İçeriğe geç

At’a Senfoni Kitap Alıntıları – Necip Fazıl Kısakürek

Necip Fazıl Kısakürek kitaplarından At’a Senfoni kitap alıntıları sizlerle…

At’a Senfoni Kitap Alıntıları

Allah, hayrı, oraya, atların ışık saçan alınlarına düğümlemiştir.
《Hayr, atların alınlarına nakşedilmiştir.》
Allah, Kur’ân’da at üzerine yemin etmiş.
Kur’ân’ın 《El-Âdiyât》sûresinden, birbirini takip eden dört âyet meali:
《Kasem olsun, soluk soluğa koşanlar üzerine 》
《Tırnaklariyle taştan kıvılcım fışkırtanlar üzerine 》
《Sabah vakti düşmanı basıp etrafı toz dumana boğanlar üzerine 》
《Peşinden doğruca düşman saflarının içine dalanlar üzerine 》
asîl atın aslî prensibi, çekicilik değil, taşıyıcılıktır. Taşıdığı ise yük değil, insan İnsan da bir ağırlık değil, atı idare etmenin ve ondaki hüneri belirtmenin sanatkârı Demek ki, at, ne çekmeye ne de taşımaya; sadece taşımak için yaratıldığı insan vasıtasıyla kendini ve insanı göstermeye memur
At insandan bir parçadır, vazifesi insanı ifade etmektir.
At, hayvan zarfı içinde hayvandan başka bir şeydir.
Cemad dünyasının ufku, yani en ileri unsuru, yani nebata en yakın olanı mercandır; çünkü tıpkı nebat gibi kök salar ve kumlara düğümlenir.
Nebat dünyasının ufku, yani en ileri unsuru, yani hayvana en yakın olanı hurma ağacıdır; çünkü uzaktan ve yakından, tıpkı hayvan gibi dişisinin üzerine abanır ve tohumlarını öyle bırakır.
Hayvan dünyasının ufku, yani en ileri unsuru, yani insana en yakın olanı da attır; çünkü tıpkı insan gibi ruhî bir hayata maliktir ve rüya görür.
Şu sahte insanlık ve kahramanlık kadrosunda hiçbir hâs isme lâyık görmediğim destanı at için yazdım.
At benim gözümde, insan ruhundan yere damlayıp şekillenmiş ve sonra insanı sırtına almaya gelmiş bir müjdecidir: Zafer, fetih ve asâlet müjdecisi
Rüzgâr edalı, marifetli atı severiz,
Biçimi put, gözleri âhu bir peri yerine…
Bayrağa düşkünüz gönül okşayan endam yerine…
Tuğa bağlanmışız; yasemin kokulu kadın saçı yerine…
Erzurum’un Palandöken dağları, dikliğini ve sertliğini Dadaşın atından almış değil midir?
Gerçekten insanda at sırtında teselli bulamayan hiçbir keder yoktur.
-İyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, geldiler!
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Şark’ın yoğurduğu asil at, Şarkta, Şark kubbesinin kandilleriyle beraber sönerken, Garp’ta elektrikli bir fon üzerinde ışık saçmış ve asilleşmiştir.
Halbuki, bu da, daha nice şey gibi, bizim işimizdi. Ve daha nice şey gibi, atı bizden alanlar, bize yabancı hale getirdiler.
Dünya saadeti atların sırtındadır.
Ata binilmez, ata yükselinir.
Ata binilmez, ata yükselinir.
At benim gözümde, eserimde buram buram tüttüğü gibi, insan ruhundan yere damlayıp şekillenmiş ve sonra insanı sırtına almaya gelmiş bir müjdecidir: Zafer, fetih ve asâlet müjdecisi
Rüzgar edalı, marifetli atı severiz,
Biçimi put, gözleri ahu bir peri yerine
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hiçbir kederim, derdim, insandan ve cemiyetten küskünlüğüm olmamıştır ki, atıma binip şehir dışına çıktığım zaman tesellisine kavuşmuş olmayayım
Vahşet devrinde at, ne başka hayvanların esiri olmuş, ne de başkalarını esir etmiştir. O, esiri olmak için insanı bekledi.
Bir kadının baka baka güzelleştiği esrarlı bir ayna gibi at.
Alimlerin bindiği atın ayağından üstümüze sıçrayan çamur, şerefimizdir.

Yavuz Sultan Selim

At benim gözümde, insan ruhundan yere damlayıp şekillenmiş ve sonra insanı sırtına almaya gelmiş bir müjdecidir: Zafer, fetih ve asâlet müjdecisi
Atın mânasına ait toplu hüküm:

At insandan bir parçadır, vazifesi insanı ifade etmektir; ve sonunda fen terakkilerinin süzüp bıraktığı gibi, bütün şubeleriyle yalnız bineğe ve yarışa mahsus

Son derece hafif, zarif, hususî şekilde yapılmış lüks bir arabayı, yine hususî ve lüks hareketlerle çeken atta, yine prens soya ve işe yakın bir mâna kabul edilse de, asîl atın aslî prensipi, çekicilik değil, taşıyıcılıktır. Taşıdığı ise yük değil, insan İnsan da bir ağırlık değil, atı idare etmenin ve ondaki hüneri belirtmenin sanatkârı Demek ki, at, ne çekmeye, ne de taşımaya; sadece taşımak için yaratıldığı insan vasıtasiyle kendini ve insanı göstermeye memur

Dünyanın en güzel hikâyesini anlatacağım:

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir Memiş Ağa varmış Memiş Ağa değil de, Durmuş veya Satılmış Ağa Hepsi bir Evvel zaman da dediğimiz, pek yakın bir tarih, meselâ Birinci Dünya Harbi sonu Bu Memiş Ağanın köyü, cenubî Anadoluda, düşman istilâsına uğramış, yanmış ve yakılmış bucaklardan Köy, sadece yanık kokusu ve yıkık manzarası veriyor.

Bir zâbit, bir süvari zâbiti, harb içinde bu köye sık sık gelip ordu hesabına yüksek kumandanlara at satın alan bir zâbit, nihayet o da sivil elbiseli, o da yanık ve yıkık, herhangi bir vesileyle bu köye uğruyor. Köy, bilhassa cins atlariyle meşhur

Mütareke olmuş, muharebe durmuş, fakat bütün vatan toprağı, kum kum acımakta, taş taş sızlamakta

Zâbit, bir ölü evine girercesine köye ayak basıyor. İzbelerde bir adam Yanına yaklaşıyor:

«— Nerede Memiş Ağa?»

«— Şurada, şu yamacın dibinde, bir kayanın üstünde oturuyor.»

İlerleyen, Memiş Ağanın yanına giden, onu. selâmlayan, selâmına cevap alan, şahsını tanıtan, tanınan ve mendilini açıp oturması için kendisine yer gösterilen zâbit Uzun bir sükût Memiş Ağanın konuşmaya pek niyeti yok Nihayet zâbit, dayanamayıp, köyün en büyük ağasına ve atçısına soruyor:

«—Niye susuyorsun ağa?»

«—Ne söyleyeyim oğul?»

Zâbit kimi sorduysa «yok!» cevabını alıyor; hangi atı merak ettiyse «yok, gitti; yok, öldü!»

Sükût

«Karabaş’ların Hasan Ağa ne oldu, ağa?»

«—Yok, gitti!»

Sükût

«—Ya şu meşhur kir at; Akduman?»

«—Yok, öldü!»

Hangi insan sorulsa «ya öldü, ya gitti!»; hangi at merak edilse «ya gitti, ya öldü!».. Ölen niçin, giden nereye?.. Yahut ölen nereye, giden niçin?.. Gidenler mi ölüyor, ölenler mi gidiyor?.. Hâsılı her şey karanlık, her şey müphem..

Nihayet Memiş Ağa, zâbitin ikide birde kendisini kurcalamasından üzgün, elini gayet hususî bir işaretle sağa açıp ve sonra ona bir gidiş ahengi verip diyor ki:

«— Senin anlıyacağın, oğul, iyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, gittiler!»

Bizse, Memiş Ağa misalini tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikrî, bediî, içtimaî, idarî hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki «safkan»ları görünce nârayı basmak:

«— İyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, geldiler!»

İnsanı tamamlamak ve ondaki kahramanlık mefkûresine alem olmak için yaratılan, Allah ve Resulü tarafından övülen, rüya perdesini bile yakacak kadar asîl ve bediî çizgiler taşıyan, güzel sanatları ürperten, tarihte her milletin zafer ve şeref armasında motifleşen, «safkan» teknesinde yoğurulan, hipodromlarda muhtaç olduğu prens iş zeminini bulan, sırtına binmiş bunca insan hırsına rağmen ebedî ismetini muhafaza eden ve nihayet tek istifa kaynağı olarak yarış yerinde heykelleşen at, bütün dünya ile beraber memleketimizde, yani onu ilk defa çıkarıp insanlığa takdim edenlerin yurdunda pek mahzundur.
Biz ne yaptık? Atı aldık, mâna inbiklerinden süzdük, büyük ve küçük kelâm plânına döktük, güzel sanatlar perdesinde aksettirdik, tarih boyunca, millet millet çizgilendirdik, en asîl soyu ve işi içinde değerlendirdik. «safkan» çerçevesinde ölçülendirdik, yarış yerlerinde taçlandırdık, bütün mesut ve mahzun taraflariyle belirttik, nihayet memleketimize getirdik ve bıraktık.

Ne görüyoruz?

İnsanı tamamlamak ve ondaki kahramanlık mefkûresine alem olmak için yaratılan, Allah ve Resulü tarafından övülen, rüya perdesini bile yakacak kadar asîl ve bediî çizgiler taşıyan, güzel sanatları ürperten, tarihte her milletin zafer ve şeref armasında motifleşen, «safkan» teknesinde yoğurulan, hipodromlarda muhtaç olduğu prens iş zeminini bulan, sırtına binmiş bunca insan hırsına rağmen ebedî ismetini muhafaza eden ve nihayet tek istifa kaynağı olarak yarış yerinde heykelleşen at, bütün dünya ile beraber memleketimizde, yani onu ilk defa çıkarıp insanlığa takdim edenlerin yurdunda pek mahzundur.

Kulağımıza, babasını imdada çağıran bir çocuk sesini andırır, acı kişnemeler geliyor.

Dünyanın en güzel hikâyesini anlatacağım:

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir Memiş Ağa varmış Memiş Ağa değil de, Durmuş veya Satılmış Ağa Hepsi bir Evvel zaman da dediğimiz, pek yakın bir tarih, meselâ Birinci Dünya Harbi sonu Bu Memiş Ağanın köyü, cenubî Anadoluda, düşman istilâsına uğramış, yanmış ve yakılmış bucaklardan Köy, sadece yanık kokusu ve yıkık manzarası veriyor.

Bir zâbit, bir süvari zâbiti, harb içinde bu köye sık sık gelip ordu hesabına yüksek kumandanlara at satın alan bir zâbit, nihayet o da sivil elbiseli, o da yanık ve yıkık, herhangi bir vesileyle bu köye uğruyor. Köy, bilhassa cins atlariyle meşhur

Mütareke olmuş, muharebe durmuş, fakat bütün vatan toprağı, kum kum acımakta, taş taş sızlamakta

Zâbit, bir ölü evine girercesine köye ayak basıyor. İzbelerde bir adam Yanına yaklaşıyor:

«— Nerede Memiş Ağa?»

«— Şurada, şu yamacın dibinde, bir kayanın üstünde oturuyor.»

İlerleyen, Memiş Ağanın yanına giden, onu. selâmlayan, selâmına cevap alan, şahsını tanıtan, tanınan ve mendilini açıp oturması için kendisine yer gösterilen zâbit Uzun bir sükût Memiş Ağanın konuşmaya pek niyeti yok Nihayet zâbit, dayanamayıp, köyün en büyük ağasına ve atçısına soruyor:

«—Niye susuyorsun ağa?»

«—Ne söyleyeyim oğul?»

Zâbit kimi sorduysa «yok!» cevabını alıyor; hangi atı merak ettiyse «yok, gitti; yok, öldü!»

Sükût

«Karabaş’ların Hasan Ağa ne oldu, ağa?»

«—Yok, gitti!»

Sükût

«—Ya şu meşhur kir at; Akduman?»

«—Yok, öldü!»

Hangi insan sorulsa «ya öldü, ya gitti!»; hangi at merak edilse lt; lt;ya gitti, ya öldü!».. Ölen niçin, giden nereye?.. Yahut ölen nereye, giden niçin?.. Gidenler mi ölüyor, ölenler mi gidiyor?.. Hâsılı her şey karanlık, her şey müphem..

Nihayet Memiş Ağa, zâbitin ikide birde kendisini kurcalamasından üzgün, elini gayet hususî bir işaretle sağa açıp ve sonra ona bir gidiş ahengi verip diyor ki:

«— Senin anlıyacağın, oğul, iyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, gittiler!»

Bizse, Memiş Ağa misalini tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikrî, bediî, içtimaî, idarî hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki «safkan»ları görünce nârayı basmak:

«— İyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, geldiler!»

cihanda hangi inkılâp olursa olsun, at ve insan birbirinden ayrılmaz; yeryüzünü su kaplasa, birbirine sarılmış olarak beraber yüzerler ve beraber boğulurlar.
Kendisine yeni bir ruhî nizam arayan medenî dünyanın buhranı daha ne kadar sürer ve nasıl neticelenir; fen ve makine terakkileri istikbalin adamını ne şekillere sokar ve bu robot insan nelerden zevk alır; bunu düşünmüyor, yahut mevzuumuzun içinde görmüyoruz. Bu yüzden de atın istikbalini umumî mânada hecelemeye çalışmıyoruz. Fakat ruhumuza hâkim duygu halinde bildirelim ki, at, bilhassa prens soyu ve prens faaliyetiyle insanın yanındadır; cihanda hangi inkılâp olursa olsun, at ve insan birbirinden ayrılmaz; yeryüzünü su kaplasa, birbirine sarılmış olarak beraber yüzerler ve beraber boğulurlar.
Büsbütün mahrum olunan bir şey, daima iyi bir malikiyetin ihtarcısıdır; fakat yarım malikiyetler, insana vereceği gınâ hissi ve her türlü hamleye mâni rehavet tesiriyle, çok defa mahrumiyetten beterdir. Malikiyetten sonra gelen mahrumiyetler büsbütün şifasız olur. Bu, insana daima kendi kendisini aşmak cehdini kaybetmemesi bakımından, her oluşa şâmil, ilâhi bir derstir.
Artık teşkilât var, hipodrom var, at var, yetiştirici ve yarıştırıcı var, kendisine göre bir halk ve alâka zümresi var, bir nevi hükûmet ilgisi var; fakat bu kadar «var»dan sonra istenen seviye yok Bütün korku, gerçekten yerine gelmiş bu kadar «var»ın insana bir kifayet duygusu verip, terkibindeki düşük seviyeyi kronikleştirmesi ihtimalinde Büsbütün mahrum olunan bir şey, daima iyi bir malikiyetin ihtarcısıdır; fakat yarım malikiyetler, insana vereceği gınâ hissi ve her türlü hamleye mâni rehavet tesiriyle, çok defa mahrumiyetten beterdir. Malikiyetten sonra gelen mahrumiyetler büsbütün şifasız olur. Bu, insana daima kendi kendisini aşmak cehdini kaybetmemesi bakımından, her oluşa şâmil, ilâhi bir derstir.
« insan ata binmek için hayata gelmiştir»
Bizde en eski şey at, en yeni şey de sistemli yarıştır. Atı binlerce yıldan beri kapımızda bulundurduğumuz halde, muayyen bir pist, muayyen mesafe, ağırlık, at cinsi ve sınıfı gibi şartlara bağlı yarışa, ancak yarım asırdan beri aşina bulunuyoruz. İngilizlerin, boyuna, sonlarına birer «..Türk» ekleyerek kendi cinslerini ıslah gayesiyle bizden at çektikleri ve 18’inci asrın başından itibaren de prens soyu şekillendirmeye ve koşu işini tamamen sistemlendirmeye başladıkları hengâmede, bizim, bu iş üzerinde en küçük şuurumuz yoktur. Olamazdı; zira atı harb icaplarının ve şan ve şeref tecellilerinin en yükseğinde kullanan, onun yarış cephesini de rastgele tutuşma ve koşmalarda ve köy düğünlerinde tatbik eden milletimiz, ışın bu tarafına tamamen yabancıydı. İşin bu tarafı alafrangalık ve alaturkalık hududiyle ayrılıyor. Nitekim bizde ilk sistemli yarışların beşiği olan İzmir, beynelmilel ihtilâtlar bakımından Avrupa’ya İstanbul’dan daha açık ve ilk alafranga tipleri yetiştirmek noktasından daha müsait olmuş: ve işte bu yüzdendir ki, ilk sistemli kurulmuştur.
Şimdi Polo Bizim ciridimize benzer bir oyun Atlı top oyunu At sırtından, uzun tokmaklarla tahta topa vuruluyor ve muayyen kaideler altında topun kaleye girmesiyle kazanılıyor İşin bu tarafı sadece vesile Oyunu kazanabilmek için ata yaptırılmayan hareket yoktur. Demek yalnız binicilik zaviyesinden ehemmiyetli Cirit de aynı şey değil mi? Fakat Polo daha hareketli ve zengin

Onun da menbai şark Daha evvel bildirdiğimiz gibi, 19’uncu asrin ortalarında, bu oyunu ingiliz zâbitleri Hindistan’dan getirdi. İngiltere’den Fransa ve Amerika’ya geçiyor ve Amerika’da çok tutuluyor.

Fransa’da teşkilâtı 1895’de kurulmuş Alelusul asillerin oyunu

Biniciden de, attan da (atletizm) isteyen bir tarz Olimpiyatlara kadar girdiğine göre ne diyelim?

Polo atı, büyük ve kuvvetli attan ziyade poni Bakın bir Amerikalı muharrir ne diyor:

«— Poniler bu işin gerçek sanatkârlarıdır. Mendilinizin kuşatabileceği bir dört köşe içinde bile her hareketi yaparlar. Top gibi dönerler, kıvrılırlar, bükülürler, doğrulurlar, koşarlar ve zınk diye dururlar.»

Prens atı prens işinden daha fazla uzaklaştırmamak için burada keselim Büyükada’nın merkep yarışına kadar dairemizi genişletecek değiliz.

Nihayet, onlarda yarış, Latinlerin «Nobilitat Equus!» diye çerçevelediği gibi, atı, soyu ve işiyle, sistem ve nizam altında asilleştirmek dâvasıdır; ve onlar, davayı saran nâmütenahi dert ve ıstıraba rağmen muvaffaktırlar. Şarkın yoğurduğu asil at, şarkta, şark kubbesinin kandilleriyle beraber sönerken, garpta, elektrikli bir fon üzerinde ışık saçmış ve asilleşmiştir.

Halbuki, bu da, daha nice şey gibi, bizim işimizdi. Ve daha nice şey gibi, atı bizden alanlar, bize yabancı hale getirdiler.

Konkur atı; atın fert emrinde en güzel tecellisi

Konkur atı; atın en hasbi ve bedii faaliyete memur edilişi

Konkur atı; memleket ve ordu hizmet atının en nefis modeli

Konkur atı; istifa merkezi olarak kanını yine yarış yerinden bekleyen at

Konkur, binek atının geçit resmi, (defile)sidir.

İtiraf etmeli ki, tam koşuya göre, tam koşunun gerektirdiği âza ve tavır yapısı budur. Arabın bineğe mahsus zarafeti İngiliz atında silinmiş ve kararmış, koşuya kabiliyet ifadesi tamamen açılmış ve aydınlanmış; Arap atının her noktasına inen çekiçlerle, orası düşerek, burası kalkarak, şurası genişliyerek, İngiiz atı prens soy ortaya çıkmıştır. Arada öyle bir fark doğmuştur ki, sun’î yapılı at, Arap atını saniye başında iki metre geçmektedir. Artık yarış atı demek İngiliz atı Araptan çıkan, Arabi silmiştir. Münakaşa kabul etmez gerçek
Arap atı, O’nun eli alnına değdikten sonra Arap atıdır. Ve Arap atının alnına, ümmetten ve ümmetin dışından, değmeyen büyük insan eli kalmamıştır.

Fakat sade O’nun eli Ne demek?..

Bu familyaların doğuşu, rivayete göre, Peygamberimiz zamanında ve Peygamberimizin kudsiyetiyle ilgili

Emin hadis kitaplarında rastlıyamadığımız ve şark menbalarından ziyade garp müsteşriklerinden doğma olduğunu sandığımız rivayet:

Peygamberimiz, bazı asîl ve seçkin atları terbiye altına almışlar Bunlara, işitir işitmez hemen koşup toplanmalarını gerektiren bir boru sesi talim ediliyormuş Talim ve terbiyenin son safhasında bir gün, Allahın Sevgilisi, atların aç bırakılmasını tenbih etmişler, bir zaman sonra açlıktan tepinen atlara yemlerini verdirmişler ve tam o anda emir buyurmuşlar:

– Boru çalınsın!

En şiddetli açlıkla yemini kudurmuşçasına yiyen hayvanlardan, yalnız birkaçı başını, yemlikten kaldırıp emre itaat etmiş Kâinatın Nuru da, emre itaati yeme tercih eden atların alınlarını okşamış ve buyurmuş:

«- Allah bunların neslini mübarek etsin!»

İşte, Arap ırkının ana familya reisleri bunlarmış

Hâdiselerin doğru olup olmayışındaki tereddüdümüz, Allah’ın Resulüne ve O’na ait nakillere olan sonsuz hürmetimizden Emin olmadığımız için bu şiveyle konuşuyoruz. Yoksa hâdise o kadar güzel ki, her güzel gibi yalnız O’na, o’nun eteğine yapışabilir. Bizim bu rivayet üzerinde emniyet ve kat’iyetle söyleyebileceğimiz şey. Arap atının da en yüksek takdir, tayin, muhafaza ve nema ölçüsüne elbette O’nun zamanında kavuştuğudur. Bu takdirde, tasavvur olsun, hakikat olsun, bahsettiğimiz rivayet, her şeyin O’na bağlı olduğu düsturunun içine ve maiyetine girer.

Arap atı, O’nun eli alnına değdikten sonra Arap atıdır. Ve Arap atının alnına, ümmetten ve ümmetin dışından, değmeyen büyük insan eli kalmamıştır.

Fakat sade O’nun eli Ne demek?..

Yeniçağda at, eski çağların bütün zahmetini üstünden atmış; kendisini sadece mücerret ve bedii gayeye vermiş ve bu gayenin memleket memleket müesseselerini kurdurmuş; artık yalnız rahatı, zevki ve öz istidadının şiiriyle meşgul bir asilzadedir.
Yeniçağda at bahsi birkaç kelimelik Zira millet millet ilk oluşları temsil eden birbirinden ayrı ve münzevi topluluklar ortadan kalkmış ve beşerî oluş milletlerarası küçük farklarla tek bir vâhit haline gelmiştir. Bu vâhit içinde at, Yeniçağda, yarış atı, konkur atı, hizmet atı, ordu atı vesaire olarak muayyen mevkilerini berrak çizgiler içinde almış; ve bilhassa prens soyun tam teşkiliyle en büyük kıymet seviyesine ulaşmış ve 19’uncu asrin muazzam fen ve makine terakkileri sonunda sefil hizmet cephesini büsbütün sırtından atarak sadece estetik ve bu estetiğe bağlı fayda plânında çerçevelenmiş, kalmıştır. Yeniçağın at zaviyesinden harikulâde başarısı olan prens soyun teşekkülü ve kendisine büyük yarış meydanını açması esasen kitabımızın ana dâvası olduğuna ve kendi müstakil faslında ele alınacağına göre, toplu bakışla, Yeni çağda at, prens soyun prens işde karar kılışını gösterir deyip geçebiliriz.

Yeniçağın başından itibaren at sırtında ne büyük Türk akınları, ne de (Napolyon)un süvarisi, atın prens soy ve prens iş halinde tekevvünündeki aslî keyfiyete nisbetle, at noktasından bir değer ifade edebilir.

At bunca çile ve maceradan sonra, Yeniçağda, oldu, olduruldu, lâyık olduğu plânı buldu ve «at için at» olarak kaldı.

Yeniçağda at, eski çağların bütün zahmetini üstünden atmış; kendisini sadece mücerret ve bedii gayeye vermiş ve bu gayenin memleket memleket müesseselerini kurdurmuş; artık yalnız rahatı, zevki ve öz istidadının şiiriyle meşgul bir asilzadedir.

Bir gün (Neron) altın evde yemek yiyor Yemek zevki için gaseyan edip tekrar yemeğe atılmayı düşünecek kadar keyfine düşkün Romalının büsbütün zevkperest İmparatoru kimbilir neler atıştırmakta ve bu iş ne kadar devam etmek istidadında?.. (Sirk)e nezareti olan sarayda birdenbire bir velvele duyuluyor Halk orada kıyameti kopartmaktadır. Zira yarışa başlama emrini verecek olan (Starter) İmparatoru beklemekte Atlar huysuzlaşmakta ve halk heyecandan patlamakta Manzarayı gören (Neron), o gün keyifli olduğu için kızmıyor, sofrayı da bırakamıyor ve elindeki beyaz peçeteyi havaya atıp bağırıyor:

«İşte size işaret! Yarış başlasın »

(Ogüst) devrinde kalkan yarışlar (Neron) zamanında tekrar avdet etti.

Binicisiz at yarışı (Neron) devrinde ve İmparator tarafından icadedilmiştir. Atları tahrik etmek için yanlarına tahta toplar asılıyor ve üzerlerinde sivri demir parçaları bulunan bu topların oynamasiyle at kudurmuş gibi koşuyordu. Fakat ancak üzerinde bir insan bulunmasıyla tamamiyetini elde eden at ve ayrıca insan hesabına bu yarış güzel değil Marazî şekilde zevkine düşkün Romalının, ne yaptığını ve ne yapacağını bilememesinden doğan mahsul Artık tereddisini yaşıyan Roma’nın son (vis)leri Nitekim lükslerin en büyüğü, gümüş ve altından nal

Vahşet devrinde at, ne başka hayvanların esiri olmuş, ne de başkalarını esir etmiştir. O, esiri olmak için insanı bekledi.
Atın vahşilikten ehliliğe geçişini, Turanî bir efsane şivesiyle şöyle tahayyül ederler:

Uçsuz bucaksız bozkırlarda dörtnala koşan bir toz bulutu Bir çalılığın dibinde, şakak kemikleri çıkık, gözleri çekik Moğol, bu buluta bakıyor. Geyik sürüsü gibi birbirine yapışık, dörtnala koşan atlar Moğolun pırıltılı gözlerinde bu nefis hayvan, yemeklerin en güzelidir. Moğolun torunları atı avlamak için ellerinden geleni yapıyor ama muvaffak olamıyor. Kimbilir aradan ne kadar zaman geçtikten sonra doğum ânında bir kısrağa rastgelip yakalayıveriyorlar. Hemen kesip yiyorlar. Gûya 30 asır süren âdet At üç bin sene müddetle insana, kuş ve tavşan gibi gıda vazifesini görüyor. Derisinden de elbise ve kalpak yapıyorlar. Kemiklerinden ok ve dişlerinden düğme Bir gün Turanlılardan bir ağa, obasına döndüğü vakit harikulâde bir manzara görüyor: Bu ağanın obasında nasılsa tutulabilmiş bir kısrakla bir tayı vardır; ve kabileye nefis bir ziyafet teşkil etmek üzere besidedir. Ağa hayretler içinde görüyor ki, oğlu taya binmiş zıplatmakta O da kısrağa binmek istiyor. Bir iki tecrübe; tamam Bütün kabile manzarayı vecd ile seyrediyor. Artık onların gözünde at, yenmek için değil, binmek için . Esrarlı toz bulutunun dörtnala uçtuğu bucakları sarıp var kuvvetleriyle at avlamaya bakıyorlar. Ağaç liflerinden ipler örüp asîl hayvana kemend atıyorlar ve onu insan hizmetine alıyorlar. At, Turan merkezinden her tarafa yayılıyor ve iklim iklim türlü şekillere giriyorsa da ilk ve büyük hizmet rolünü Turanlıların ellerinde gösteriyor. Vahşet devrinde at, ne başka hayvanların esiri olmuş, ne de başkalarını esir etmiştir. O, esiri olmak için insanı bekledi.

Moğol akınlarından bir müddet sonra Kafkasya, İran ve Türkistan yaylaları, Mezopotamya ovalarına kadar uzayan bir sirayet halinde atın beşiği olmuştur. Oralardan Yunanistan’a, Mısır’a ve şimal yoliyle Avrupa’ya Prens soyun tohumu olan Arap atı müstakil bir dâva olduğu için bu sirayet kollarının dışında mütalaa edilmeye lâyıktır.

Bir nazariyeye göre kedi, başka birine göre fil büyüklüğünde tasarlanan atın cedleri, bazı yerlerde bulunmuş fosillerin delâletine bakılırsa ön ayaklarında beşer, ardlarında dörder parmak taşıyormuş Bu garip ve ürkek mahlûk, kendini kovalıyan öbür hayvanlardan kaça kaça, son hıziyle koşa koşa, irileşmiş, büyümüş Bütün kuvvetini orta parmaklarına verdiği için de bu parmaklar gelişmiş, yandakilerle kaynaşmış, açıktaki parmaklar dumûra uğramış ve atın ayakları teker parmak halinde birer tırnakla mahfazalanmış Ve kaybolan parmaklar, at ayaklarının iki tarafında birer kemik çıkıntısı halinde görülebilirmiş

Hakikatleri tam tesbit edemediği ve bocaladığı yerlerde güzel bir edebiyat yapamayan ilmin ata dair verdiği bu zannî bilgi de gayemizin dışında

Artık, vücut menşei şu, kıt’a menşei bu; fakat hilkatteki her mevcut gibi ilk anları gizli ve esrarlı olan güzel hayvanı, bir vâkıa bildiğimiz devirlerden teslim alıp gönümüze kadar getirelim ve çirkinleştirmekten sakınalım

Kahramanlarda atı kendi misallerimizle bitirelim:

İhtiyar Kuyucu Murat Paşa, atın üzerinde durabilmek için vücudunu topaç gibi iple sardırırdı. Lala Şahin Paşanın mübalâğalı at sevgisi, Türkiye’de ilk defa olarak atlarına Karacaahmette, kendi yanında mezar kazdırmasiyle sabit

Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’nın atı, bir at mumyası halinde Askerî Müzede hâlâ Plevne ufuklarına doğru bakıyor.

Kahramanlarda at, büyüklüğün tuğrası gibi bir şeydir. O olmasaydı devlet sembolü tuğ, at kuyruğundan olur muydu? İngiltere devlet armasındaki at da bu millet aristokrasisinin ata verdiği değerden nişane

Kahramanın yüreğini kurşun gibi eritip suya dökecek olursanız meydana çıkacak şekil attır.

Osmanlı padişahlarından hemen hepsi atlıdır. Yıldırım Bayezid’in yıldırımlığı herhalde attan geliyor. Kaptan Paşasına işaret vermek için beyaz atını denize süren Fatih Sultan Mehmet tasviri, atın renginden başka bir hata ifade etmez. Zira Osmanlı padişahlarında harb atı daima yağız, merasim atı da kırdır. Aynı hataya Yavuz Sultan Selim hakkında da düşerler ve onu Çaldıran’da, Mısır’da beyaz bir at üzerinde hayal ederler. Halbuki Yavuz’un «Karaduman» ismini verdiği harb atı, siyah ipek renkli yağız bir Arap atıydı. Mısır’da bir aralık üzerine çullanan sekiz on Kölemeni kendi kılıcıyla biçtikten sonra Yavuz, atından inmiş; üzerinden pelte pelte düşman kanı süzülen atını okşamış ve demişti ki:

«—Karaduman; seninle bugün iyi bir gazâ eyledik, değil mi?

Gaza gibi aziz bir mefhumu atıyla paylaşan Yavuz ne büyüktür!

Nef’î’nin sihirli seccade haline getirdiği atlar üzerinde Dördüncü Murat

Ve «Sislikır»ın sahibi Genç Osman Atının mezartaşı kitabesi müzede

Sahabî ile veli arasındaki farkı anlatmak için mutasavvıflar, kıyas vâhidi diye atı kullanırlar. Derler ki:

«—Velinin en büyüğü, Sahabinin en küçüğüne ait atın burnundaki toz zerresi bile değildir.»

Bu kıyastan at dâvasında alınacak ders, sahabîlerden çoğunun atlı olduğunu bilmekten başka, Araplarda atın en ulvî hikmetlere kadar ölçü teşkil ettiği

Vaktiyle, eski bir yazma kitapta, Allahın Resulü’ne ait atların isimlerini okumuştum. Bunlardan birinin ismi, «asîl» mânasına gelen «Necib»dir. Onun atlarından birinin ismini taşımak benim için en üstün rütbe
Yeni edebiyatımızda da at lâyık olduğu mevkie sahip Faruk Nafiz, İstiklâl Savaşında ayaklanan Türk milletini, şaha kalkmış bir yağız at şeklinde gösterir. Yahya Kemal «Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen» akıncıların hâtıralariyle doludur. Nazım Hikmet bile kendi dâvasının yürüyüşünü atlılara temsil ettirir. Demek ki, hak ve bâtıl her hareket, kendine bir ruh ve bediî değer aşılamak için ata muhtaç
Nef’î’den evvel at ve kahramanlığın en güzel şiirini yoğuran Giray’ın o muazzam kasîdesini kim bilmez?

«Râyete meylederiz kamet-i dilen yerine.
Tûğa dil bağlamışız zulf-ü semenbû yerine.»

Ve:

«Severiz esb-i hünermend-i sabareftarı, Bir peri şekl-i sanem, gözleri âhu yerine.»

(Bayrağa düşkünüz gönül okşıyan endam yerine
Tuğa bağlanmışız, yasemin kokulu kadın saçı yerine)

(Rüzgâr edalı, marifetli atı severiz,
Biçimi put, gözleri âhu bir peri yerine )

Divan edebiyatında en büyük at şairi Nef’î Bir edibimizin tâbiriyle, Dördüncü Murad’ın atlarını ebedileştiren Nef’î, atı o türlü mefkûreleştirmiştir ki, zaman ve mekân kanunlarını berhava etmiştir:

«Çapekliği o mertebe kim zill-ı râkibi,
Yâre düşünce âna mekân lâmekân olur.»
(Çabukluğu o kadar ki, süvarisinin gölgesi
Yere düşünce mekân, o gölgeye mekânsızlık olur.)

Yani gölge, bir mekânsızlık, boşluk âleminde erir, gider ve göze görünmez. Gölgeyi eriten bir hız Nef’î’ye göre padişah atının önüne birdenbire bir derya çıksa, hayvan su yüzünde o türlü seker ki, ayakları ıslanmaz.

Edebiyatta at, (Homer)den (Valeri)ye ve Antere’den Yahya Kemal’e kadar bütün şiir fezasını doldurur. Gökte yıldız, şiirde at Eğer en eskisinden en yenisine kadar dünya yüzüne bin şair gelmişse, bunun en aşağı dokuz yüzü attan bahsetmiş. Üç yüzü de atın binbir cepheli estetiğinde binbir tahassüsün remzini bulmuş ve ata tutulmuştur. Edebiyatın ana temalarından ölüm, hasret, gurbet, yolculuk, kahramanlık, aşk ve ideal, kendi plastik kalıplarına en fazla atı dökmüştür. Şahlanan at, çırpınan at, sıçrıyan at, duran at, toprağı eşeliyen at, alabildiğine koşan at, ayrı ayrı sayısız tahassüslerin tercümanı..
«— At, avrat, pusat »

«— At beslenir, kız istenir.»

«— Attan düşene tımar, eşekten düşene mezar »

«— At binenin, kılıç kuşananın »

«— Yörük at, kendi artırır yemini »

«— Atı alan, Üsküdarı geçti.»

«— Alma alı, sat yağızı, besle kırı, bin doruya!»

«— Kulağı, meğer ki yelesi, kuyruğu siyah ola »

«— Bin kıra, sür kıra!»

«— Bir sürçen atın başı kesilmez.»

«— At binicisine göre kişner.»

«—Doğuran kısrak utansın!»

«— Atın ölümü arpadan olsun »

«— At, at oluncaya kadar sahibi mat olur.»

«— İğreti ata binen tez iner.»

At hakkında söylenmiş sözlerin estetik plânda belki en güzelini ve atı belirtmekte en renklisini temsil eden bir Arap meseli:

«— Atlar rüzgârların kızıdır.»

İlme hürmet vesilelerinin en yükseğini at vermiştir:

«— Âlimlerin bindiği atın ayağından üstümüze sıçrayan çamur şerefimizdir.»

Yavuz Sultan Selim

Birbirine bağlı sebepler manzumesinde, en küçük teferruat ile en büyük esas arasındaki yakın alâka hikmetinin at yönünden ifadesi:

«—Bir çivi bir nalı, bir nal bir tırnağı, bir tırnak bir ayağı, bir ayak bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir vatanı mahvedebilir.»

Cengiz Han

Yalnız insanı taşımak ve belirtmek üzere yaratılan at, insanın zübdesi ve Allahın Sevgilisini taşımış, sevgisini çekmiş ve duasını almış olmakla, şeref ve değerinin son mertebesine ermiştir.
Bundan sonra bildireceğimiz Hadîs, ulaşılmaz bir sadelik içinde, atın bütün şiirini, zevkini, ruhunu ve kıymet hükmünü vermekte:

Hadîs meâli:

«Dünya saadeti atların sırtındadır.»

Ata dair ne söylense, bu muhteşem sadeliğin hendesî kavrayışı içinde atı çepçevre saramaz. Büyük gaye ve ebedî saadetin eşiği yalancı dünya, yalan veya gerçek, bize gösterdiği bunca saadet hedefi arasında en mesut tarifini atta buluyor. Son derece sade ve kapalı bir ifade içinde öyle girift ve derin bir mâna kuyusu ki, ancak, Peygamber sözü olabilir. At, o mübarek mahlûk ki, insanı bütün iç serveti ve dış heyetiyle belirtmeye memurdur. Bu haliyle bize dünya saadetinin ta kendisini getirmiş olmuyor mu? Gerçekten insanda at sırtında teselli bulama yan hiçbir keder yoktur. At sırtında insan, derdi, piyadeler dünyasına ve onların birbirini itiş kakışına bırakır ve ulvî bir kayıtsızlık ve tevekkül semasına doğru ayaklarının yerden kesildiğini hisseder. At sırtında, yağlı ve çamurlu sokağın miskin dâvaları, ufuktaki bir harabe gibi uzaktadır ve bunlar ancak geriye dönerken yaklaşır, attan inince de insanın kafasına vurur. At sırtında tecelli eden dünya saadetinin, atın prens soyuna ve prens işine delâleti ne güzel!.. Yalnız bu Hadîs, ata dair yazılacak ciltlerce eserin inbikten geçirilmiş özü kuvvetinde bir ıtır

At bahsinde Hadîslerin daha niceleri var Ata edilen masrafın sahibi adına sadaka teşkil edeceği yolunda rivayet edilen Hadislerden, atların ırk kollarına ve bu kolların başlarına edilen dualara kadar niceleri Yalnız insanı taşımak ve belirtmek üzere yaratılan at, insanın zübdesi ve Allahın Sevgilisini taşımış, sevgisini çekmiş ve duasını almış olmakla, şeref ve değerinin son mertebesine ermiştir.

Atın mânasına ait toplu hüküm:

At insandan bir parçadır, vazifesi insanı ifade etmektir; ve sonunda fen terakkilerinin süzüp bıraktığı gibi, bütün şubeleriyle yalnız bineğe ve yarışa mahsus

Son derece hafif, zarif, hususî şekilde yapılmış lüks bir arabayı, yine hususî ve lüks hareketlerle çeken atta, yine prens soya ve işe yakın bir mâna kabul edilse de, asîl atın aslî prensipi, çekicilik değil, taşıyıcılıktır. Taşıdığı ise yük değil, insan İnsan da bir ağırlık değil, atı idare etmenin ve ondaki hüneri belirtmenin sanatkârı Demek ki, at, ne çekmeye, ne de taşımaya; sadece taşımak için yaratıldığı insan vasıtasiyle kendini ve insanı göstermeye memur

Kalem gibi incecik dört ayak üzerinde, dünyanın en âhenkli gövdesi, en vezinli boynu ve en haşmetli kafası Sonra bütün bunları birer imparator mantosu halinde bürüyen, yağız, doru, al ve kır, pırıl pırıl kürkler Şahane, şahane; sürmeli, tahrirli, akı görünen gözler Zarafet tuğrası yele ve satvet arması kuyruk

Bu harikulade madde ifadesi içinde at, insanoğluna, rençberinden senyörüne ve sporcusundan fatihine kadar ve işlerin en kabasından en incesinedek maddî ve manevî dayanak vazifesini gören ilâhî bir hediyedir.

At, gördüğü işlerin kabası, yani kaba hayvan cephesi, hamal tarafiyle, belki başka vasıtalar tarafından yerine geçilmesi mümkün bir vasıta; fakat incesi, yani bediî hayvan cephesi, prens tarafiyle hiçbir şekilde rakip kabul etmez bir şahsiyet Nitekim onun bu hususiliğini, mâzi ve haldeki mevkiiyle makine ve fen terakkileri ortaya koymuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir