet etmiş olursunuz ama bu, mahlûkat olma kaygısından daha fazlasıdır. Bu aynı zamanda, insanın kaygısıdır, insanın kendi hayvani sınırlamasının bilincinde olan bir hayvan olduğu paradoksundan kaynaklanan kaygıdır. Kaygı, kişinin durumunun gerçekliğini algılamasının sonucudur. Özbilinçli bir hayvan olmak ne demektir? Korkunç değilse bile gülünçtür. Solucanlar için besin olduğunu bilmek demektir. Bu dehşettir: yoktan var olmak, bir isme, benlik bilincine, derin iç duygulara, yaşama ve kendini ifade etmek için dayanılmaz bir derûnî özleme sahip olmak ve tüm bunlarla birlikte ölmek. Bu bir aldatmaca gibi görünüyor, bu yüzden kültürel insan açıkça Tanrı fikrine karşı isyan ediyor. Ne tür bir Tanrı bu kadar karmaşık ve süslü bir solucan yiyeceği yaratır?
Ölüm insanın tuhaf ve en büyük kaygısıdır.
Düşüncelere karşı mevcut en etkili şeyler yine düşüncelerdir. Ruhlara karşı ruhlar elmalara karşı elmalar gibidir, biri çürürse diğerini de çürütür.
İnsan korkunç bir şekilde perişan edilmiş ve hakiki durumu hakkında çok fazla aldatılmıştır. Sadece bir hayvanın donanımıyla bir tanrı olmaya yeltenir ve bu yüzden fantezi kurma yönünde epey gelişir.
[…] Çünkü hayat başlangıçta kişinin içinde kaybolduğu bir kaostur. Birey bu durumdan kuşkulanır ama kendini her şeyi alenen sergileyen bu korkunç gerçeklikle yüz yüze bulmaktan korkar ve onu bir hayal perdesiyle örtmeye çalışır.
Fikirlerinin doğru olup olmadığı onu kaygılandırmaz. O, fikirleri kendi varlığını savunmak için bir siper, hakikati korkutmak için bir korkuluk gibi kullanır.
GASSET
Ve insan sosyal gerçekliğe boyun eğer; artık kendi arzularını ve iddialarını söndürüp güçlü kuvvetli büyüklerinin dünyasında güvenli bir şekilde oynayabilir. Bedenini bir aşirete, bir devlete, yaşlıları kucaklayıcı büyülü şemsiyeye ve sembollere vakfedebilir; bu şekilde beden artık onun için tehlike arz etmekten çıkacaktır. Kişinin bu noktada başardığı tek şey, “olgun” karakter ismini verdiğimiz pratik bir kendini aldatmaca biçimidir.
Toplum, insanların ölümü nasıl aşacaklarına karar veren özne olmak ister ve insanların kendilerini tamamen bireyselleştirme girişimine tahammül edemez.
İnsanlar standart ahlâkın zayıflayacağından korktukları için günlük yaşamda katı bir otoriterizm tarafından obsesif kontrol sağlanır. Bu, kişisel ahlâk üzerinde her türlü bağnazlık ve sansürün nedenlerinden biridir.
Kişi hem bir benlik hem de bir bedendir ve başlangıçtan itibaren gerçekten onun nerede olduğu —sembolik derunî bir benlikte mi yoksa fiziksel bir bedende mi— karışıktır. İçsel benlik, düşünce özgürlüğünü, hayal gücünü ve sembolizmin sonsuz erişimini temsil eder. Beden, determinizmi ve bağlılığı imgeler.
“Beş yaşındaki çocuktan kendime yalnızca bir adım var. Fakat yeni doğmuş bebekten beş yaşındaki çocuğa ürkütücü bir uzaklık var.”
TOLSTOY
Hayatta kalabilmek için hayvanların sadece diğer hayvanlara karşı değil, aynı zamanda doğaya karşı da korku güdüsüyle korunması gerekir. İçinde bulundukları tehlikeli dünya ile kendi sınırlı güçleri arasındaki gerçek ilişkiyi görmek zorundadırlar. Gerçeklik ve korku doğal olarak kol kola girer.
En büyük korkuyu yaşayan ilk insanlar doğadaki vaziyetleri hakkında en gerçekçi olanlardı ve yavrularına varlığını sürdürme değeri yüksek bir gerçekçiliği miras bırakmışlardı.
Sonuçta bildiğimiz insan ortaya çıktı: Hiç olmadık yerde bile sürekli kaygı sebepleri icat eden süper endişeli hayvan!
Ölüm korkusu biteviye olmasaydı, yaşamı korumak için daimî olarak psikolojik enerji harcamak da imkansız olurdu. ‘Kendini koruma’ kavramı, yok olma kuvvetine karşı bir çaba manasına gelir; bunun duygusal tarafı ise korkudur, ölüm korkusu.
Diğer bir deyişle, organizmanın kendini korumaya yönelik donatılabilmesi için, ölüm korkusu bütün normal işleyişimizin arkasında var olmalıdır. Fakat ölüm korkusu kişinin zihinsel faaliyetinde daimî olarak bulunamaz, yoksa organizma işlev göremez.
Eğer bu korku daimî olarak kendini gösterseydi, normal bir şekilde yaşayamazdık. Bir nebze rahat bir şekilde yaşayabilmemiz için bu korkunun adamakıllı bastırılması gerekir. Çok iyi biliyoruz ki bastırmaktan kastımız da ortadan kaldırmaktan ve ortadan kaldırılanları ve kaldırdığımız yeri unutmaktan çok daha fazlasıdır. Bu aynı zamanda, bu korkuyu sürekli hasıraltı etmek için daima psikolojik bir gayret sarf etme ve derunî olarak teyakkuz halimizden bir türlü kurtulamama manasına gelir.
Tehlike karşısındaki güvensizlik hissinin arkasında, cesaretsizlik ve bunalım hislerinin ardında, her zaman en karmaşık ayrıntılarla donanan ve bir yığın dolaylı yolla aşikâr olan ölüm korkusu kendini gizler. Kimse ölüm korkusundan azade değildir.
Ölüm korkusu toplumun yarattığı bir şeydir ve toplum bu korkuyu aynı zamanda insanları itaat altında tutabilmek için kullanır.
Kitapların etkileyici dürüstlüğü dünyayı hemen değiştirebilse […]
İnsan; ülkesi, toplumu ve ailesi için kendi hayatından vazgeçebilir. Silah arkadaşlarını korumak için kendini bir bombanın önüne atabilir; insan en yüksek cömertliği ve fedakârlığı gösterme duyarlılığına sahip olabilir. Ancak yaptığı şeyin gerçekten kahramanca, nihayetsiz ve son derece anlamlı olduğuna inanması gerekir. Modern toplumun krizi tam olarak gençlerin kendi kültürlerinin kurduğu eylem planı içerisinde kendilerini artık kahraman gibi hissetmemeleridir.
Günümüzün endüstriyel toplumlarında özgürlük ve insanlık onuru için haykıran azınlık grupları tarihte aldatılarak ellerinden alınmış olan temel kahramanlık duygusunun verilmesini gerçekten de beceriksizce istiyorlar. Israrcı taleplerinin bu kadar bıktırıcı ve üzücü olmasının sebebi de budur. Böyle “mantıksız” bir şeyi, şu an mevcut toplum biçimlerinde nasıl gerçekleştiririz?
İnsan kendisini evrendeki birincil değere sahip varlık olarak savunmalıdır; insan kendini göstermeli, bir kahraman olmalı, dünya yaşamına en büyük katkıyı kendisi sağlamalı ve her şeyden ve herkesten daha önemli olduğunu göstermelidir.
Narsisizmin en önemli özelliklerinden biri, kendimiz dışında kalan hemen hemen herkesin harcanılabilir olduğunu hissetmemizdir.
İnsanlığın ortak gerçeklik içgüdüsü dünyayı daima kahramanlık için bir tiyatro olmaya itmiştir.
Freud, her birimizin efsanevi Yunan Narcissus trajedisini tekrarladığımızı keşfetmiştir: umutsuzca kendi görüntümüze kapılıyoruzdur. Birine değer verecek olsak bu kişi her şeyden önce kendimiz oluruz.
Aristo bir yerde şöyle söyler: “ Şans, yanı başınızdaki insanın okla vurulduğu andır.”
“Gülmek, ağlamak, lanet etmek için değil; anlamak için!”
SPINOZA
The child is too weak to take responsibility for all this destructive feeling, and he can’t control the magical execution of his desires. This is what we mean by an immature ego: the child doesn’t have the sure ability to organize his perceptions and his relationship to the world; he can’t control his own activity; and he doesn’t have sure command over the acts of others.
Man’s fears are fashioned out of the ways in which he perceives the world.
Karakter bir kişinin dünyada ortaya koyduğu yüzdür, fakat o yüz aynı zamanda insanın derûnî mağlubiyetini gizler.
”İnsanların deli olmaları o kadar zaruridir ki deli olmamak başka bir delilik biçimidir.“
İnsanın korkuları, dünyayı algılama biçimlerinden şekillenir.
“Bir yanda kendini koruma içgüdümüzün normal biyolojik işleyişinde var olan daimî ölüm korkusu, bir yanda da bilinçli bir şekilde devam eden yaşamımızda bu korkuya dair en üst düzey unutkanlığımız.”
Bu narsisizm, savaşlarda insanları yakın menzilli ateşlere yürümeye iten şeydir. Hiç kimse o sırada kendisinin öleceğini düşünmez, yalnızca yanındaki adam için üzülür.
Aristo bir yerde şöyle söyler: “Şans, yanı başınızdaki insanın okla vurulduğu andır.” Yirmi beş yüzyıllık tarih, insanın temel narsisizmini değiştirmemiştir; birçoğumuz için bu tanım hâlâ şansın kullanılabilir tanımıdır.
“Zamanımızın bilgi insanı, hiçbir zaman hayalini kuramayacağı bir yükün altında ezilir: tüketilmesi imkânsız gerçeklerin aşırı üretimi.”
“Yaşamaya değer bir hayatın nasıl olması gerektiğini ancak ölümle burun buruna geldiğimizde anlıyoruz.”
“Nevroz yokluktan kaçmak için varlığı inkâr etmektir,” der Paul Tillich. Bu bakışa göre marazi endişe, aslında hayata daha bilinçli bir katılım anlamına gelen varoluşsal endişenin bastırılmasından doğar. Ancak kendinin bilincinde bir varlık “varlığın sızısını” hissedebilir. Yoklukla yüzleşerek hayatımızı yerli yerine koyarız.
Yansıtma bireyin zorunlu bir yükünü hafifletmektir; insan kendisine kapalı yaşayamaz. Hayatının anlamını, nedenini hatta suçunu dışarıya yansıtmalıdır. Kendimizi yaratmadık, ama kendimize sıkışıp kaldık.
Bu basit bir gerçektir; yaşamak kendini kaybettiğini hissetmektir. Bu durumu kabul eden kişi zaten kendini bulmaya ve sağlam zemine yerleşmeye başlamıştır. Böyle bir insan içgüdüsel olarak tıpkı bir gemi kazasından kurtulmuş gibi sarılacak bir şeyler arayacaktır. Bu trajik, acımasız durum onun kaosuna bir düzen getirmesine neden olacaktır.
Bir kişi kendini nasıl aşar; yeni bir fırsata nasıl açılır? Elbette durumunun gerçekliğini fark ederek, karakter yalanını ortadan kaldırarak, ruhunu şartlı hapishaneden çıkararak.
İnsanın durumunun ironisi, en derin ihtiyacın ölüm ve yok oluş endişesinden kurtulmak olmasıdır; ama onu uyandıran hayatın kendisidir ve bu yüzden tamamen canlı olmaktan kurtulmamız gerekir.
”İnsanların deli olmaları o kadar zaruridir ki deli olmamak başka bir delilik biçimidir ”
İnsanın bu dünyadaki trajedisi, kaçınılmaz ölümlülüğünün farkında olarak yaşamasıdır. Boynumuzda ölüm fermanımızla doğar ve zaman içinde sevdiğimiz insanların ölümüne tanık oluruz. Kimileyin de ölümden saklanmakla ondan korunacağımızı sanırız, onu yadsır ve görmezden gelirsek sanki bizim semtimize uğramayacak zannederiz.
“Gülmek, ağlamak, lanet etmek için değil; anlamak için!”
– ( ) İnsanların sahip olduğu tek güvenli hakikat, kendilerinin yaşadıkları ve dramatize ettikleri hakikattir; yaşamak hayatın anlamıyla oynamaktır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir